Bakara 25 - İman eden VE salih amelde bulunanlar...


Diyanet tefsiri :
"İyi işler" diye çevirdiğimiz ameli sâlih, mümin için dünyada ve âhirette yararlı bütün işleri, tutum ve davranışları kapsayan geniş bir içeriğe sahiptir. Al­lah'ı tanıyan, bildirdiği kadar bilen kullar, başkaca bir teşvike İhtiyaç kalmaksızın O'na kulluk eder, huzur ve mutluluğu kullukta (ibadet) bulurlar. Bu irfan ve şuur zayıf veya yetersiz olduğu müddetçe de teşvike ihtiyaç vardır. Teşvik, itaat etme­yene verilecek cezayı bildirmek suretiyle yapılabileceği gibi itaat edenlere verile­cek ödülü açıklayarak da yapılabilir. Daha önceki âyetlerde kullar ibadete davet edilmiş, inkarcıların karşılaşacakları korkunç akıbet bildirilmiş; burada ise itaat ve ibadet edenlerin atacakları ödül açıklanmıştır.

Kur'an'da ve hadislerde açıklanan teşvik ödülleri cennet ve nimetleri, ilâhî cemalin görülmesi ve "rıdvân"dır, yani Allah'ın kullarına hitap ederek kendilerinden razı olduğunu, imtihanın sona erdi­ğini ve başardıklarını bildirmesidir. Bu âyette sözü edilen ödül ise cennettir, ora­daki çeşitli nimetlerdir, eşlerdir ve orada kalmanın sonsuza kadar süreceği müjdesidir.

Gerek cennet gerekse içinde bulunan şeyler öz ve yapı itibariyle dünyada bilinen nesnelerden farklıdır. Ancak insanların görmediği, bilmediği, tatmadığı, ha­yal bile edemediği şeyleri onlara anlatmanın tek yolu, bildikleri nesnelerin isimle­rini kullanmaktır. Allah Teâlâ da cenneti ve nimetlerini bildiğimiz isim ve kelime­lerle, kavram ve tasavvurlarla İfade etmiştir. Arada bir benzerlik vardır, ancak as­la biri diğerinin aynı ve misli değildir. İbn Abbas "Cennette olan şeylerin dünya­da yalnızca isimleri vardır" diyerek bu gerçe­ği anlatmıştır. Cennetin ve nimetlerinin dünyada bildiklerimizden, hatta hayal et­tiklerimizden farklı, bütün bunların ötesinde olduğunu açıklayan başka âyet ve ha­disler de vardır. Hz. Peygamber bir sohbetinde cenneti anlatırken, "Orada hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir kimsenin hayalinden geçme­yen şeyler vardır" buyurmuş, ardından da "Korku ve ümit İçinde rabbine ibadet ve dua etmek üzere vücutları yatak görmez, kendilerine verdiğimiz rızıktan da Allah için harcarlar. Yaptıklarına karşılık olarak onlar İçİn saklanan mutlulukları hiç kimse bilemez"  mealindeki âyetleri okumuştur.

Kur'an'da cennetliklere her istediklerinin verileceği vaad edildiği için insan­lar dünyadaki düşüncelerinin, arzu ve ihtiyaçlarının sonucu ve gereği olarak Hz. Peygamber'e "Orada şu kadar kadın var mı, at var mı?... Bize şunlar, şunlar veri­lecek mi?" diye sormuşlar, O da Kur'an'daki vaade dayanarak bu sorulan, "Her istediğiniz verilecek" diyerek cevaplamıştır.
Bazı kimseler buradan yola çıkarak "Cennette bir erkeğe şu kadar kadın verileceğine göre erkek cinsel açıdan bunlara nasıl yetecek, dünyada­ki kadınları ne olacak?" gibi sorular sormuşlar ve bunlara yine dünya şartlan ve düzeni çerçevesinde cevaplar oluşturmuşlardır. Bizce doğru olanı, açıklanmakta olan âyet ve benzerlerini genel bir kural olarak kabul etmek ve âhirette olup bite­cek, verilecek, yaşanacak şeyleri dünyadakilere kıyas etmemek, olumlu ve olum­suz yanlarıyla dünyayı âhirete taşımamaktır.

Ali Küçük tefsiri :
25:"Peygamberim, iman edip de salih ameller işle­yenlere zeminlerinden ırmaklar akan cennetleri müj­dele."

Önceki âyetler bizi sanki sele kapılıp cehenneme doğru  sürük­lenip gidecek bir ortama sokmuştu. Karşımızda duran bir ateş nehri, bir ateş seli ve onun içinde yuvarlanıp giden taşlar ve insanlar. Sanki kan gölüne, ateş gölüne gidiyordu insanlar ve biz de onların bir üyesiymişiz gibi korkunç bir manzarayla karşı karşıyaydık. Mevlâmız bizi bu­nunla korkutuyor ve ürkütüyordu. Hani:
Deniyordu ya âyeti kerîmede. Yâni bütün bunları Allah,bizi kor­kutmak için söylüyor. Bizim aklımızı başımıza almamız için kor­kun,yapmayın deniyor.

Ondan sonra da mesani olan kitabımızın özelliğini görüyo­ruz. Yâni böyle ikili bir anlatım özelliğini görüyoruz. Rabbimiz kafirleri anla­tırken hemen mü'minlere dönüyor. Ya da cehen­nemi anlatırken he­men cennete dönüyor. Bizi o boğuk, o kötü atmosferde bırakmıyor. Ardından hemen sözü mü'minlerin duru­munu anlatmaya getiriyor.

"İnanan ve inancını yaşayan insanlara müjdele ki, onlara cennet var."

İnanan ve inancını yaşayanlara, inanan ve salih ameller işleyenlere müjdele. Onlara haber ver ki onlar için cennetler vardır. Salih amel demek; imanın gereği olan amel demektir. Buna delili­miz de Hz. Nuh’un oğlu için Allah’ın dediği şu âyettir:
"Dedi ki ey Nuh o senin ehlin değildir. Çünkü O gayri salih bir ameldir!" (Hûd: 46)

Hz. Nuh’un boğulan oğlu için o küfrün gereği olan bir amel iş­lemiştir diyor Allah. O zaman amelleri değerlendir­mede İslâm’ın mü­hürlerini hatırlayalım:

1 : Ameli salih.

2 : Ameli gayri salih.

Veya birine isyan, diğerine de itaat deniyordu.

"İşittik ve itaat ettik! İşittik ve isyan ettik!"

Deniyordu. Burada da:
İle yetinilmeyip:
Eklenmesi ve hemen hemen Kur’an’ın her yerinde karşı­mıza  bu kalıpla çıkması, insanın sadece inan­dım demekle kesinlikle yetin­memesi gerektiğini anlatıyor. Ankebût sûresi de bunu anlatıyordu.

"İnsanlar öyle mi zannediyorlar ki inandık deme­le­riyle bırakılıverilecekler de imtihana çekilmeyecek­ler?" (Ankebût: 2)

Hangi konunun imanını gündeme getirmişsek o konuda mut­laka bir denenme gelecektir karşımıza. Neye inandığımızı söylemişsek o konuda deneneceğiz ki, sağlam mı inanmışız yoksa değil mi? Bu ortaya çıksın. Meselâ bir müslüman infaka veya zekâta inan­dığını mı iddia ediyor? Eğer bolca param olsaydı ben onu Allah yo­lunda infak ederdim mi diyor? Böyle bir iman iddiasında mı bulunu­yor? O konuda mutlaka denenme gelecektir. Allah günün birinde ona bolca bir para vere­cek, bu imkânı yaratacak ve onun sağlam mı inan­dığını, yoksa gevşek mi inandığını ortaya çıkaracaktır.

Veya bir müslüman eğer boş zamanım olsaydı ben de bu za­manı Allah’ın kitabını ve Resûlü’nün sünnetini öğrenmeye harcardım mı diyor? Bu konuda bir iman mı ortaya koyuyor? Allah günün birinde onun karşısına bolca bir zaman çıkarıp onun inanıp inanmadığını or­taya çıkaracaktır. Veya meselâ bir kadın eğer Allah beni iyi bir or­tamda yaratsaydı ben de tepeden tırnağa örtünürdüm mü diyor? Allah mutlaka onun karşısına böyle bir ortam çıkaracak ve onun bu konu­daki samimiyetini deneyecektir. Yâni hangi konunun ima­nını gün­deme getirmişsek, hangi konuda ne tür bir iddiada bu­lunmuşsak, o konuda Allah bize denenme gönderecektir. Fırsat verip sağlam mı, yoksa bozuk mu inandığımızı ortaya koyma im­kânı yaratacaktır. De­ğilse o konuda imkân vermese kimin ciddi, kimin yalancı olduğu or­taya çıkmaz.

Ama eğer şu anda inandık dediğimiz pek çok konuda Allah bi­zim karşımıza denenme imkânı çıkarmıyorsa, o zaman şu iki şeyden birisi geçerli­dir:

a Ya ciddi inanmadığımız için Allah o konuda bizim karşı­mıza gerçekleştirme imkânı çıkarmıyor.

b Ya da daha önce aynı konuda bizi denedi  de bizde imanımı­zın sağlam olduğunu gösteremediysek, artık yeni imkânlar çı­karmıyor demektir.

Bakın Kur’an’da amel edenlere, amel edenler için hazırlan­mış cennetten söz eden âyetler var:
"İşte amelleriniz karşılığında size hazırlanmış cen­net." (Zuhruf 72)
"Yiyin, için, işlediğiniz amellere karşılık.." (Tûr 19)

Amel işleyenlere cennet olduğunu anlatan âyetler var. Ama   bu güne kadar sadece iman edenlere cennet vardır diye bir âyet gör­medim.

İşte inanan ve inancını yaşayan insanlara müjde olarak su­nu­lan bu cennet, Allah’la aldatılan bizim toplumumuzda nedense çok değiştirilmiş. "Eğer inanır ve inancımızı yaşarsak" cümle­sinden son­raki bölümü sanki herkes kendine tamamlamış. Çünkü bakın burada:
"İnanan ve inancını yaşanlara müjdele."

Denildikten sonra:
"Onlar için cennet vardır."
Denmesi gerekirken, o bölümü insanlar kendileri tamamla­mış­lar. Sen bu kadar dedin sağ ol, yeter ya Rabbi! gerisini biz ta­mamlarız! Demişler ve bundan sonrasını kendi bildikleri gibi ta­mamlamış­lar müslümanlar. Bakın geçenlerde bir yerde bir şeyler anlatıyordum, oradaki gençlerden biri: biz müslüman değiliz! Hocam! Dedi. İçini çekti ve biz de hayır yok! Biz müslüman değiliz! Dedi. Gerçek müslüman olsaydık nasıl olacaktık? Dedim. Eğer biz gerçek müslüman olsay­dık şu ayakkabıları kendimiz imal ederdik! Dedi. Yâni demek ki gerçek müslümanlığımızın karşılığında bunu bulurmuşuz. Demek ki ger­çek Müslümanlığı yaşamanın sonucu buymuş.

Veya bir başkası çok rahat şunu diyebilmektedir: Eğer bizler gerçek müslümanlar olabilseydik, bu ülkede herhalde İslâmî yayınlar yapan ciddi televizyonlarımız olacaktı. Eğer bugün bizler ciddi Müs­lümanlar olabilseydik, memleketimiz fabrikalardan geçilmeye­cekti. Demek ki gerçek müslümanlığın sonucu bunlara kavuşmakmış. Bütün bunları hep uyduruyoruz kendi ka­famızdan. Allah hiç de böyle demi­yor. Eğer inanırsanız ve salih amel işlerseniz, ne var karşılığında? Allah diyor ki:

" Cennet var onlar için."

İşte bu kadar. Halbuki Allah’ın Resûlü Akabe’de kendisiyle biat­leşen insanlara İslâm’ı anlattı da onlar dediler ki: “Ya Rasûlallah! Eğer biz bu dediklerini yaparsak, dediğin biçimde ya­parsak karşılı­ğında bize ne var? Ne elde edeceğiz bu işin so­nunda?” Allah’ın Re­sûlü onlara: “Bu işin karşılığında hurma bahçeleri var!” demedi. “Ye­men’e vali olacaksınız!” demedi. “Bizans sizin olacak!” demedi. Peki ne dedi? Dedi ki; “cennet var! İman ve salih amelin karşılığında cen­net var!” Zaten iyi bir müslümânâ cennet vaadi vardır. Hükümet vaadi yoktur, devlet vaadi yoktur, sıh­hat vaadi yoktur, bolluk ve zenginlik vaadi yoktur. Müslüman olur­sak devlet kurarız değil mesele. Çünkü devlet müslüman olmanın vazgeçilmez şartı değildir; ama cennet, müslüman olmanın vazgeçilmez şartıdır.
İman eden ve imanlarını amele dönüştürenler için, ne var on­lar için? Atlar, arabalar, fiyatlar, muratlar, marklar, dolarlar var­dır. Öyle değilmiş anlıyoruz âyetten. Hattâ geçimmiş, dirlikmiş, sıhhatmiş, afiyetmiş, ya da zafermiş, galibiyetmiş hiç birisi yok. Hattâ belki siz gerçekten iyi bir müslüman olun çevrenizde hiç kimse kalmayabilir. Kimi Peygamberler gibi çevrenizde üç beş kişi kalabilir. Kimi Pey­gamberler gibi belinizden testereyle biçilebilirsi­niz. Kimi peygamberler gibi şehid olabilirsiniz. Taşlanabilirsiniz kimi Peygamberler gibi. Ve onlar hiç de başarısız olmadılar yâni. Onların başlarına gelen bu tür durumlar, onların başarısız oldukla­rını göstermez. Ve İmanlarının so­nucunda bu tür şeyler başlarına geldi diye hiçbir zaman onlar yolla­rından, yöntemlerinden şüphe etmediler. Eğer biz de vahye intibakımızdan şüphe etmiyorsak, o za­man başımıza ne gelirse gelsin devam edelim yolumuza. Ama şundan her zaman şüphe edelim: Acaba bu vahiy, bu Kur’an be­nim anladığımın dışında da anlaşılabilir mi? Benim bu anlayışımın dışında da anlayış­lar var mı acaba? Diye sürekli bunu araştırmak zorundayız, bu güzel­dir işte.
Neymiş mü'minlere verilen müjde? Cennet. Bir cennet ki, ya da cennetler ki, bahçeler ki, onların zeminlerinden ırmaklar ak­makta­dır. Zeminlerinden ırmaklar akan cennetler. Arapça’da cennet; topra­ğın üzerinde yükselen ağaçlık bölümün adıymış. Al­tından ırmakların akması da bu cennetin zemininde ırmakların akması demekmiş. O zaman sarayın altından veya kökün altından ırmakların akması da yadırganmayacaktır. Yâni böyle de olabilir diyoruz. Çünkü biz dünyayı cennetleştirme cinnetinde olduğumuz için sanki bunu dünyaya taşıma çabasındayız. İşte belki bunun içindir ki odalarımızın altından ırmaklar akıyor. Ama olsun cennet­tekiler gibi değil bunlar kanalizasyon ırmak­ları.
"Orada her ne zaman bir rızıkla rızıklandırıldıklarında, her bir meyveden rızıklandırıldıklarında."

Yâni kendilerine tahsis edilen her bir rızık kendilerine ulaştı­rıldı­ğında şöyle derler:
"Bu daha önce de rızıklandığımız şeydir derler."

Biz daha önce de bundan rızıklanmıştık. Bize daha önce de Allahu Teâlâ lütuflarda bulunuyordu. Veya daha önce de bize bunların benzerleri verilmişti. Yâni daha önce de benzer şeyler yemiştik biz dünyada. Nar; dünyada da nar yemiştik biz. Muz; dünyada da yemiş­tik bundan derler. Peki bu onlara ne sağlaya­cak? Anlayabildiğimiz kadarıyla bu onlara şunu sağlayacaktır: Ha­yatın köklü oluşunun zev­kini tattıracaktır bu onlara. Bana öyle ge­liyor. Çünkü bakıyoruz Pey­gamberleri tanıtırken de böyle bir kök­lülükten söz edilmiş:
"Muhammed başka değil ancak bir elçidir, ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir."
(Âli İmrân 144)

Âyeti de bunu anlatır. Yâni Hz. Muhammed Aleyhisselâm böyle yeni yeni çıkmış, aslı astarı olmayan türedi bir şey değildir. Daha önce de benzerleri görülmüş, bilinmiş ve denenmemiştir. Yâni böyle denenmemiş, sonunun ne olacağı belli olmayan bir şey de­ğildir bu. Bilâkis daha önce de peygamberler geldi geçti. İşte Muhammed de onlardan biridir deniyordu ya. İşte burada da tıpkı onun gibi bir köklülük vurgulanıyor. Yâni Mü'minler orada: Ne olu­yor ya? Nereden geldik buraya? Neresi burası? Nasıl bir şey bu cennet? Diye şaşırma­yacaklar, acemilik çekmeyecekler, bilâkis kendilerinin dünyada işle­dikleri amellere karşılık kendilerine su­nulan bir cennet olduğunu bile­cekler bunun. Meselâ Mançurya’dan hiç bilmediğimiz, tatmadığımız bir meyve getirip verseler, şöyle bir duraklar insan değil mi? Ne ki bu acaba? Tadı nasıl? Tuzu nasıl filan diye bir tereddüt geçiririz değil mi? İşte cennette böyle bir acemilik olmayacaktır. Her bir meyve su­nuldukça a! Biz bunu daha evvel de yemiştik! Bize bunu Rabbimiz daha önce de ikram etmişti! Diyecekler. Bunun bir ikinci anlamı da, yarım saat önce kendilerine hiz­met­çileri bir meyve sunmuşlardı, şimdi aynı renkte, aynı özellikte bir ikincisi sunulacak ve bakacaklar ki bu defa da çok farklı bir tat, çok farklı bir lez­zette olduğunu görünce mü'minler: A! Hayret daha önce de bun­dan yemiştik ama bu daha farklıymış diyeceklerdir. Yâni o meyveler her sunuluşta bir öncekinin aynı gibi ama farklı tatlarda, farklı lezzetlerde olacaktır. Şekilleri, biçimleri, renkleri birbi­rine benzer fakat tatları başka olacaktır anlıyoruz. Ya da işte az evvel dediğimiz gibi biz bunları dünyadayken de yemiştik diyecekler.
"Bunlar söylediklerinin benzerleri olarak kendile­rine sunulmuştur."

Dünyadaki yediklerinin aynısı olarak kendilerine sunulmuş­tur. Halbuki oradaki süt ayrı, oradaki muz ayrı, oradaki portakal ayrıdır. Lâkin bu ayrılığa rağmen dünyadakilerle bir benzerlik ku­rup böylece onlar dünyayı hatırlayacaklar, biz dün de buna benzer bir şeyler tat­mıştık! Diyecekler. Başka neler varmış bu cennetlikler için?
"Bir de orada onlar için tertemiz eşler vardır."
Tertemiz eşler vardır orada onlar için. Tertemiz erkeklere terte­miz kadınlar, tertemiz kadınlara da tertemiz kocalar vardır o cen­nette. Ezvac kelimesi hem kadınların kocaları için temizliğini, hem de kocaların kadınları için temizliğini anlatır. Âyeti Kerimede kadının temizliğinden söz ediliyor. Ya da eşlerin temizliğinden bahsediliyor. Bunun anlamı şudur: Oradaki eşler hem madde olarak kan, idrar, koku, hayız, nifas, dışkı vs olmayacak şeklinde tertemiz. Hem de mânâ olarak yalan, dolan, cinsinden, aldatma cinsinden, ahlâksızlık, geçimsizlik cinsinden de bir kötülüğü, bir pisliği, necisliği, necesliği, küfrü, nifakı inkârı olmayacak tertemiz eşler verilecektir onlara.

Bütün bu anlatılanlar kâfirlerin kulağına gittiği halde, bunları duydukları halde, hayret ki yine de âhireti inkâr etmeye sebep bulabi­liyorlar yâni. Cennette Allah’ın Mü'minler için hazırladığı bu nîmetler anlatılınca: Ne yâni! Onları biz de buluruz dünyada! Biz de elde ede­riz! İstediğimizi buluruz dünyada. Bağ, bahçe, elma, armut, karı, kız, içki, şarap istediğimiz kadar buluruz! Alasını buluruz bu dünyada di­yorlar. Ama:
"Onlar orada ebedîyen yaşarlar."
Denilince, işte orada adamların solukları kesiliyor. İşte orada pilleri bitiyor. Çünkü bunların elde ettiği şeylerin hiç birisi sonsuz değildir. Hepsi dünya ile, ömürleriyle sınırlı şeylerdir. Öldükleri anda her şey bitecektir. Yâni tüm dünyaya sahip olsalar bile ölünce bitecektir. Ama âhirette mü’minler cennette ebediyen bu nimetlere sahip ola­caklar. Ölmeyecek, solmayacak, bitip tükenmeyecek nimetler. İşte cennet bu. Bundan sonra, eğer bu cenneti hak etmek istiyorsanız. Bunu ka­zanmak istiyorsanız diye başka bir âyete geçilecek. Ne kadar gü­zel, ne kadar hoş anladınız! İşte bu cennetin sizin olması için, bunu kazanmanız için davanızın Allah’a teslimiyet olması ge­rekir kayıtsız şartsız diyor bundan sonraki âyeti kerîme. Yâni eğer cennetten ya­naysanız, cenneti kazanmak istiyorsanız, Allah’a kafa tutmayacaksı­nız! Allah’a akıl vermeye kalkmayacaksınız! di­yor.

Peki nasıl akıl vermek? Ne tür bir kafa tutmak? Şunu anlatacaktın ya Rabbi! Bunu anlatmalıydın ya Rabbi! Şu sana yakışırdı! Ama bu dinde olmama­lıydı! Bu kitapta olmama­lıydı! denmemelidir. Çünkü bu kâfirlerin iddia­sıydı. Bakın onlar de­diler ki: Ne ya bu? Allah nelerden bahsediyor böyle? Sivri sinek­ten, kara sinekten, örümcekten bahsediyor. Böyle tanrı mı olur? Böyle mukaddes kitap mı olur? Kutsal kitapta bunlara da mı yer verilir?

Elmalılı Hamdi Yazı tefsiri :
Bu atıf vâvı, yukardaki âyetlerin mânâsından anlaşılan lâzimî mânâya işarettir. Şöyle ki: "Habibim (Resulüm)! Sen de insanlardansın ve genel olan iş bu ibadet ve kulluk emriyle sen de emre tabisin. Bununla beraber senin bir özelliğin var. Sen benim özel ve seçkin kulumsun. Peygamberlik gibi bir özel vazifen var. İşte bu seçkinliğin fermanı olan bu Kur'ân'ı ve bu meydan okuma mu'cizesini gördün ya, bunu al ve senin için hiçbir korku, hiçbir keder olmadığını anla. Bütün insanları emrine davet et, mu'cizeni göster. Yola gelmeyenlere bu korkutmamı tebliğ et! Bundan başka bir de erkek olsun, dişi olsun iman edip de iyi işler yapanlara, bir Allah'a kulluk imanına yaraşır, akla ve nakle uygun güzel ameller işleyenlere de şunu müjdele!
"Sâlihât" kelimesi "sâliha"nın çoğuludur. "Salih" aslında iyi, yaraşıklı, aklen ve naklen doğru, hayırlı mânâsına sıfat iken nakil tâ'sı ile ("hasene" kelimesi gibi) "güzel amel= güzel iş" mânâsına isim olmuştur ki, kalbî, bedenî, malî olmak üzere üç çeşidi vardır. Ve burada iman ile amelin az çok bir farkı anlaşılır. Fakat müjdeleme sadece imana değil, tümüne yapılmıştır. Amel imandan bir cüz' (bölüm) değilse de, amelsiz müjdeleme hakkı olmadığı da anlaşılıyor. Sonra müzekker cemi'lerinde tağlib vardır ki erkekleri ve kadınları içine alır. Bu kapsamı ilerde (Ahzab, 33/35) gibi âyetlerle anlarız.
Kısaca iman ile iyi amelleri (amâli sâlihayı) birleştirenlere şunu müjdele ki onlar için cennetler var. Yani içine girilmeden görülmez, gizli, çok değerli bağlar, bahçeler var. Bunların tümünü kapsayan ahiret vatanına, sevab evine "cennet" denilir. Cennet aslen lügatte masdar binâi merredir ki "bir örtüş", "bir kerre setr" demektir ve bu maddenin bütün müştakkâtında (türevlerinde) bir nevi "örtme" mânâsı vardır. Nitekim "cin", herkese görünmez gizli bir çeşit yaratık. "Cinnet", aklın kaybolması; "cen" kararmak, görülen eşyanın bakıştan gizlenmesi demektir. İkinci olarak "cennet" bir örtü mânâsından zemini görünmez, gayet girift ağaçlarla örtülmüş bahçe ve bostana söylenmiştir. Üçüncü ola r ak din dilinde, dünya gözüyle görülemeyen Hak gaybda gizli "dâru'ssevab" (sevab yurdun)ın ismi olmuştur ki, Kur'ân'da "elCennetü" denildiği zaman bu ortaya çıkar. Fakat "elif lâm = "sız olarak "cennetün" denildiği zaman yerine göre kâh bu ve kâh ikinc i mânâya gelmiştir. "altından ırmaklar akan cennetler" denildiği zaman da "elCennetü"nün cevabı ve mertebeleri kastedilir ki, burada öyledir.
Bunlar öyle büyük ve geniş cennetlerdir ki altında mesela dünyadaki Nil, Fırat, Ceyhun, Seyhun nehirleri gibi büyük büyük ırmaklar akar. Öyle küçük çaylar, su kanalları, arklar değil, nehirler. Halis temiz su nehri, taze süt nehri, safi bal nehri, sarhoş etmez, aslı tasavvur olunmaz, içeceği temiz nehir akar, bu cennet bahçelerinin ayrıntılarını sormak mı istersiniz? Bunlar tarif edilir şeyler değildir. Onlar da: "Hiçbir göz görmemiş, hiçbir kulak duymamış, hiçbir beşerin kalbine gelmemiştir." (hadisinde dile getirilen) şeyler vardır. Çünkü insanlar örneğini görmedikleri şeyleri anlayamazlar.
Bunun için şimdilik şu kadarını anlayınız ki: o güzel amel sahibi müminler bunlardan, bunlardaki meyvelerden bir rızık ile rızıklandıklarının her defasında ha bu, o rızık o nimet ki, bize bundan önce yani dünyada da kısmet olmuştu diyecekler. Ve her alışta onu başlangıçta dünyada rızıklandıkları nimet türünden görecekler. Çünkü iman ve amellerinin sevabıdır. Gayıbdaki o bahçeleri, dünyadaki bu iman ve amel ile yetiştirdiler ve bunların bir çeşit meyvesi dünyada da az çok görülür ve hatta tadılır. Nitekim "Rabbinin huzurunda hesap vermekten korkan kimse için iki cennet vardır." (Rahmân, 55/46) buyurulmuştur ki, biri dünya, biri ahiret cennetidir. Gerçekte insanların hepsi Allah'tan korkmuş ve ona göre amel etmiş olsalardı, dünyanın da her tarafı bir cennet kesilirdi. Fakat Allah'ı ve ilâhî makamı tanıyanlar ve ondan korkanlar için bundan başka bir cennet daha vardır. Onlar fanî dünyada bu ümit ve müjdeyle hiçbir üzüntünün altında boğulup kalmazlar. Allah korkusu hiçbir korkuya benzemez. Onun yanında daima ebedî bir neş'enin zevki vardır, rıdvân (Allah'ın rızası) zevki. Acaba iki âlemdeki bu zevk, bu semere (meyve) hakikaten aynı çeşitten midir? Hayır aynı çeşitten değil. benzerdirler, birbirine karşılıklı olarak bir benzeyişleri vardır. Ve önce onlar buna bu benzeyiş halinde sevkolunmuşlardır. Gerçekte ise aralarında aynı şey olma bakımından büyük farklar vardır. Bu cümleden olarak biri saf olmayan, diğeri saftır; biri gaybe ait zevk, diğeri mahzı şühût (tamamen görme, görünme)dur. Dünyada bu rızık, bu semere, gölge s iyle sırf ruhanî ve aklî olarak tadılır. Ahirette ise tam hakikati ile aynı vücut (aynı varlık) olarak hakka'lyakîn (gerçekliğinde şüphe olmayan) bir şekilde tadılır. Bunun için ahiret ruhuma mı, cismime mi diye düşünüp durma, o senin Allah katında bili n en hakikatinedir. Sanadır sana! Sonuç olarak biri elden kaçabilir, kesik, sonlu, ebedî olmayan; diğeri kaçmaz, devamlı ve ebedîdir. Bu âyetin bu iki cümlesi bize gösteriyor ki, dünyada anlayış ne kadar yükselir, iman ve amel de onunla ne kadar uygun olursa ahirete ait meyveler de o kadar çok olacak ve o oranda yükselecektir. ve denilmesinde buna büyük bir delâlet vardır. "Ey Rabbim, ilmimi artır, de." (Tâhâ, 20/114).
Bu meyvelerden başka onlar için o cennetlerde tertemiz, pampak çiftler, eşler, yani erkekler için hanımlar, hanımlar için kocalar vardır. Ve bunların hiç birinde dünyadaki pisliklerden eser yok. Bunlar sadece temiz değil, her yönden temizlenmiştirler. O zevceler (hanımlar) de ne maddî olan kir, hayız ve nifas ve diğerleri gibi tabiî, cismanî; ne de ahlâksızlık, geçimsizlik, biçimsizlik, münasebetsizlik olmadığı gibi kocalar da öyle pampak, tertemizdirler.
Şimdi diyebilirsiniz ki, aynen böyle değilse de, bunlara hemen hemen benzer bahçeler, meyveler, kocalar ve hanımlar dünyada olabilir. Vatan denilen şey de böyle bir cennet gibi olabilir. Evet "Dârı İslâm" (İslâm ülkesi) dediğimiz müslüman vatanının da böyle olması gerekir. Ve bu âyet sınırlamasıyla buna da işaret etmiştir. Fakat mesele ve müjde bundan ibaret değil. Dünyadaki b u İslâm ülkesinden başka asıl bir dâru'sselâm (eminlik evi) vardır ve bunların birbirinden sizin anlayacağınız en açık farkı şudur:
o kâmil iman ve güzel amel sahipleri bu cennetlerde ebedî ve devamlıdırlar. Bir kere girince artık bir daha çıkmazlar. Diğer âyetlerde "hulûd", "ebeden" (ebedî olarak) diye de te'yit edilmiştir. Halbuki dünya vatanı, dünya cenneti ne olsa elden gidebilir. Kâmil iman ve güzel amel sahipleri İslâm
ülkesi olan vatanlarını Allah Teâlâ'nın izniyle muhafaza ve müdafaa ederler. Ve onu harap olmaktan mallarıyle, canlarıyle korurlarsa da bunda ilâhî takdir başka türlü de ortaya çıkabilir ve nihayet bundakilerin hepsi çıkarlar, ölürler, giderler, bunun böyle büyük küçük kıyameti de vardır. Fakat "eminlik vatanı" (ahiret cen n eti) öyle değil, asıl cennet bahçelerine gidenler orada ebediyyen kalırlar, ki bütün müjde bundadır. Ve bütün saadet bundadır ve "en büyük rıdvân" (Allah'ın en büyük rızası) bundadır. "Güzel davrananlara daha güzel karşılık ve fazlası var." (Yûnus, 10 /26).
Bir takım kimseler, bu gibi müjdelerde, bilhassa rızıktan ve kadından bahsedilmesine itiraz etmek istiyorlar ve: "Dine ait duygular insanı bunlardan kesip, yalnız ruhanî lezzetler ile uğraştırmalı." diyorlar. Fakat şurası gariptir ki, böyle diyenlerin hepsi bu iki cisme ait zevk için can verenlerin yanında ortaya çıkıyor. Halbuki bu müjdeler, görüldüğü üzere, her yönü tamamen toplayıcı bulunuyor. Ve ahiret zevklerinde, dünyadaki zevklerden hiç birinin aynısı, benzeri eksik olmadığını ve bunun karşısında dünyaya ait şehvetlerin adiliğini, çirkinliğini de gösteriyor.
Kur'ân'a ait açıklamaları kötü telakki ile karşılamak isteyenleri hem red ve hem doğru yola getirmek için şimdi de Kur'ân'ın dilinin üslubu hakkında bir hatırlatma yapılacaktır. Vaktiyle kâfirlerden bazıları: "Allah her şeyi doğrudan doğruya gerçekliğiyle anlatıvermeli idi. Temsiller, teşbihler Allah kelamında yakışır mı? Hem bu temsiller, bu meseller, zübâb (sinek), beyti ankebût (örümcek yuvası) gibi sineğe, örümcek yuvasına kadar iniliyor. bunlar Allah için ayıp değil mi?" gibi mânâsız sözler söylemişlerdi. Şu halde bunları red ve herkese gerçeği açıklamak için beyan etmede bazan mesel îrad etmenin kıymeti bulunduğuna, meselin de bir gerçeği kapsadığına ve bu sebeple Kur'ân lisanı n da yerine göre tahkik gibi temsilin de varlığına ve bunların hafife alınmaması, kötü yorumlara uğratılmaması ve bu yüzden sapıklığa düşülmemesi ve hepsinin Allah yanında hak olduğuna iman edilmesi gereğine tenbih ederek buyuruluyor ki:

Prof. Bayraktar Bayraklı:
Yüce Allah'ın Kur'an'da kullandığı metotlardan biri, cehennemin anıldığı bir ayetten hemen sonra, cenneti gündeme getirmesidir. Yüce Allah, Bakara suresinin biraz önce izahını yaptığımız 24. ayetindeki cehennemden sonra bu ayette cenneti ele almıştır. Başka bir ifadeyle, uyandan hemen sonra müjde vermektedir. Bazen müjdeden sonra uyarı yaptığı da olmaktadır, mesela Hz. Peygamber'in vasıflarını anlatan Ahzab/4546'da, önce müjde verilmekte, ar­dından da uyan yapılmaktadır.
İnsanlann cehennem korkusu ile dinden tiksinmemeleri için, cehennemin geçtiği her ibarenin ardından cennetin zikredilmesi, bu kötümserliğin iyim­serliğe dönüşmesini temin etmek amacına yöneliktir. Çünkü dindeki ilahî
amaç, insanları yakmak değil, tam tersine onları mutluluğa götürmektir. Mut­lak mutluluk yeri cennettir. Cennete ulaştırmak, dinin amacı olabilir; ama ce­hennemde yakmak, dinin amacı olamaz ve değildir de. Bu nedenledir ki Yü­ce Allah, dinde asıl amaç olmayan cehhennem konusundan hemen sonra, di­nin amacı olan cennet konusunu işlemektedir.
Bakara/24 ayetinin sonu şöyle bitiyor:
(Cehennem kâfirler için hazırlanmıştır).
Âli İmran/133 ayetinin sonu da şöyledir:
(Cennet muttakiler için hazırlanmıştır).
Her iki ayetin ortak noktası, 'hazırlanmak' kavramıdır. Yüce Allah, "Ben hazırladım" demeyip fiili meçhul olarak kullanmaktadır. "Hazırlanmıştır" ifadesiyle, faili gizlenmiştir. Eğer fail Allah'ın kendisi olsaydı bunu söyleye­cekti. Bu nedenle cenneti veya cehennemi isteyen insandır. Diğer bir ifade ile insan, bu dünyada yaptıklarıyla ya cennetini veya cehennemini hazırlamak­tadır.
Ayette, İman edip yararlı işler yapanlara altından ırmaklar akan cennet­leri müjdele buyrulmaktadır. Demek ki iman ve iyi ameller insanı cennete götürmektedir. (İmanın ne olduğunu Bakara suresinin ilk ayetlerinde kısaca açıklamıştık. Aynı şekilde iyi amellerin bir kısmı da aynı ayetlerde geçmek­tedir. Kur'an'ın bütünü içinde "iyi ameller" çeşitli ayetlerde gündeme gele­cektir. Fakat bizim burada kısaca vereceğimiz bir ölçü vardır). İnsanı Allah'a yaklaştıran ve insanlığa fayda getiren, hayatı kolaylaştıran ve insanı mutlu­luğa götüren her eylem, 'iyi amel'in kapsamına girmektedir. İmanın görevi, iyi davranışı meydana getirmek ve o davranışa hayat vermektir. İyi davranış, yani yararlı işler imanın etkinliğinin göstergesi olmaktadır. İnsanın eylemle­ri, içindeki, yani gönlündeki imanının gücünü, derinliğini ve yoğunluğunu göstermektedir. Güçlü iman, daha faydalı amellere götürür. Onun içindir ki Yüce Allah, çoğunlukla, imandan hemen sonra, yararlı işleri gündeme getir­mektedir. İşte bu ayette de, imandan hemen sonra yararlı işler zikredilmekte, bunları yapanlar da son durak olarak cennetle müjdelenmektedir.
Burada sormamız gereken bir soru vardır: İman eden ve iyi ameller üre­ten insanın cennet müjdesine ihtiyacı var mıdır?
Bu sorunun cevabını insanın doğasından hareket ederek vermemiz mümkündür. Yüce Allah, insanın tabiatını kaderde planlarken, ona bir özellik koy­muştur. O da, insanın, karşılığı olmayan bir eylemi yapmamasıdır. Ödülü ol­mayan, karşılığı verilmeyen ve çıkar sağlamayan bir işi insana yaptırmak he­men hemen imkansızdır. Öyleyse inşam harekete geçirip bir iş yaptırabilmek için, onu motive etmek gerekiyor. İman etmek ve yararlı iş üretmesini sağla­mak için Yüce Allah cennet denen ödülü koymaktadır. Cenneti aşarak, sade­ce Allah için ibadet yapan insanlar çok azdır. Yapılan amele karşılık, Allah'ın rızasını istemek de bir beklentidir. Ama bu beklenti, cenneti beklemekten da­ha büyük bir erdemliliği ifade etmektedir. İnsan, iman ve amelinin gelişmiş­liği nisbetinde beklentisini daha yüce hedeflere doğru kullanacaktır. Cenneti umarak, onun müjdesini bekleyerek ve ona karşılık olarak amel üretmenin de yaratılışın bir gereği olduğuna işaret olsun diye Allah bu ayeti göndermiştir.
Bu ayeti insanlık alemine uyarladığımız zaman, şu prensibi yakalamamız mümkün olacaktır: Güvenilen ve yararlı iş üreten insanları ödüllendirmek gerekir. Ödüllendirilmeyen basanlar, zamanla solup giderler. Bir toplumun gelişimi, başarılı insanlarım ödüllendirmesine bağlıdır. Başarıyı ödüllendir­mek, ilahî bir sünnettir. Bu sünneti tatbik etmeyen toplumları Yüce Allah yü­celtmez. Çalışan, bir iş üreten ve bir başarıya hayat veren insanları itmek, on­ları kıskanmak ve onları ödüllendirmemek, Allah'ın sünnetine aykırı olduğu gibi, toplumun gelişimini engelleyeceği için de, bir zulümdür. Başarılı olan­ları ihmâl etmek, yeni bitmiş orman fidanlarını kesmek kadar büyük bir hak­sızlık ve büyük bir ihmaldir. Allah bu prensip ve bu eğitim uygulamasını bi­ze öğretmekte, iman ve amelin nasıl bir ödülle değerlendirileceğini anlat­maktadır.
Başarılı insanlar, ödüllendirilmek' ve takdir edilmelidir. Bu, onlar için iti­ci güç olacak ve onların daha başarılı işler üretmesine sebep olacaktır.
Yüce Allah'ın iman edip, yararlı işler üretenlere, ödül olarak vâdettiği cen­netin özellikleri nelerdir? Ayette bu özellikler şöyle sıralanmaktadır:
1. İçinden (altından) ırmaklar akmaktadır.
Dünyevî nimetlerin en önemlisi ve hayatın kaynağı olan su, ebedî hayat­taki cennetin nimetlerinden birini teşkil etmektedir. Dünyada susuz hayat ol­mayacağı gibi, ahirette de cennetin en önemli nimetinin su olacağı gerçeğine işaret edilmektedir. Dünyadaki su ile cennetteki suyun arasındaki fark, Muhammed/15 ayetine göre bozulmamasıdır. Demek ki, ahiretteki hayatta bu dünyadaki gibi bozulma ve kokma yoktur.
Dünyadaki iyi ameller, ahirette bozulmayan ve kokuşmayan ödüllere dö­nüşmektedir. "İyi amel" bozulmaz ve kokuşmaz olduğu için, geçici dünyayı ebedî dünyaya taşımaktadır.
2. Meyvelerle nzıklandınlacaklardır, sudan sonra en önemli ödül, meyve­dir.
Su insana hayat verirken, meyve zevkle yenilen bir nimettir. Yüce Allah'ın iki ödülü birlikte zikretmesi anlamlıdır. Cennetteki meyvelerin, bu dünyadakilere benzemesi ilginçtir. Demek ki, bu dünyadaki nzıklar, cennettekilerin bir benzerini teşkil etmektedirler.
3. Tertemiz zevceleri olacak ifadesindeki temiz kavramı, her türlü pislik­ten arınmış manasına gelmektedir.
Dünyada gayri meşru cinsel ilişkiye girenler orada bu mükafaata ulaşa­mayacaklardır. Bu ödülün konması, insanları bu dünyada, cinsel balamdan ahlâklı yaşamaya teşvik etmek içindir.
Dünyada pisliğe bulaşmış bir kadın, cennette temiz olamaz. Burada nef­sine düşkün olan ve hayasızca bir hayat yaşayan erkek de orada, tertemiz eş­lere nail olamayacaktır. Bu durumda ayetin başında yer alan "iyi amel" kav­ramı, helal lokma yemeyi ve cinsel ahlâk bakımından temiz olmayı da içine almaktadır. Daha açık bir ifade ile rızık kavramı, bu dünyada helal lokmanın karşılığı; su ve temiz zevce de cinsel ahlâk bakımından temiz yaşamanın kar­şılığıdır.
4. Cennetteki hayat ebedîdir:
(Cennette ebedî olarak kalıcıdırlar) [Bakara/25] ifadesiyle Al­lah, iman edip iyi davranışta bulunanlara sonsuz bir cennet hayatı vaadetmektedir. Demek ki, dünyada insanın yaptıkları, öteki alemdeki sonsuz haya­tın karşılığıdır.

Mahmut Toptaş tefsiri :
Yalnız dünya için'çalışanlar, çalıştıklarının karşılığım bu dünyada alırlar. Ahiret yurduna hazırlık yapanlar ise hem bu dünyada hem de ahirette karşılığını en güzel şekilde alırlar.
Kâfire ahirette yakıtı insan ve taş olan cehennem gösterilirken, mü­mine ise köşklerin, suların, çiçeklerin en güzel ve temiz eşlerin olduğu cennet vadedüiyor.
Bu dünyada insanlardan bir kısmı bir villaya, arabaya ve güzel bir kadına sahip olmak için kendilerini her türlü tehlikenin içine atabiliyor.
Halbuki bu dünyanın çiçekleri soluyor, sevgililer önce soluyor sonra ölüyor. Doğanlar ölüyor, yapılanlar yıkılıyor. Gençliğini harcıyor birçok şeye sahip oluyor, tam yaşayacağım dediği anda doktoru ona tuz'u, yağı, tatlıyı yasaklıyor ve eşine karşı da iktidarsızlık dönemi başlıyor.
Müminler kendilerini ahirete göre ayarlarlar. Allah (c.c.) onlara bu dünyayı da verir. Ama geçici olan bu dünya nimetleri cennette solmadan devam eder. Geldiğimiz yere dönüyoruz.
Yemyeşil bir ülkeden[1][86] geldik. Yeşillikler üzerindekep, ba'zan gözyaşı, ba'zan ahnteri ba'zan kanla yapılır. Cennete doğru koşan bu dünyada terliyecek, tökezleyip günah bataklığına düşerse tekrar kalkıp koşacak kirlerini göz yaşıyla yıkayıp pişmanlık ateşiyle yakacak. Dünyada nedamet ateşiyle günahlarından temizlenmeyen müminleri Al­lah lütfedip afvetmezse cehennem ateşiyle temizleyecektir. Yunusvari di­yelim: "Gelin bugün yanalını yarın yanmamak için."


Prof. Seyid Kutub tefsiri:
Burada değinilen nimet türleri arasında el değmemiş eşler yanında şu birbirinden ayıra edilemeyen, Cennetliklere daha önce yedikleri türden meyveler olduklarını düşündüren, yani ya isim ve görünüş bakımından dünya meyvelerine ya da Cennet'te daha önce kendilerine sunulan başka meyvelere benzedikleri için Cennetliklerin algılarını yanıltan meyveler dikkati çekmektedir. Sözünü ettiğimiz dış benzerliğe rağmen içten farklı olma özelliğinin her ikramda Cennetliklere sürpriz yapma amacına dönük olduğunu düşünebiliriz. Gerçekten Cennetliklere sürpriz üzerine sürpriz yaşatan, her seferinde dış benzerliğin yeni bir şey ortaya çıkardığı bu ikram biçimi, gözlerimizin önünde tatlı bir oyun, renkli bir hoşnutluk ve göz kamaştırıcı bir ağırlanma tablosu çizmektedir.
Burada sözü edilen şekil benzerliği yanındaki özellik farklılığı, yüce Allah'ın yaratma sanatında açıkça görülen ve her varlığa görünüşünden daha büyük bir öz, bir içerik sağlayan bir özelliktir.
Bu büyük gerçeği gözler önüne seren bir örnek olarak insanı ele alalım. Eğer yaratılış bakımından, biyolojik yapı açısından düşünürsek insanların hepsi aynıdır. Yani baş, gövde, kol ve bacaklardan; et, kan, kemik ve sinirlerden oluşmuş; iki gözü, iki kulağı, ağzı ve dili olan, bütün organları diğer canlılarınki ile benzer hücrelerden meydana gelmiş bir canlı varlık. Biçim ve ana madde bakımından yapı aynı yapı ve sentez aynı sentez. Fakat gerek özellik ve eğilimleri, gerekse karakter yapısı ile yetenekleri bakımından bu insanlar arasında ne kadar büyük farklar var, değil mi? Öyle ki, bütün ortak yönlere ve görünüş benzerliklerine rağmen iki insan arasında bazan yer ile gök arasındaki uzaklıktan bile daha büyük farklar olabilmektedir.
Yüce Allah'ın yaratma sanatının bütün alanlarında, bu korkunç, bu baş döndürücü farklılığı görebiliriz. Çeşitli cinsler, çeşitli türler, çeşitli şekiller, çeşitli özellikler, çeşitli yetenekler ve çeşitli nitelikler. Fakat bütün farklılıklar, benzer yapılı ve benzer elementlerden oluşmuş "hücre" adını verdiğimiz ortak bir yapıtaşına indirgeniyor.
Yaratma sanatının ürünleri ve gücünün alâmetlerini gözler önüne seren tek Allah'a kulluk etmekten kaçınacak bir insan olabilir mi? Gerek gözün gördüğü ve gerekse göremediği bütün eserlerinde mucizenin elini açıkça gördüğümüz bu Allah'a başka şeyleri eş ya da ortak koşacak biri bulunabilir mi?

Ömer Nasuhi Bilmen tefsiri :Kur'ânı Kerîm'in âyetleri arasında pek güzel bir uyum, bir münasebet vardır. Evvelki âyetler, küfür ve isyan sahiplerinin uğrayacakları ahiret azaplarını ve felâketlerini bildirmiştir. Bu âyeti Kerîme'de İman ve güzel âmel sahiplerinin ahiret âleminde ebedî olarak kazanacakları nimetleri, mükâfatları bildirmektedir. Şöyle ki: Ey yüce peygamberim! (İman edîp güzel güzel amellerde bulunanlara müjde var) onları müjdele (şüphe yok ki onlar için) ağaçları (altından ırmaklar akan cennetler vardır.) Bu mü'min, salih kullar için ne büyük bir müjdedir. Bu müjde, bütün insanlığı uyanmaya davet ve o gibi nimetleri kazanmaya teşvik hikmetini de içermektedir.
Evet... mü'min, güzel amellere sahip olanlar için ebedî, mesut bir hayat vardır. Onlar "cin.an, cennât" denilen ve ağaçları altında tatlı tatlı ırmaklar akan ebedî bir âlemde pek mühim nimetler elde edeceklerdir. Ve mü'min salih kullar (Her ne vakit o cennetlerden bir meyva ile rızıklanınca) vaktiyle dünyada da elde etmiş oldukları nimetleri hatırlayarak (diyeceklerdir ki: Bu meyva bizim evvelce rızıklandığınız bir meyvadır) o nevidendir. Bu zatlar, Cenâbı Hakkın kendilerini dünya da da, ahirette de rızıklandırmış olduğunu bir şükran vesilesi olarak saygılı bir lisan ile anacaklardır. Gerçek şu ki, her ne kadar dünya nimetleri, cennet nimetleri kadar ebedî, leziz, fevkalâde bir tazelik ve güzelliğe sahip değilse de şekil ve mahiyet itibariyle onlara kısmen benzemektedir. Bu bakımdan bu dünya nimetleri de daima şükrana lâyıktır.     (Onlara birbirine benzeyen) böyle nimetler (verilmiş olacaktır.) Bu ne büyük ilâhî lutuftur. Evet... Güzel düşünülürse dünyada da nail olduğumuz nimetler. birer ilâhî lutuftur. Bunlar da ne kadar kıymetlidir, ne kadar şükrana lâyıktır. (Ve onlar için» o mü'min, salih kullar için (cennetlerde tertemiz) her kusurdan uzak (eşler de vardır.) Bu da ne büyük bir nimettir. Evet... Dünyadaki evlilik hayatı da meşru, faziletli ve temiz olunca hayatımızın devamına, inkişaf ve güzelleşmesine pek iyi bir vesiledir. Demek ki bunlar ahiret hayatında da liyakatli kimseler için birer büyük nimet mahiyetinde bulunacaktır.
Artık bugün de kısmen olsun elde ettiğimiz nimetlerin kadrini bilmemiz icap etmektedir. Bu dünyevî nimetleri küçümseyenler, bunların uhrevî hayatta ne işleri var diyenler ise nimete nankörlük etmiş, dünya hayatını da, ahiret hayatını da güzelce anlamak meziyeinden mahrum kalmış kimselerdir. (Ve onlar) mü'min, salih, şükreden kullar ise (o cennetlerde ebedî olarakkalacaklardır.) İşte insan daha dünyada iken böyle bir istikbale sahip olmanın sebeplerine sarılmalıdır. İmandan, salih amellerden asla ayrılmamalıdır. Cenâbı Hakkın korumasına sığınmalıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder