Bakara 114 - Allah'ın adının anılmasını engelleyenler



“Kim Kur’ana dosdoğru uyarsa, Kur’an onu sapıklıktan kurtarıp doğru yola eriştirir ve kıyamet günü onu kötü bir hesaptan korur” (Hadis-i şerif)

Muhammed Esed:
Bazı özel düzenlemeleri ile ne kadar çok uyuşmazlık içinde olunsa da Allah inancını temel eksen olarak kabul eden her dine tam saygı gösterilmesi zarureti, İslam'ın temel prensiplerinden biridir. O halde Müslümanlar, ister cami, isterse kilise ya da havra olsun, Allah'a adanmış bütün ibadet mahallerini korumak ve onlara saygı göstermekle yükümlüdürler (karş. 22:40'ın ikinci paragrafı); ve başka bir inancın mensuplarını kendi inançlarına göre Allah'a ibadet etmekten alıkoyma teşebbüsleri Kur’an tarafından kutsallığa tecavüz fiili olarak nitelenmiş ve lânetlenmiştir. Bu prensibin çarpıcı bir tasviri, Hz. Peygamber'in H. 10. yılda Necran'lı bir Hristiyan heyetine karşı davranışında örneklenmiştir. Her ne kadar Hz. İsa'yı “Allah'ın oğlu” ve Hz. Meryem'i “Allah'ın annesi” olarak kabul etmeleri İslamî inançlarla temelden çatışıyor idiyse de onlara Hz. Peygamber'in mescidine serbestçe girme izni verilmişti ve o'nun kesin rızası ile orada kendi dinî ayinlerini ifa etmişlerdi (bkz. İbni Sa‘d I/1, 84 vd.).
Diyanet:
……. Bu bölümdeki âyetlerin temel konusu dikkate alınarak "mescidlerin harap olması için çalışan" İfadesiyle, Süleyman Mâbedi'ni yakan Romalı putperestlerin, "Allah'ın mescidlerinde O'nun adının aml-masma engel olan" ifadesiyle de müslümanlann Mescid-i Haram'a girip ibadet etmelerini engelleyen Mekkeli putperestlerin kastedildiği düşünülebilir. Fahreddin er-Râzî, bu hususta dört yorum zikrettikten sonra beşinci bir yoruma yer vermekte ve bunu daha güçlü bulmaktadır. Buna göre yahudiler, Kabe'ye yönelerek namaz kılınmasını hazmedemiyorlar, müşrikleri Kabe'yi tahribe teşvik ettikleri gibi kendileri de Medine'deki Mescid-i Nebevî'yi tahrip için çalışıyorlardı.
Bu tür yorumlar, âyette mutlak mânada ibadet ve mâbed düşmanlığının hedef alındığını düşünmemize de engel değildir. Buna göre, geçmişte veya gelecekte mâbedlerde Allah'a ibadet edilmesini engelleyen, oraların maddî veya manevî anlamda yıkılıp harap olması veya her ne suretle olursa olsun işlevsiz bir duruma düşmesi için çabalayan her türlü olumsuz hareketler Kur'ân-ı Kerîm tarafından kesin bir surette kınanmıştır. Zira ibadet, insanın yaratıcısıyla ilişkisini sağlamada ve bu suretle onda kulluk bilincini canh ve sürekli kılmada en önemli işleve sahip düzenli davranış biçimleri; mâbedler de sadece bu işlevin yerine getirilmesi için tesis edilmiş kutsal mekânlardır. Şu halde âyette verilen asıl mesaj, mâbedlerin dokunulmazlığı ve ibadet özgürlüğüdür. Nitekim bu temel yaklaşım dolayısıyla Kur'an, "içinde Allah'ın isminin anıldığı" (ibadetlerin yapıldığı) mescidlerle birlikte kiliselere ve havralara da saygı gösterilmesi gerektiğine işaret etmiştir. Bazı yanlışları da bulunsa, Allah inancını ana eksen olarak alan Ehl-i Kitabın ibadet özgürlükleri ve tapınaklarının saygınlığı Hz. Peygamber'den itibaren müslüman yöneticilerin titizlikle uydukları bir ilke olarak yaşatılmıştır. Hatta Hz. Peygamber, Necranlı bir hıristiyan heyetinin Medine Mescidi'ne girerek burada kendi dinlerine göre âyin yapmalarına bile izin vermiştir.  İşte diğer kitabî dinlerin ibadet ve mâbedleri için bile böylesine sayılı bir bakış getiren İslâm dini, kendi mâbedleri olan mescidlerde ibadet edilmesine engel olan ve bu mukaddes mekânların tahribine çalışanları zalimlerin en zalimi saymış (zulüm teriminin Kur'ânî anlamı için bk. Bakara 2/54); bu sebeple konumuz olan âyette onların mescidlere, ancak müminlerin gücünden, onlar tarafından yakalanmaktan korkup çekinerek girebileceklerine, bunun için de müminlerin güçlü olmaları gerektiğine; aynca mâbedlerin, kötü niyetlilerin oraları tahribe ve ibadet edilmesini engellemeye cesaret edemeyecekleri şekilde güvence altında tutulması gerektiğine işaret edilmiştir.

Ali Küçük:
Yeryüzünde zulümlerin en çirkini Allah’ın arzında, Allah’ın mescidlerinde, Allah’ın adının anılmasını engellemektir. Mescidlerde Allah’ın adının anılmasını engellemek; öncelikle Allah’ın hukukuna müdahale, sonra da müslümanların ibâdet özgürlüklerine kısıtlama anlamına gelir ki, bundan daha büyük bir zulüm düşünmek mümkün değildir. Evet Mescidi Aksa’yı, Mescidi Haram’ı ve topyekün dünya mescidlerini bu hale getirenlerden daha zâlim kim olabilir? Yeryüzünün en büyük zâlimleri bunlardır.
         Bu adamlar ki, kendilerini hâlâ cennetlik zannediyorlar. Kendilerinden başka kimseye de cenneti vermek istemiyorlar. Ama bakın ki beri tarafta, Allah’ın bu mescidlerini ve yeryüzünün her mekânı olan mescidlerinde, Rabbim Allah diyenlere hayat hakkı tanımıyorlar. Allahu Ekber demelerine tahammül edemiyorlar. Namaz kılmalarına tahammül edemiyorlar. Allah’tan başka herkesin büyütülmesine, Allah’tan başka herkesin hamd edilmesine razı oluyor adamlar da Allah’ın hamd edilmesine razı olmuyorlar. Allah’tan başka herkesin düşüncelerini sergilemesine izin veriyorlar da Allah’ın ahkâmının uygulanmasına tahammül edemiyorlar.
         Allah’ın kitabının okunmasına, Allah’ın âyetlerinin anlatılmasına izin vermiyorlar. Allah kullarına, Allah’ın mülkünde, Allah’ın istediği hayatı yaşamalarına izin vermiyorlar. Allah’ın kullarının şu yeryüzü mescidinde, şu arzda, Allah’ı hamd etmelerine yâni Allah’ın istediği biçimde giyinmelerine, Allah’ın istediği biçimde bir hayat sürmelerine izin vermiyorlar. Öylece Allah’ı övmelerine, Allah’a hamd etmelerine izin vermiyorlar. Şimdi acaba bundan daha büyük zulüm olur mu? Onun mülkünde ona hayat hakkı tanımıyorlar. Bu halleriyle nasıl oluyor da bu adamlar, hâlâ cennetlik olduklarını söyleyebiliyorlar? Halbuki Allah, onlar için zâlimlerin en kötüsü ifadesini kullanıyor.
….
Şu anda da tüm yeryüzü mescidlerinde Allah’ın âyetlerinin açık açık gündeme getirilmesine, dünya müslümanlarını rahat rahat Allah’ın âyetlerinin duyurulmasına ve tüm dünya müslümanlarının bu âyetlerle eğitilmesine imkân vermeyerek, sadece kendilerinin izin verdiği kadar âyetlerin duyurulmasına ve bunun dışındaki âyetlerin yasaklanmasına çalışanlar, bunlar mı cennetliktir? Ya da bunlardan daha zâlim kim olabilir? Bu adamların da kendilerini cennetlik görmelerine hayret etmemek mümkün değildir.
….
         Peki acaba mescidlerde Allah’ın adının anılması ne demektir? Mescidlerde Allah’ın adının anılması demek; gündem maddesi olarak Allah’ın ve Allah’ın âyetlerinin açık açık konuşulması, gündeme getirilmesi demektir. Allah’ın âyetlerinin, Allah’ın kitabının mücerret okunmasına ses çıkarmayanlar, bu âyetlerin muhtevalarının gündeme getirilmesine, âyetlerin açıklanmasına tahammül edemiyorlar. Âyetlerin mânâlarının net bir biçimde ortaya konulmasına tahammül edemiyorlar. Kendi kanunlarıyla, kendi arzularıyla Allah’ınkiler çatışınca Allah’ınkilere izin vermemeye çalışıyorlar. En iyisi mi Allah’ın arzularını duyurmayalım. Eğer insanlar Allah’ın âyetlerini, Allah’ın arzularını duyarlarsa o zaman onunkilerle bizimkiler çatışacak, insanlar bizimkileri mi dinleyecekler, Allah’ınkileri mi? Bu kaostan kurtulmak için ne pahasına olursa olsun Allah’ınkilere geçit vermeyelim diyorlar.
         Kâbe’de, Allah’ın arzında, Allah’ın mescidinde, Mescidi Aksa’da yine Allah’ın mescidinde, Allah’tan başka ne kadar tanrıça, tanrı taslağı varsa bunların hepsinin adının anılmasına müsaade ettiler, ama Allahu Teâlâ’nın adının zikredilmesine müsaade etmediler. Oralarda herkesin arzularının, isteklerinin, emir ve yasalarının duyurulmasına izin verdiler de Allah’ın yasalarının açıkça ilânına yasaklar koydular. Müslümanları oraya sokmamaya, orada namaz kılmalarına engel olmaya çalıştılar.
         Şu anda da dünyada herkesin adının zikredilmesine evet, ama Allah’ın adının zikredilmesine hayır dedikleri gibi. Gündem maddesi olarak er şeyin alınmasına evet ama Allah’ın adının anılmasına hayır dedikleri gibi. Halbuki Allah’ın adının anılmasına engel koymaya hiç kimsenin hakkı yoktur. Tüm dünya gündeminde zikredilecek tek isim, tek sistem Allah’ın ismidir, Allah’ın sistemidir. Ve Rabbimizin gündemi olan bu kitap, bize neleri gündeme alın diyorsa, onları gündeme almak zorundayız. Başkalarının gündem maddelerini konuşmak zorunda değiliz. Bunu yapınca gündem maddesi olarak sadece Allah’ın âyetlerini kabul edince, o zaman mescidleri harap olmaktan kurtarmış oluruz.
         Esasen mescidleri imar etmek demek, o mescidlerin fonksiyonunu ve misyonunu imar etmek demektir. Mescidleri yıkmak da sadece onların yapılarını, duvarlarını yıkmak değil, mescidlerin fonksiyonlarını yıkmak demektir. Mescidleri aslî fonksiyonlarından çıkarıp, başka maksatlar için kullanmaya başlamak demektir. Mescidleri harap etmek demek, onları asrı saâdet’teki işlevlerinden uzaklaştırmak mescidleri cemaatsız bırakmak, mescidlerle insanlar arasına barikatlar koyarak, insanların mescidlere gitmesine imkân bırakmamak demektir. Mescidleri harap etmek; demek mescidlerin hayatı düzenleme fonksiyonunu öldürmek demektir. Mescidleri harap etmek demek; orada Allah’ın sesinin üzerinde başkalarının seslerini yükseltmek demektir. Zira mescidlerde en gür seda Allah’ın sedası olmalıdır.
….
         Ama burada anlatılan sadece Kâbe değil, tüm arz mescidinde Allah’ın adının anılmasının, Allah’ın âyetlerinin, Allah’ın sisteminin gündeme getirilmesinin yasaklanması söz konusudur. Hani Allah’ın Rasûlü buyurur ya:
         "Tüm arz benim için mescid kılındı."
         Öyleyse tüm arzda Allah’ın adının anılmasını engelleyenden daha zâlim kim vardır? Her yerde, mektepte, adliyede, iş yerinde, dükkanda, okulda, pazarda, panayırda, evde, sokakta, Allah’a secdeyi engellemek istiyorlar. Arzın her bir makamında Allah kullarının Rablerine secdesine izin verememeye çalışıyorlar. Peki secde neydi? Secde, o konumda, her bir konumda Allah’ın emirlerini yerine getirmektir. Her yerde Allah’ı ve Allah’ın emirlerini gündeme getirmek, her bir makamda Allah’a kulluğu gerçekleştirmek zorundayız. Kimse bizi bundan engelleyemez. Kimsenin buna hakkı yoktur. Bunu engellemek şöyle dursun, Allah düşmanları, Allah’ın adının zikrine ve Allah’ın âyetlerinin gündeme getirilmesine tahammülü olmayanlar:
         "Böyleleri o mescidlere ancak korka korka girebilirler."
         Tüm arz mescidinde ancak korkarak dolaşmaya mahkumdurlar. Bunlar, bu zâlimler pek kısa bir zaman sonra bu mescidlere ancak korka korka girebileceklerdir. Yakında bunların tüm arz mescidinde güvenleri kalmayacak, tüm yeryüzünde ancak korka korka dolaşabileceklerdir. Bu âyetlerin gelişinden hemen üç beş yıl sonra Mekke putlardan temizleniyor, Kâbe’de, Allah’ın mescidinde Allah’ın büyüklüğü ilan ediliyor, tekbir getiriliyor. Kısa bir süre sonra da Kudüs fethediliyor Mescidi Aksa’da da Allah’ın hâkimiyeti gerçekleştiriliyordu.
         Bununla Rabbimiz müslümanlara şunu anlatıyor: Ey müslümanlar, düşünün ki o gün müslümanlar bir avuçtu. Allah’ın mescidi olan Kâbe ve Mescidi Aksa güçlü kuvvetli kâfirlerin elindeydi. Bu âyetler geldiği dönemde tüm dünya bunun hayal olduğunu, bu âyetlerin gerçekleşip Kâbe’nin ve Kudüs’ün müslümanların hâkimiyetine geçmesinin mümkün olmadığını zannediyordu. Ama bakın ki, çok kısa bir zaman içinde oldu bu iş.
…..
         Rabbimiz bu âyetiyle bu zulme ve zâlimlere karşı mü'minlerin sağlam durmalarını ve onlarla savaşılarak toplumda, onların güçlerinin kırılmasını emretmektedir.
         Bu zâlimler topluma hakim konumda olmamalıdırlar buyurmaktadır. Çünkü çok kısa bir dönem sonra İslâm’ın egemenliği söz konusu olacak, müslümanlar hayata egemen olacaklar, Allah’ın yeryüzüne müslümanlar hakim olacak, bu sefer de onlar tüm arz mescidinde korka korka dolaşmak zorunda kalacaklar. Çok kısa bir süre sonra. Çünkü bakıyoruz bu âyetler hicretten bir yıl sonra filan nazil olmuş ve hicretten bir altı yıl sonra Mekke fethedilmiş, Kâbe Rabbimizin adının anılması üzerine tekrar düzenlenmiş ve Mekke’nin fethinden bir sekiz on sene sonra da Kudüs fethedilmiş ve artık yeryüzünde sadece Allah’ın adının yüceltilmesine zemin hazırlanmıştır. Bu âyetlerin gelişinden beş on yıl sonra o bölgelerde bir tek müşrik, bir tek kâfir kalmamış, kimisi müslüman olmuş, kimileri de dış dünyada cizye vermek zorunda kalmışlar, müslümanların varlığına Allah’ın adının anılmasına korka korka razı olmak zorunda kalmışlardır.
         Eğer gerçekten bu âyetler bizlere de nazil olmaya devam ederse, sahabeyi dirilten bu âyetler bize de konuşmaya devam ederlerse, biz de bu âyetlerle amel edip cennete gidebilmenin yolunu bulabilirsek, hiç şüpheniz olmasın ki, kısa bir dönem sonra yeryüzünün kâfirleri acaba bizim bunlara yaptığımız gibi bu müslümanlar da bize mukabelede bulunarak yaptıklarımızın hesabını soracaklar mı  diye korku içine düşecekler. Zaten şu anda tüm yeryüzü kâfirlerinin korkulu rüyası da budur. Hafakanlar geçiriyorlar, uykularını kaybediyorlar acaba hesaplaşma zamanı geldi mi diye adamlar. Halbuki korkmaları da gereksizdir. Çünkü biz müslümanız. Bizim onlar gibi zulmetmemiz mümkün değildir. Bizler onlar gibi asla zalimler olamayız. Bizler asla onların bize yaptıklarını onlara yapamayız. Aksine bizim onlara davetiyemiz şöyle olacaktır: Gelin ey kâfirler siz de müslüman olun. Müslüman olun da dünyanın da âhiretin de nîmetleri sizin olsun. Gelin müslüman olun da sizin de bizim de Rabbimizin arzuları yeryüzünde hakim olsun, kulun kullara kulluğu bitsin bu dünyada, diyeceğiz. Gelin birinin diğerine zulmü bitsin diyeceğiz. Gelin birimizin diğerine üstünlüğü, alçaklığı söz konusu olmadan, birimizin diğerine hükmetmesi, itaat etmesi söz konusu olmadan hepimiz eşit kullar olarak Rabbimize boyun bükelim. Hepimiz Rabbimize kul olalım. Hepimizin üzerinde Allah egemen olsun. Aksi takdirde siz bilirsiniz:
         "Dünyada onlar için rüsvalık var, âhirette de elim bir azap beklemektedir onları."
         Dünyada rüsva olacaktır bunlar. Yahudiler için, hıristiyanlar için ve de Allah’ın arzularına geçit vermeyen, kendi sistemlerinin uygulanabilmesi için Allah’ın sistemine geçit vermeyen tüm müşrikler için dünyada rezillik ve rüsvalık vardır. Dünyada rezil ve perişan olacaklardır onlar.
         Bu âyetlerin gelmesinden hemen kısa bir süre sonra Mekke’nin fethiyle müşrikler, Yermük’te hıristiyanlar, Kadisiye’de mecusiler, Kureyza savaşlarıyla veya Kudüs’ün fethiyle yahudiler, Mısır’ın fethiyle Kıptiler, Ermeniler, Anadolu’nun fethiyle Rumlar, Hıristiyanlar, hepsi dünyada rezil ve perişan oldular. ….

Prof. Bayraktar Bayrakılı:
1. İbadet hakkı
Allah'ın isminin anılması, mescitte ibadet edilmesi manasına gelir. Çünkü, namazın bir adı da zikirdir [Taha/14]. İnsanlar, Allah'a ibadet etmek için belli bir mekan edinirler. Yeryüzünün mescit olmasına, yani namazın her yerde kılınabilmesine rağmen, cuma ve bayram namazları gibi bazı ibadetlerin toplu halde yapılma zorunluluğu vardır. Beş vakit namazı da cemaatle kılmanın sevabı büyüktür.
İbadetlerini belli bir mekanda yapmaları, insanların hem sosyal ve hem de dinî haklarıdır. Bu hak, mabetlerin tarihi kadar eski bir geçmişe sahiptir. İbadet hakkı, bir ibadethaneye sahip olma hakkını da beraberinde getirmektedir. İnsanları, mescitte ibadetten alıkoymak, ibadet hakkını çiğnemektir. Bu ise zulümdür. Onun için Yüce Allah böylelerinden daha zalim birinin olmadığını ifade etmektedir.
Tarihte ve Peygamberimiz döneminde böyle olayların olması, bu ayetin nüzul sebebini teşkil etmiştir. Fahruddin Razi ayetin nüzul sebebi olarak, bazı hükümdarların Beyt-i Makdis'i tahrib etmelerini, orada ibadet edenleri engellemelerini göstermektedir.
Bu ayetin, Peygamberimiz döneminde, müslümanlan mescitte ibadet yapmaktan alıkoyan müşrikler hakkında indiği görüşü, şu ayetlerle de isbatlan-maktadır:
a) Onlar Mescid-i Haram'ın görevlileri olmadıkları halde, müslümanlan oradan geri çevirirlerken, Allah onlara ne diye azap etmeyecek. [Enfal/34]
Demek ki, Hz. Peygamber döneminde, müslümanlann Mescid-i Haram'a gidip ibadet etmelerini engelleyenler vardı.
b) Onlar, inkar eden, Mescid-i Haram'ı ziyaretinizi engelleyen ve bekletilen kurbanların yerlerine ulaşmasını men edenlerdir. [Fetih/25]
Bu ayet de, hac ibadetini engelleyenleri ele almaktadır. Olay, Hz. Peygamber döneminde meydana gelmiştir.
c) Cemaatle kılınan gece namazlarında imamın sesli, gündüz namazlarında sessiz okumasının sebebini İsra/110 ayetinde bulabiliriz:
(Namazda yüksek sesle okuma, onda sesini fazla da kısma, ikisinin arası bir yol tut). [Isra/110]
Gündüz kılınan namazlarda kıraatin sesli olması halinde müslümanlara eziyet edilmesi muhtemeldi. Onun için Hz. Peygamber, gündüz namazlarında sesli okumamıştır. Bu da, bizi şu gerçeğe götürmektedir: Müslümanlann ibadetleri engellenerek ibadet haklarına tecavüz ediliyordu. Bu üç ayet, Bakara/l 14'ün nüzul sebebini net bir şekilde ortaya koymaktadır.
Belli bir mekanda ibadet etme hakkı kutsaldır; ona saygı duyulması gerekir. İşte bu hakka saygı duymayanlan Yüce Allah en zalim insanlar olarak tavsif etmektedir.

2. İbadethaneleri harab etmek
Ayetin ikinci bölümünde, mescitleri tahrib etmeye koşan, onlan yıkmak için gayret sarf eden insanlar ele alınmaktadır. İbadet hakkını engellemekle, ibadethanelerin tahribine koşmak, birbirine yakın büyüklükte günahlar olduğu için, Allah bunu da zulmün içine dahil etmiştir.
Yüce Allah, ibadethaneleri tahrip edip yıkanlan, kötü insanlar olarak vasıflandırmaktadır:
Onlar, başka değil, sadece Rabbimiz Allah'tır dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah bir kısım insanları, diğer bir kısmı üe engellemeseydi, mutlak surette, içlerinde Allah'ın ismi anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler yıkılıp giderdi. [Hacc/40]
Bu ayetten anlıyoruz ki, Yüce Allah mescitlerin, kiliselerin, manastır ve havraların yıkılmasını istememektedir. İstanbul'u fetheden Fatih Sultan Meh-med, bu ayetin hükmü gereği kilise ve havralara dokunmamışur. İyi insanlar, bu tahribatı yapanları engellemelidir. Ayet, böylelerinin engellenmemesi halinde ibadethanelerin yıkılıp gideceğine dikkat çekmektedir.
3. Onlara, mescitlere korkarak girmek yaraşır.
Ayetin üçüncü bölümü, o zalimlerin hangi psikolojik duygu ile ibadethanelere girebileceklerine ışık tutmaktadır. Onlara, ibadeti engellemek ve mescitleri harap etmek değil, oralara korku içinde girmeleri yakışır. Mescit, inanan insanlara mutluluk verirken, kafirlere korku salmaktadır. Ayet bize, ibadethanelere karşı takınılan tavrın, bir taraftan insan psikolojisinden, bir taraftan da onların farklı inançtaki insanlara saldıkları korkudan kaynaklandığını göstermektedir.
Bununla birlikte, ayetin bu kısmı, gelecekle de alakalı olabilir; şöyle ki: Müslümanların etkinliği artınca, zalimlerin gönlündeki korkunun da artacağına ve ibadethanelere korku içinde yaklaşacaklarına işaret edilmiş de olabilir. Çünkü sosyal gücü kaybetmeleri, düşmanlık yerine korkuyu getirir.
Sonuçta, şu noktaya varıyoruz: insanlık tarihi, farklı inançlara sahip olanların mücadeleleri ile doludur. Bu mücadeleler, insanlığın enerjisini heba etmiş ve insanlığa zarar vermiştir. Özellikle ibadet özgürlüğü ve bunun sağladığı hakların çiğnenmesi, insanlığın çok geri kalmasına neden olmuştur. Yü-oe Allah bunu, en büyük zulüm olarak nitelendirmiştir.
4. Onlara dünyada rezillik, ahirette de büyük bir azap vardır.
Ayetin bu kısmından iki türlü azap olduğunu anlıyoruz: Dünyadaki ve ahiretteki azap. Yüce Allah, dünyadaki azap için  (hizy) demektedir.
Hizy lügatte alçak, adi, aşağı, değersiz, pespaye, kötü, iğrenç, nefrete layık manalarına gelmektedir. Fiil olarak, gözden düşmek, rezil etmek, haysiyetsiz olmak, itibardan düşmek, utandırmak anlamlarını ifade etmektedir.
Rüsvaylık ve pespayelik manasına gelen hizy azabı, çoğunlukla bu dünyada çekilecek olan bir azaptır. Kur'an'da iki ayette de ahirette olacağına işaret edilmektedir. Kur'an'da, dokuz tür davranışın bu azapla cezalandırılacağı beyan edilmektedir:
a) İnsanların ibadet özgürlüğünü ellerinden alıp ibadet haklarını çiğnemek ve ibadethaneleri tahrib etme gayreti içinde olmak. [Bakara/114]

b) İnsan öldürmek, insanları yurtlarından çıkarmak ve çıkaranlara yardımcı olmak. [Bakara/85]
c) Allah ve Resulüne karşı savaşmak ve toplumun düzenini bozmak. [Ma-ide/33]
d) Ağzı ile inandım deyip kalbi ile inanmamak. Allah'ın hükümlerini değiştirmek. [Maide/41]
e) Allah ve Resulüne karşı koymak. [Tevbe/63]
f) Bilgisi, rehberi ve aydınlatıcı kitabı olmadığı halde, Allah yolundan saptırmak için mücadele vermek. [Hacc/89]
g) Peygamberi yalanlamak. [Zumer/25-26]
h) Yeryüzünde kibirlenmek ve Allah'ın ayetlerini yalanlamak. [Fussi-let/15-16]
i) Allah'ı aciz bırakmaya çalışmak. [Tevbe/2]
Bu davranışlardan sadece 'Allah ve Resulüne karşı koymak', ahirette aşağılık azabın nedeni olarak gösterilmektedir. Nahl/27de de hizy'in, ahiretteki alçalücı bir azap olduğu bildirilmektedir.
Bu azap çeşidinin ferdî ve sosyal boyutu vardır; yani bazen ferde, bazen de topluma verilir. Yukarıda sıraladığımız davranışlar aslında üç grupta toplanabilir: Allah'a, Peygamber'e ve topluma karşı işlenen suçlar.
Şimdi bu azabın, dünyada verilmeme durumunun olup olmadığına bakalım. Kur'an'a göre bu azabın verilmeme ihtimali vardır. İlgili ayetler şöyledir:
Yunus'un kavmi müstesna, herhangi bir ülke halkı, keşke iman etse de, bu imanları kendilerine fayda verseydi! Yunus'un kavmi iman edince, kendilerinden dünya hayatındaki rüsvaylık azabı kaldırıldı. [Yunus/98]
Dünyada rüsvaylık azabına layık görülen bir toplumdan bu azabı kaldıracak dinamik iman'dır. Değişimi gerçekleştirecek gücün iman olduğunu söyleyen Yüce Allah toplumsal değişimin, psikolojik değişim üzerine oturduğuna işaret etmektedir, inkardan imana doğru oluşan değişim, topluma gelecek rüsvaylık azabının kaldırılmasına vesile olmaktadır. Böylece ayet, toplumdaki değişimin köklerinin, fertlerin gönüllerinde olduğu gerçeğini bir kanun olarak ortaya koymaktadır. Gönüldeki inkarın imana doğru değişimi, sebep; rüsvaylık azabının kalkması da sonuç'tur. Netice olarak diyebiliriz ki: Fert ve topluma rüsvaylık azabının gelmesine sebep olan davranışların terk edilmesi ve onların yerine salih amellerin işlenmesi, gereken değişimi sağlamış olacaktır. Kulun davranışları sebep, olumlu değişimi yapan da ilahî rahmettir. [Hud/66]
Dünyada aşağılık olan bu insanları, ahirette de büyük azap beklemektedir. Ahiret azabı, dünya azabından daha şiddetli olduğu için, ayette azim yani "büyük" sıfaü yer almaktadır.
Allah'ın mescitlerinde Allah'ın isminin anılmasını engelleyenler, yani oralarda ibadet yapılmasına mani olanlar ve ibadethanelerin harab olması için gayret edenler, dünyada aşağılanmaya, ahirette de büyük azaba çarptırılacaklardır. Demek ki, insanlar kendi yaptıklarıyla azaba müstahak olmaktadırlar. Davranışlar ya cennete dönüşüyor, ya da cehenneme; başka bir ifadeyle ya ödüle, ya cezaya. [

Elmalılı Hamdi Yazır:
Allah'ın mescitlerini, içlerinde Allah'ın isminin zikredilmesinden meneden ve o mescitlerin maddeten ve manen harap olmasına, yıkılmasına, terkedilmiş kalmasına veya mescitlikten çıkarılmasına çalışandan daha zalim kim vardır! Böyle zalimlerin cennet ile ne ilişkileri v ardır? Her şeyin hakkı, onun layık olduğu yere konmasıdır. Zulüm de bir şeyi, kendi yerinden başka yere koymaktır. Demek ki, bir şey layık olduğu yerinden, ne kadar uzaklaştırılırsa, o kadar haksızlık, o kadar zulüm yapılmış olur ve o şey, ne kadar yüce v e ne kadar kutsal ise zulüm de o ölçüde aşırı gitmiş olur. Nitekim Allah'a şirk koşmak en büyük zulümdür. Allah'ın mescitlerini, içlerinde Allah denilmekten menetmek ve harap olmalarına çalışmak da hem Allahın, hem mescitlerin, hem de insanların hakkına son derece tecavüz demektir. Bunu yapabilen zalimler, hiçbir zulümden çekinmez, her türlü haksızlığı yapar, hepsine kapı açarlar. Şu halde mescitlere saldırmak ve onların maddeten veya manen harap olmalarına çalışmak, zulümlerin en büyüğüdür ve bunu yapanlar en zalim kimselerdendir. Zulmün bu derecesi ve benzerleri tasavvur olunsa bile, daha fazlası tasavvur olunamaz. Nitekim "Yalan yere Allah'a iftira edenden daha zalim kim olabilir?" (En'âm, 6-21, 93, 144) âyetlerinde olduğu gibi, diğer bazı âyetlerde de benzeri zulümler açıklanmıştır. Bu inkârî istifhamların hepsi, bu zulümlerin üstünde başka bir zulüm bulunmadığını beyan içindir. "Allah'ın mescitleri" şeklindeki isim tamlamasından çıkan hüküm, hiçbir istisnası olmayarak bu ifadenin bütün mescitler hakkında geçerli olduğunu gösterir ve âyetin hükmü genelde bütün mescitler için de geçerlidir.
Tefsircilerin çoğunluğunun beyanına göre, âyetin asıl iniş sebebi, Beyt-i Makdis'in tahribi meselesi olup, âyet Rum ve hıristiyanlar hakkındadır. Bir kısım tefsirciler, bunun müşrikler hakkında olduğunu da açıklamışlardır. En doğrusu her ikisi, yani hıristiyanların müşriklerle olan ortak özellikleri hakkındadır. Buhtü-nassar (veya Buhtünnasr) denilen hükümdar, müşrik Romalılar ve hıristiyan Bizanslılar yıkım işin d e birleşmişlerdir. Arap müşrikleri de Kâbe hakkında bunlara benzemişlerdir. Bununla beraber, paylamanın asıl hedefi Bizans hıristiyanlarıdır. Abdullah b. Abbas hazretlerinden rivayet olunduğu üzere: "Roma kayserlerinden Titos, Kudüs'e hücum etmiş, halkı kılıçtan geçirmiş, çocuklarını esir almış, Tevrat'ı yakmış ve Beyt-i Makdis'i tahrip etmiş ve mabedin içinde domuzlar kesmişler, leşler bırakmışlar..." Bundan dolayıdır ki, tefsircilerin çoğu, sadece hıristiyanları söz konusu etmişlerdir. Tarihlerin bildird i ğine göre; Kudüs ilk defa Buhtü-nassar tarafından pek feci bir şekilde işgal edilmiş, yakılıp yıkılmıştır. Hz. Davut'tan beri devam edip gelen İsrail devletine son verilmiştir. Kudüs daha sonra Pers hükümdarlarından Erdişiri Behmen tarafından yeniden imar edilmişti ki, İsrailliler buna "kirş" veya "kürş" adını vermişlerdir. İsrailoğulları yine toplanmış ve İran'a bağımlı mahallî bir hükümet kurmuşlardı. Ancak daha sonra Yunanlılar'ın, onun arkasından da Romalılar'ın idaresi altına girmişlerdi. Zekeriya ve Y ahya Aleyhisselâm'ı işte o zamanlar şehit etmişlerdi. Hz. İsa'nın göğe yükselmesinden kırk sene kadar sonra da Kudüs'ün ve Beyt-i Makdis'in, Romalılar eliyle ikinci defa tahribi meydana geldi. Bu olay da Roma imparatorlarından
Neron'un yerine geçen Ospanyanus zamanında başlamış ve rivayet olunduğuna göre, onun oğlu Titos tarafından bitirilmiştir. Bu yıkım, bir daha geri dönmemek şartıyla Yahudi devletinin sonu olmuştur. Çünkü Espasyanos, yahudileri hep baskı altında tutmuş, onları Kudüs içinde kendi haller i nde sus-pus yaşamaya mecbur etmişti. Titos ise buraya şiddetle hücum ederek gizlenip kaçabilenlerden başka bütün halkı, yahudi olsun, hıristiyan olsun hepsini kılıçtan geçirmiş, çocuklarını da esir etmiş, şehri yağmalatmış, yakıp yıkmıştır. Beyt-i Makdis d enilen büyük mabedi de oradaki heykeli de tahrip etmiş, bütün kitapları yakmış ve artık orada İsrailoğulları'ndan kimseyi, yaşatmamış. Bundan dolayı ellerinde herhangi bir belge de kalmamış. Buna da sebep, orada yahudilerin sık sık isyan edip, huzursuzluk çıkardıkları Roma tarihlerinde anlatılmıştır. yukarıda geçtiği üzere "Ve Allah'ın gazabına uğradılar. Onların başına gelen bu musibetler, Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri, haksız yere peygamberleri öldürmeleri, bir de isyan edip aşırı gitmeleri yüzünd e ndi." (Bakara, 2/61) âyeti bunu açıklamaktadır. İsrailoğulları, böylece belalarını bulmuşlardı. Fakat Romalılar da zulüm idaresini sürdürmüşlerdi. Daha sonra Kudüs üçüncü defa olarak yavaş yavaş imar edilmeye ve şehir yeniden gelişmeye başlıyordu, yahudi ve hıristiyan halk oraya yeniden yerleşmeye çalışıyordu. İbnü Esir'in "Tarih-i Kâmil"de beyanına göre; İmparator İlya Anderyanos (veya Murat Bey Tarihi'nin kaydına göre Aderyanos) hissettiği bir direniş üzerine yahudi ve hıristiyan halkın birçoğunu pek ba r barca bir katliama tabi tutmuş ve Beyt-i Makdis'i son defa olmak üzere tahrip etmiştir. Bununla beraber yedi-sekiz sene kadar sonra şehri yeniden imar etmiş, Roma ve Yunan asıllı bir kısım ahaliyi buraya yerleştirmiştir. Zühre (Venüs) namına bir de büyük h eykel bina etmiş ki, bazıları yanlış olarak bu heykeli ta Davut Aleyhisselâm'a isnad ederlermiş. O zamana kadar şehrin adı Oruşelim (veya Yaruşelim) iken bu imardan sonra şehre "İlya" adı verilmiş ki, "Beytürrab" demek imiş. Nihayet Roma'da Hıristiyanlık'ı kabul ve ilan eden, aynı zamanda İstanbul'un kurucusu olan Kostantin'in anası Hilana (Eleni), hıristiyanlarca, Hz. İsa'nın üzerinde asıldığı ve bir yere gömülüp saklandığı iddia edilen salibi (haçı) bulup çıkarmak için Kudüs'e gitmiş ve söz konusu salibi bulup çıkartmış ve çıkarttığı o gün de hıristiyanlarca "Salip Bayramı" adıyle bir bayram kabul edilmiş ve Kudüs'e varır varmaz, Hz. İsa'nın, güya gömülü olduğu iddia olunan kabir üzerine "Kamame", diğer adıyle "Kıyame" kilisesini bina ettirmiş ve bir tara f ta nisbeten tamir edilmiş bulunan Beytü'l-Makdis'i ve önündeki heykeli yerlere kadar yıktırıp üzerine de şehrin çöp ve süprüntülerinin dökülmesini emretmiş. İşte o tarihten Hz. Ömer zamanına kadar hıristiyanlar orayı mezbele (çöplük) yapmışlar ve öyle kullanmışlar. Orada Allah'a dua ve ibadet etmek isteyenleri de engellemişler. İşte Hz. Ömer orayı mezbele halinde bulmuştu ve onun zamanında Mescid-i Aksa müslümanlar tarafından yeniden bina edilmişti.
Görülüyor ki, bütün bu tarih olaylarında Bâbil, İran ve Roma müşriklerinin "Beytü'l-Makdis" hakkında izledikleri tutum ve yıkıma sonradan Bizans Hıristiyanları da katılmış, aynı şekilde hatta onlardan daha katı bir tutumla zulüm ve tahribi sürdürmüşler, bu yüzden de daha ağır sorumluluklar yüklenmişlerdir. " Beytü'l-Makdis" gibi Allah'ın eski bir mescidi hakkında böyle bir zulüm ise din ve Hıristiyanlık davasıyla taban tabana zıttır. İşte bütün bu tarihî zulümleri kısaca anlatan bu âyet-i kerime, bilhassa hıristiyanların, putperestlere katıldıkları bu zulüm g e leneğine işaret etmek için inmiştir. Yahudiler de bu işlere sebebiyet vermek ve Beytü'l-Makdis'in hakkını ödememek suretiyle bir anlamda onu tahribe çalışanlar zümresine dahil bulunmuştur. Şu halde âyetin siyakı hem yahudi, hem hıristiyan ve hem de müşrik l ere temas ederek, mescitlerin hürmet hakkını genelleştirmiştir. Hangi dinden olursa olsun, hatta isterse dinsiz ve putperest olsun, Allah'ın adı anılan mescitlere, mabetlere herkesin saygılı olması gerektiği vurgulanmıştır. Bu suretle Mekke müşriklerinin R esulullah'a ve müslümanlara Kâbe'de ibadet etmeyi yasaklamaları, baştan sona mescitler hakkında yapılmış ve yapılacak engelleme ve yıkımlar cümlesine dahil olan bir zulüm şeklidir. Gerçekten de başta hıristiyanlar olmak üzere, bu engellemeleri yapan ve ta h ribe çalışanlardan daha zalim kim vardır? İşte o zalimler yok mu? onların bu mescitlere korka korka girmekten başka bir giriş hakları yoktur. Onlar yıkmaya çalıştıkları o mescitlere yanaşamamalı, el sürememeli, şayet girerlerse can korkusuyla titreye t itreye girebilmelidirler. Onların hakkı budur. Allah Teâlâ bunu er geç tatbik edecektir. Hürmet etmedikleri o mescitler, onların elinden çıkar, başkalarının eline geçer. O zaman da oralara girmek isteseler de giremez olurlar veya çekine çekine girerler. N i tekim Kur'ân'ın bu mucizevî haberi zuhur etmiş, Kudüs Bizanslılar'ın elinden çıkmış, müslümanların eline geçmiş, Beytü'l-Makdis yeniden imar edilip mescit haline getirilmiş, o zalimler de oraya korka korka girebilir olmuşlardır ki, bu âyette bugünkü müslü m anlar için de pek büyük ders ve ibret vardır. Bunları yapan o zalimlere dünyada büyük bir felaket, bir perişanlık, bir mahrumiyet vardır. Bir gün gelecek o engellemeleri, o zulümleri yaptıranlar devletlerini, güç ve kuvvetlerini yitirecek, güçsüz kalıp p e rişan olacaklardır. Çok dikkate şayandır ki, Süddî tefsirinde bu sefalet ve perişanlıktan maksat, Kostantiniyye şehrinin ellerinden çıkması, yani İstanbul'un fethi olayı olduğu zikredilmiştir. İbni Cerir, Keşşâf ve daha başka mütekaddim ve muteber tefsirlerde de bu kavil naklolunmuştur. Bu tefsirler İstanbul'un fethinden asırlarca önce yazılmış olduğuna ve hele ilk müfessirlerden sayılan Süddî'nin fetihten beş-altı asır önce yaşamış bulunduğuna göre, bu şekildeki tefsirin kaynağı Hz. Peygamber'den rivayetl e alınmış bir mucize olduğunda şüpheye düşmemek gerekir.
Lakin o zalimler, bununla da kalmayacaklar, onlara dünyadaki bu "hizy" ve felaketten başka ahirette de pek büyük bir azap vardır. Dünyadaki ve ahiretteki böylesi azaplar işte o zalimlerin hakkıdır. Allah kıyamet günü bunu uygulayacaktır. Durumları böyle iken, bir de kalkmış cenneti tekelleri altına almak iddiasına kapılmışlardır.

Bakara 113 - Elinizde kitap varken birbirinizi itham etmeyin, ihtilafa düşmeyin



“Sizler (kıyamet günü) Allah’ın katına Kur’an’dan daha üstün bir şey ile varamazsınız ” (Hadis-i şerif)

Ali Küçük:
Onların dayandıkları hiç bir şey yoktur dediler. Böylece her iki grup da birbirlerinin dinlerini kökünden çürütüp birbirlerini sapıklık, yolsuzluk ve dinsizlikle, küfürle itham ettiler. Rivâyetlere göre yahudi ve hıristiyanlar Rasulullah’ın huzurunda tartışırlar. Yahudiler Hz. İsa’ya da İncil’e de küfrederler. Buna karşılık hıristiyanlar da Hz. Mûsâ’yı ve ona gönderilen Tevrat’ı reddederler. Bunun üzerine bu âyet iner. Ama âyeti kerîme bu konunun böyle ferdi bir konu olmayıp, hıristiyanlarla yahudiler arasında cereyan eden yaygın bir mesele olduğunu anlatır. Her bir grup diğerini reddeder bir tavır sergilemektedirler. Halbuki:
         "Halbuki kendileri kitabı da okuyorlardı."
         Kitabı da okuyor bunlar. Kitaplarını da okuyup durdukları halde, Tevrat’ı her iki taraf da okuyup durdukları halde bunu yapabilmektedirler. Bazı anlayışlarda bazı konularda ihtilâf etmek ayrı şeydir, ama toptan birbirlerini reddetmek ayrı şeydir. Aslında kitap böyle bir çelişkiye engeldir. Kitap aslında bu tip ihtilâfları ortadan kaldırmak için vardır. Öyleyse kitaba rağmen her iki taraf da yalan söylemektedir.
         Allah bunu niçin anlatıyor bize? Ey müslümanlar bakın, bunların durumu budur, sakın ha sizler, bunlar gibi olmayın! Bunların durumuna düşmeyin diye bunları anlatır Rabbimiz bize.
         Halbuki bunlar kitabı da okuyorlar. Ama sadece okuyorlar bunlar. Anlamıyorlar, anlamadan okuyorlar, anlamaya yanaşmadan okuyorlar. Okuduklarıyla hayatlarını değiştirmiyorlar. Okuduklarını amele dönüştürüp hayatlarında görüntülemeye yanaşmıyorlar. Kitap kaynaklı bir hayata yönelmiyorlar. İşte sadece okuyorlar. Halbuki kitap anlamadan okunmak için gelmemiştir. Kitap anlaşılmak ve amel edilmek için gelmiştir. Allah’ın Rasûlü Müslim’deki bir hadislerinde bu hususu anlatırken şöyle buyurur:
         "Bir topluluk Allah’ın evlerinden birinde toplanır ve Allah’ın kitabını okurlarsa, ve de o okuduklarını kendi aralarında ders haline getirirlerse..."
         Yâni okudukları Kur’an âyetlerini anlama ve yaşama savaşı verirlerse onlar üzerine sekînet inecek ve onlar huzura kavuşacaklardır buyurur. Evet kitabı okumak budur işte. Ama bakın bunlar böyle yapmıyorlar da sadece okuyorlarmış. Anlamadan okuyorlarmış. Amele dönüştürme niyetinde olmadan okuyorlarmış.
         Tıpkı şimdi hepsi de kitabı okudukları halde, hepsi de kitaptan yana oldukları halde, her biri kitabın belli bir bölümünü bayraklaştırıp, her biri bir bölüme sarılıp, kitabın bütününe teslim olmayı beceremeyen, hepsi de birbirlerinin aleyhinde olan, hep kendilerini haklı, hep kendilerini hak yolda görüp karşılarındaki grupları yanlış yolda, bâtıl yolda gören müslüman gruplar gibi.
Öyle değil mi? Müslümanlar da aynen onların durumuna düşmemişler mi bugün? Maalesef bugün kitabı okudukları halde taassup, hizipçilik ve komplekslerle birbirlerini tekfir noktasına ulaşan müslümanlar aynen dünkü ehli kitabın yerini almışlardır. Bu halleriyle ehli kitabın konumuyla müslümanların konumu aynıdır. Onlar da aynen ehli kitap gibi kendi gruplarına pay çıkarmakta, grupçuluk bilinciyle hareket etmektedirler. Kendilerini başka müslüman gruplardan ayıran çok basit ve cüz'i farklılıkları sanki köklü ayrılıklarmış gibi ele almakta ve Allah korusun neredeyse birbirlerini tekfir noktasına bile vardırmaktadırlar. Onlar böyle yapınca da:
         "Bilmeyen bilgisizler, cahiller de onların söylediklerinin benzerini söylemektedirler."
         O günkü Arap müşrikleri, putperest insanlar da tıpkı bunların dediğini demeye başladılar. Yahudiliğin de, hıristiyanlığın da tüm semavî dinlerin de hiç birisinin aslı astarı yoktur dediler. Din bilenler böyle yaparsa ötekiler de elbette böyle diyeceklerdi. Dine inandıklarını iddia edenler, kendilerini bir dine izâfe edenler böyle yaparsa cahillerden de elbette beklenen buydu.
         Veya bugünkü ateistler de toptan tüm dinleri reddediverdiler. Din, insanları uyutmak ve uyuşturmak için uydurulmuş bir afyondan farklı bir şey değildir deyiverdiler. Elbette bilenler böyle yapınca bilmeyenler de toptan onu reddedecekti. Ama unutmayalım ki, bunun sebebi müslümanlardır. Bunun asıl suçluları bu dini bildikleri halde bildikleriyle amel etmeyen, bildikleri kitap bilgisini insanlara anlatmayan ve bildiklerini sır küpü gibi toprağın altına taşıma gayretinde olanlar, kitabı saptıranlar, kitabı kendi fikirlerine, kendi hiziplerine alet edenler, âyetleri hep kendi görüşleri istikâmetinde yorumlama çabası içine girenler ve kitabı okudukları halde birbirleriyle uğraşarak insanları bu dinden soğutan müslüman gruplardır.
         Peki bizim onlara benzemememizi emreden bu âyet, ne dememizi istiyor acaba? Biz şunu diyoruz: Mûsâ (a.s) Allah’ın hak peygamberidir. O da aynen bizim peygamberimiz gibi Allah tarafından gönderilmiş bir elçidir. Ona gönderilen Tevrat da Allah’tan gelişi açısından bizim elimizdeki Kur’an’dan farklı bir şey değildir. İsa (a.s) da Allah tarafından gönderilmiş bir elçidir, ona verilen İncil de hak kitaptır. Allah’tan geldiği şekliyle biz Tevrat’ı da İncil’i de kabul ediyoruz. Ama sonradan insanların onları bozduklarını, tahrif ettiklerini ve bunları kendileriyle amel edilemeyecek duruma getirdiklerini de biliyoruz. Öyle olmasaydı bile zaten son kitap Kur’an’ın gelişiyle bunların hükmü kaldırılacak, nesih edilecekti ve nesih edilmiştir. Bizim müslümanlar olarak bunları dememizi istiyor Rabbimiz. Yine müslümanlar olarak bizden şunu da dememizi istiyor Allah:
         Biz, kesinlikle peygamberlerin arasını ayırmayız. Peygamberler arasında böyle bir tefrik yapmayız. Birisine inanıp ötekilerini asla reddetmeyiz, dememiz gerekiyor.
         Bu âyet bir de müslümanlara, karşılarındaki grupları tanıtmaktadır. Ey müslümanlar! Sakın onların çokluğuna aldanıp korkmayın! Aslında onlar dağınıktırlar, parça parçadırlar. Bunlar kendi aralarında da bir birlik değildirler. Birbirlerinden nefret etmektedirler bunlar. Her grup kendilerinin haklılığını, karşısındakinin bâtıllığını ispatla meşguldürler. Her biri diğerinin saygı duyduğu, kutsadığı şeyleri ayaklarının altına almaktadır buyurarak, müslümanlara onların öyle korkulacak bir güce sahip olmadıklarını anlatmaktadır.                   
         Bilmeyenler de onlar gibi deyiverdiler. Kendilerinin ne kitapları ne de peygamberleri olmayan, kitap bilgisinden de peygamber bilgisinden de mahrum olan Mekke’li müşrikler de aynı şeyi söylediler. Yâni ancak bu işe bizler layığız! Cennete ancak bizler gireceğiz! Bizden başkaları giremez dediler.
         Daha önce Hz. İbrahim’in yolunu izlediklerinden dolayı onlar da kendilerini o peygambere izâfe ederek böyle diyorlardı. Halbuki o peygamberin üzerinden yıllar geçmişti. Hz. İbrahim’le uzaktan ve yakından hiçbir ilgileri kalmamış, hayatlarında o peygamber bilgisinin eseri bile kalmamış, şirke düşmüşler, Kâbe’yi putlarla doldurmuşlar, hayatlarından Allah’ı kovup, putların egemenliği altına girmişlerdi. Ama İbrahim’in dinindeydi ya bunlar, Kâbe’nin komşusuydu ya, Mekke’nin sahibiydiler ya, Haniflerdi ya bunlar, öyleyse cennete bunlardan daha lâyık kimse olamazdı. Cennete sadece kendileri gidecekti.
         Dün insanlar böyleydi, toplumlar böyleydi. Bugün Allah korusun da müslümanlar da aynen onların durumuna düşmüşler. Bazen ikili, bazen üçlü gruplar halinde hareket eden, bazen kendilerinden başka cennetlik olmadığını, ancak kendilerinin cennete gideceklerini iddia eden topluluklar görüyoruz bugün de. Dün birlikte hareket ederlerken, birlikte hareket ettikleri insanların kendilerini cennete götüreceğini iddia ederlerken, bugün onlardan ayrılınca da onların yanlış yolda olduklarını iddia etmeleri ne kadar da garip değil mi? Yâni yahudi ve hıristiyanların bazen birlikte cennetlik olduklarını iddia edip, bazen de birbirlerini sapıklıkla itham etmeleri gibi.
         Öyleyse bırakalım bu dışımızdakileri de müslümanlar bu âyetler ışığında kendilerini yeniden kontrol etmek, yeniden hesaba çekmek zorundadırlar. Şunu kesinlikle kabul etmek zorundayız ki; hiçbirimiz kendi durumumuzdan mutmain olmamalıyız. Hiçbirimiz statükodan yana olmamalıyız. Çünkü bu değişimin önüne dikilmiş en büyük engeldir.
“Ben iyiyim! Biz iyiyiz!” putu bilelim ki değişmenin önüne dikilmiş en büyük engeldir. Çünkü bugün hiç birimizin, hiçbir grubun, hiçbir ailenin, hiçbir cemaatın elinde cennetlik olduklarına dair bir senet, bir garanti yoktur. İşte âyetler bunu anlatıyor. Hiçbir kimsenin ölünceye kadar da nasıl bir çizgi takip edeceğine dair elinde bir garanti olmadığına göre öyleyse kendimizi garanti cennetlik görmeyelim, halimize mutmain olmayarak sürekli Allah’ın kitabı ve Resûlü’nün sünneti ışığında hayatımızı sağlamaya alalım inşallah.

Mustafa İslamoğlu:
Burada iki zümre de birbirini yok sayıp temelsizlikle suçlarken, referans olarak kendi kitaplarını gösteriyorlardı. Bu ibare, âyette ifade edilen karşılıklı suçlama işini önce cahillerin değil okumuşyazmışların başlattığını vurgular. Bir sonraki cümle bunun en güzel delilidir. Tarafların âlimleri bu iddiaları ileri sürer, cahil kesimleri de onları takip eder. Şu soru sorulabilir: İki zümrenin de birbirleri hakkındaki yargısı doğrudur; öyleyse bu âyetin kınayıcı üslûbunu nasıl açıklayabiliriz? Buna verilecek cevap şudur: Hayır, onların bir inanç temelinden yoksun olduğu tespiti doğru değildir. Aksine onların inancının temeli araştırılacak olursa, karşımıza insanlığın değişmez değerlerinin öbür adı olan İslâm çıkar. Hıristiyanlar Yahudileri “kâfir” ve “cehennemlik” olarak görürken, ellerinde taşıdıkları Kitabı Mukaddes’te Eski Ahid yer alıyordu. Bu durum, suçlamalarındaki samimiyetsizliğin ve keyfiliğin de bir göstergesiydi.
Kitab’ı okuyanlar yukarıdaki gibi aslında temeli tevhide dayalı olduğu halde sonradan tahrif edilen inancın temelini yok sayınca, cahil kitleler de onları takip ettiler. Tavandaki bu münakaşa tabanda daha da seviyesiz bir hal aldı ve her iki zümrede din davasını kan davasına dönüştürdüler. Bu ifadeden yola çıkarak diyebiliriz ki: âyetin kapsamına mensup olduğu zümreyi sırf aidiyetinden ve asabiyetinden dolayı cennetlik ilan edip onun dışındakilere ebedi kurtuluş kapısını kapatan herkes girer.
Bu kıyamet’i “sosyal kıyamet” olarak anlarsak (Kıyametin bu anlamda kullanıldığı bir hadis için bkz: Buhâri, İ’tisâm 14) Allah’ın onların tartıştıkları şeylerin birçoğunun gerçeğini Kur’an’da açıkladığını yine ondan öğreniyoruz (27:76). Kur’an kendi misyonunu şöyle tayin etmektedir: “bu Kitabı, geçmiş vahiyden geriye kalan hakikatleri doğrulayıcı ve onların doğrusunu yanlışından ayırt edici (muheyminen ‘ala…) olarak gösterdik” (5:48).

Prof. Bayraktar Bayraklı
Bu ayetin nüzul sebebi olarak şu olay gösterilmektedir Hristiyan Araplardan oluşan Necran heyeti Hz. Peygamber'in huzuruna çıkınca, yahudiler onların yanına geldiler. Aralarında yukarıdaki şekilde münakaşa edip birbirlerini itham ettiler. Bu olay üzerine yukarıdaki ayet grubu nazil oldu.
Bu ayetten şu sonucu çıkarabiliriz. Kendi kutsal kitaplarını okudukları ve belli bir inanca sahip oldukları halde, birbirleriyle ihtilafa düşmelerinin ve cahil insanlara kötü örnek olmalarının ne denli kötü ve zararlı olduğu bu ayet tarafından tescil edilmektedir.

1. Ayette geçen (kitap) kelimesi, belli bir kitap olduğu için, bu iki grubun da aynı kitabı okuduğu anlaşılmaktadır. Yahudilerle hristiyanlar aynı kitabı okuyor, aynı kitaba inanıyorlardı. Demek ki, aynı kitabın bilgisine sahiptiler. Tartışan bu iki inanç grubunun cahil olmadıkları, belli bir kitabın bilgisine sahip oldukları, fakat kendilerini ayrı dinî gruplara ayırdıkları net bir şekilde anlaşılmaktadır.
Bu bilgiyi veya tarihî olguyu Allah bize niçin anlatıyor? Bu tarihî olguyu günümüze taşıyarak, günümüzün hangi problemlerini çözebiliriz?
Günümüzde, aynı kutsal kitaba, yani Kur'an'a inanan ve onu araştıran insanlann gruplara ayrılmaları ve birbirlerini İslâm dışı görmeleri, yukarıdaki olgunun aynen devam ettiğini göstermektedir. Yüce Allah'ın bu tarihî olguyu anlatması, aynı kitabı okuyan ve aynı inancı paylaşması gereken insanların parçalanıp birbirlerini tekfir etmelerinin çirkinliğini göstermeye ve bu davranışın geçmişte insanlığa nelere mal olduğunu öğretmeye yöneliktir. Bu olgu başka ayetlerde "dini doğrama, dini parçalama" şeklinde ifade edilmektedir. Bu olguyu daha net bir şekilde açıklayabilmek için bu ayetlerden bir kaçını zikretmekte yarar görüyoruz:

Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi Allah'a kalmıştır. Sonra Allah onlara yaptıklarını bildirecektir. [En'am/159]

Ne var ki, insanlar dinlerini kendi aralarında parça parça böldüler. Her grup kendilerinde bulunan ile sevinip böbürlenmektedir. [Mü'minun/53]
Dinini parçalayan insanlarla Hz. Peygamber'in bir ilişkisi olamayacağını ve bu insanların işinin Allah'a kaldığını beyan eden ilk ayet, ahiretteki yargılamada bu bölünmenin hesabının sorulacağını da ifade etmektedir. Sosyal bölünmelere de neden olan bu dinî bölünmenin meydana getirdiği problemlerin çözümünün çok zor olduğu ortaya çıkmaktadır. Öyleyse, dinin sosyal ve kültürel alanlardaki yorumları din haline getirilerek kutsallaştırılmamalıdır. Dini olduğu gibi almak, din ile din kültürünün sınırlarını kesin hatlarla ayırmak gerekir. İlahî alanla, beşerî alanın iyi belirlenip, dinin doğranma ve parçalanması engellenmelidir.

2. Bilen insanların böylesine bölünerek tartışmaları, bilmeyen insanları da etkiler, ki ayette bu etkinin eğitim açısından ne kadar zararlı olduğu vurgulanmaktadır:
Allah Teala, kitabı bilenlerin de bilmeyenler gibi konuşmalarını kınamaktadır. Cahil insanların düştüğü bölünmüşlüğe, bilen insanların da düşmesi, bir olgu olarak Kur'an'a taşınacak kadar önemsenmektedir. Cahil insanların birbirini itham edip küçümsemeleri az da olsa mazur görülebilir ama, bilen insanların birbirine karşı böyle davranmalan asla mazur görülemez.
Demek ki davranışlara yansımayan bilgi, parçalanmaya neden olmakta ve cahil gibi davranmaktan insanı koruyamamaktadır. Ayet, bilenle bilmeyen arasındaki farkın ortaya çıkmasını istemektedir. Ayrıca ayette, kutsal kitabı okumanın ve onun bilgisine sahip olmanın her şeyi halledemeyeceğine, önemli olanın o bilgiyi hayata geçirip bölünmeleri ortadan kaldırmak olduğuna da dikkat çekilmektedir.

3. İhtilafa düştükleri hususlarda kıyamet günü Allah, onlar hakkında hükmünü verecektir.
Ayetin bu kısmını izah etmeden önce, aynı kutsal kitabı okuyan ve bilen yahudi ve hristiyanlann neden ihtilafa düştüklerini bulmamız gerekiyor. Bakara/2 13'te aralarındaki kıskançlıktan dolayı ihtilafa düştükleri söylenmektedir:
İnsanlar bir tek ümmetti, (ihtilaf edip) ayrılmaları üzerine Allah müjdeci ve uyarıcı olmak üzere peygamberler gönderdi ve beraberlerinde hak ile kitap indirdi ki: insanlar arasında ihtilaf ettikleri noktada hakem olsun. Bunda da kitap verilenler, kendilerine apaçık deliller geldikten sonra sırf aralarındaki kıskançlıktan dolayı anlaşmazlığa düştüler.[102]
Demek ki, ellerindeki kitabın bilgisine ve açık delillere sahip olmalarına rağmen yahudi ve hristiyanlar, sırf kıskançlık sebebiyle ihtilafa düşmüşlerdir. Demek ki insanın nefsindeki kıskançlık duygusu harekete geçerek dinî anlayışı ve sosyal hayatı parçalayan bir bombaya dönüşmektedir. Böylece Yüce Allah, ihtilafın arkasındaki psikolojik nedeni tesbit ederek bir davranış analizi yapmış olmaktadır. Kıskançlığın, bilginin etkisini ortadan kaldıracağına dikkat çeken bu ayetler, dinî grupların kutsallaşıp düşmanlık üretmesinin nedenini de beyan etmektedir. Bu ayetten, dini parçalayan, gruplara ayrılıp birbirini küçümseyen ve birbirini dinsizlikle itham eden insanlar arasında Allah'ın hüküm vereceğini de öğreniyoruz. Yaptıkları bu yanlışı, işledikleri bu büyük günahı Allah onlara kıyamet günü haber verecektir. [En'am/159]
İnsanların dini parçalamamaları ve dinde ihtilafa düşmemeleri için ne yapılması gerektiğini de şu ayetten öğrenebiliriz:
Bunun üzerine Allah iman edenlere, üzerinde ihtilafa düştükleri gerçeği izniyle gösterdi. [Bakara/213]
Yüce Allah geçmişte dinde ihtilafa düşenlerin durumunu inananlara bildirmek suretiyle onun kötülüğünü gösterdi. Demek ki, böylesi yanlış iş ve günahlardan kurtulmanın çaresi, geçmişten hale ve istikbale projeksiyon tutmak; geçmişin tecrübesi ile, yaşanan ve yaşanacak olan bu tarz problemleri çözmektir. Geçmişin tecrübesini kullanarak yaşanan problemleri çözme metodunu burada görmekteyiz. Yüce Allah'ın, dinde ihtilaf konusunda müslümanları bilinçlendirirken kullandığı bilgi kaynağı Kur'an'dır.

Bunu gösteren ayetler şunlardır:
Doğrusu bu Kur'an, İsrailoğulları'na, hakkında ihtilafa düştükleri şeylerin pek çoğunu anlatmaktadır. [Neml/76]
Biz bu kitabı sana sırf hakkında ihtilafa düştükleri şeyi insanlara açıklayasın ve iman eden bir topluma da hidayet ve rahmet olsun diye indirdik. [Nahl/64]
Bu ayetlerden çıkan netice şudur:
Kur'an ihtilafları bildirmek ve ortadan kaldırmak üzere gönderilmiştir. Dinde bölünme gibi çok ciddi sosyal olayların arkasındaki nedenleri tesbit eden Yüce Allah, ihtilaf içinde olanların, bu ihtilafları ortadan kaldıramayacağını da vurgulamaktadır. Peki ihtilafların nedenlerini açıklayıp onları ortadan kaldırmak için gönderilen Kur'an'a inanan müslümanların ihtilafa düşmesi ne ile açıklanabilir?
Buna şöyle cevap verilebilir: Kur'an'ı yeterince bilmemek, bildiğini hayata geçirmek ile. Bu cevabı, Yüce Allah'ın Hz. Peygamber'e, birbirlerinin hiçbir şey üzerinde olmadıklarını söyleyen kitap ehline söylemesini emrettiği şu sözden çıkarıyoruz:
De ki: "Ey kitap ehli! Siz, Tevrat'ı, İncil'i ve Rabbinizden size indirileni hakkıyla hayata geçirmedikçe, hiçbir şey üzere değilsiniz". [Maide/68]
Demek ki, aralarındaki kıskançlık, Tevrat'ı, İncil'i ve Allah'ın indirdiğini hayata geçirmelerine engel olmuştur. Kendi kutsal kitaplarını iyice öğrenip hayata geçirmemeleri, ihtilafın baş sebebidir. Müslümanlar da, Kur'an'ı öğrenip hayata geçirmedikçe, hem ihtilafa düşecekler, hem de hiçbir sağlam temel üzerine olamayacaklar.

Bilmeyenlerin ihtilaf etmesi, bir dereceye kadar mazur görülebilir; ama bilenlerin ihtilaf etmesi asla mazur görülemez. Kur'an, mü'minlere, kutsal kitabını bildiği halde, onu hayata geçirmeyip ahirette sorumluluk altına girmenin, inananlara yakışmadığını beyan etmektedir.

Bakara 111 - Kendi grupları dışındakileri kaybetmiş görenler



Mustafa İslamoğlu:
“Birde kalkıp dediler ki: Yahudi ve Hristiyan olmayanlar cennete giremeyecek. Bu onların hüsnü kuruntusudur.”
Yahudiler kendileri dışındakilerin ebedi saadetten mahrum olacağını iddia ederken, Hıristiyanlar da aynı iddiayı kendileri için yaptılar. Kur’an böylesi bir düşünceyi umniyye (kuruntu) olarak isimlendiriyor. Her iki grup hem birbirleri için, hem de Hz. Peygamber’e inananlar için aynı kuruntuyu dillendiriyorlardı. Bu âyetin tüm zamanlardaki mü’min muhataplarına, Yahudilerin ve Hıristiyanların kapıldığı bu hüsnü kuruntuya kapılmamaları hatırlatılmaktadır. Bu âyet, 109. âyeti açıklayıcı mahiyettedir. Demek ki onlar bu kuruntularıyla henüz imanı yüreğinde kök salmamış olan mü’minleri aldatmak istiyorlar ve bunu bir propaganda malzemesi olarak kullanıyorlardı.
“De ki: Eğer iddianızın arkasında duruyorsanız, hadi ispatlayın.”
Zımnen: Haydi iddianıza uygun bir hayat yaşayın! Zira “ebedi kurtuluş” iddiasının bu dünyada başkaca bir ispat zemini bulunmamaktadır.

Ali Küçük:
         Her toplum, her din mensubu kendi inancıyla mutmain olmuş. Herkes kendilerinin cennetlik olduğunu zannediyor. Herkes kendi yollarının doğruluğuna inanıyor. Hiç kimse kendisinin yanlış olduğunu, haksız olduğunu düşünemiyor. Herkes biz en doğruyuz! Biz en iyiyiz! Biz en haklı yolda olanız! Diyorlar. Herhalde bu özellik Cenab-ı Hakkın insanlara verdiği, ama yanlışa gittikleri zaman değiştirilmesi gereken bir özelliktir. İnsanlar Beyyine’yle, vahiyle karşı karşıya geldikleri zaman, kitaplarıyla tanıştıkları zaman kendi hatalarını anlayacaklar, kendi yollarını değerlendirebileceklerdir. Bunun yolu Beyyine’yle tanışıp doğru ya da yanlışı onunla sağlamadan geçmektedir.
         Ama Beyyine’yle tanışma imkânı bulamayanlar, kitap ve pey-gamber ile tanışma imkânı bulamayanlar, yâni kendileri doğruda mıdır yanlışta mıdır? Bu konuda kendilerine kıstaslık yapacak, kendilerine kesin ve doğru bilgiyi ulaştıracak bir bilgiyle, bir vahiyle karşı karşıya gelemeyenler, elbette kendilerinin hak yolda olduğunu savunmada ısrarlı olacaklardır.
         İşte bu konuda en büyük yanılgı içine düşmüş iki topluluk. Yahudi ve hıristiyanlık dünyası. Her iki grup da kendilerinin hak yolda olduklarını, cennetlik olduklarını iddia ediyorlar. Ama ilerdeki âyetlerde gelecek bunlar, aynı zamanda birbirlerinden farklı olduklarını da iddia edecekler. Birbirlerini reddettiklerini, birbirlerini sapık yolda olmakla itham ettiklerini göreceğiz. Her bir grup diğerinin yanlış yolda olduğunu, sapık yolda olduğunu ve müslümanları da o yanlış grubun içine katarak, sadece kendilerinin hak yolda ve cennete lâyık olduklarını iddia edecekler.
         Yahudi ve hıristiyanlar diyorlar ki; yahudi ve hıristiyandan başkaları kesinlikle cennete giremeyecektir. İki grup birlikte demiyorlar da, yahudiler diyorlar ki, cennete ancak yahudi olanlar gireceklerdir. Hıristiyanlar da diyorlar ki, hayır cennete ancak hıristiyanlar girecektir, başkaları kesinlikle giremeyecektir, diyorlar. Cennete girebilmek için yahudi ve hıristiyan olmak gerekir, başka türlü mümkün değildir diyorlar. Bu konuda ellerinde hiçbir delilleri olmadığı halde böyle bir iddiada bulunuyorlar. Acaba bu konuda ellerinde gerçekten bir delil var mı, yok mu? Bakın bu konuda delil kendisinden olan Allah buyurur ki:
         "Bu onların kuruntularından başka bir şey değildir."
         Kuru ve boş bir hayaldir bu. Bu onların kendi hülyaları ve temennileridir. Yâni kendi kendilerine, kendilerini tatmin etmek için uydurdukları boş bir ümniyeden başka bir şey değildir. Kim demiş onlara bunu? Onların cennetlik olduklarını ve onlardan başkalarının cennete gidemeyecek olduğunu kim dedi onlara? Kim böyle bir taahhütte bulunmuş, kim böyle bir garanti vermiş onlara? Ama bu sadece temenniyle olacak bir şey değil ki. Herhangi bir akideye, bir inanca, bir düşünceye sahip olabilmek için vahiy ölçüdür. Vahyi baz almak gerekir. Öyleyse;
         "Onlara de ki; Peygamberim, eğer doğru söylüyorsanız delilinizi getirin."
         De ki onlara ey peygamberim ve sizler de deyin ki ey peygamber yolunun yolcusu olan müslümanlar: Hanginiz bu davanızda sâdıksanız delilinizi getirin bakalım! Böyle bir iddia ispat ister. Hadi iddianıza bir delil getirin, ispat edin bakalım. Neye dayanıyorsunuz bunu derken? İstinat noktalarınız neyse hadi getirin onları bakalım. Var mı bir deliliniz bu konuda?
         Bu konuda delil ancak cennetin sahibi olan Allah’tan gelmelidir. Bu konuda delil vahiydir. Hadi kitapların bir tanesinde Allah’tan gelmiş bir tek delil, bir tek vahiy gösterin. Eğer bunu size Allah demiş-se, o zaman mutlaka kitapların birinde bir şey indirmesi gerekirdi Allah’ın. Değilse sizinle direk konuşması da mümkün değildir. Ama bakıyoruz kitapların hiçbirisinde bu yahudiler bu hıristiyanlar kesinlikle cennete gidecekler diye bir âyet yoktur.
         Bakın bu konuda hakkın sahibi olan Allah, cennetin sahibi olan Allah, kim doğru yoldadır? Kim eğri yoldadır? Kim cennetliktir? Kim cehennemliktir? Yahudiler mi? Hıristiyanlar mı? Yoksa bugün bu konuda onlardan farksız duruma düşmüş müslümanlar mı? Bunu Allah anlatıyor. Bugün gerçekten çok karmaşa haline gelmiş bu konunun çok iyi anlaşılabilmesi için bu konuyu en güzel biçimde anlatan bu âyetleri çok iyi tanımak zorundayız. Çok iyi ve dikkatli dinlemek zorundayız.
         Zira bugün herkes bu iddiadadır. Her aile, her grup, her hizip, her cemaat, her grup, her millet bugün bu iddianın içindedir. Doğru yolda olan bizleriz! Bizim grup en haklı gruptur! Bizim cemaat cennete gidecek cemaattır! Biz en doğru yoldayız! Biz cennetin da ortasına lâyık insanlarız!!!
         Öyleyse âyetin ifadesiyle söyleyelim, bugün de herkesten delil istemek durumundayız. Eğer bizler kendimizi kesin cennetlik olarak sunmak durumundaysak, o zaman diğer insanların da bizden bu konuda delil isteme hakları vardır. Cennetlik olanlar bizleriz! Bizden başkası cennete gidemez! İddiasında bulunan tüm dünya insanlarına sormamız lâzım: Eğer iddianızda samimiyseniz, eğer doğru söylüyorsanız hadi delillerinizi getirin bu konuda. Kim Rabbinden bir delil getirebilir ki bu konuda! Peki o zaman bu konuda delil nedir? Yâni Allah ne diyor acaba bu konuda? Kimin cennetlik olduğunu söylüyor acaba Rabbimiz? Kimin haklı olduğunu, kimin haksız olduğunu söylüyor acaba Rabbimiz? Bakın onu dinliyoruz:
         Hayır hayır! Mesele ne öyledir, ne de böyledir. Yâni ne yahu-dilerin dediği gibidir mesele, ne de hıristiyanların iddia ettiği gibi. Cennet ne onların, ne de bunlarındır. Yâni cennet böyle özel bir grubun, özel bir milletin değildir. Ya da sırf hıristiyan olanların hıristiyan olmalarından ötürü, sırf yahudilerin sadece yahudi olmalarından ötürü veya sadece müslümanların sırf müslümanız demelerinden ötürü Rabbimiz onlara cenneti garanti etmiyor. Hakikat şu ki:

Diyanet:
Yahudiler sadece yahudilerin, hıristiyanlar da sadece hıristiyanların cen­nete gireceklerini ileri sürdüler. Fakat Kur'an, "Eğer sözünüzde doğru iseniz ke­sin kanıtınızı getirin" şeklindeki çağrısıyla bu iddiaların delilsiz ve temelsiz oldu­ğuna işaret etmektedir.
"Kesin kanıt" diye tercüme edilen burhan kelimesi, bilimsel ve felsefî bir te­rim olarak "doğruluğunda asla kuşku bulunmayan ve kesin bilgi sağlayan delil" anlamında kullanılmaktadır. Bu açıdan bazı alimler Kur'an'm bir adının da burhan olduğunu belirtirler. Bazı hadis­lerde de burhan "kesin bilgi ve kanıt" mânasında kullanılmıştır.
İslâm dünyasında burhanın felsefe, kelâm ve fıkıh usulünde bir kanıtlama yöntemi ve kıyas türü olarak kullanılması, Grek felsefesinin Arapça'ya tercüme edilmesiyle başlamış ve bu yöntem, "beş sanat" denilen kanıtlama yöntemlerinin (burhan, cedel, hatâbe [hitabet], şiir, safsata) en güçlüsü sayılmıştır.
Konumuz olan âyette burhanın, bütün şüpheleri ortadan kaldıracak açıklıkta ve itirazlara yer bırakmayacak kesinlikte bir delil olduğuna işaret edilmiş; dolayı­sıyla bir iddianın kabulü veya reddi, kuruntulara değil, bu şekildeki bir kanıtlama­ya bağlanmıştır. Buna göre yahudilerle hıristiyanların, kendi dinlerinden olmayan­ların cennete giremeyecekleri yolundaki iddiaları böyle bir kanıttan yoksun olup sadece onların bir kuruntusudur. Çünkü onlar akıllanyla değil duygularıyla hare­ket ediyorlar; müslümanlan kıskanıyor, onların küfre dönerek ilâhî lutuflardan mahrum karmalarını arzuluyorlardt. İşte onların cennete sadece kendilerinin gire­ceklerini İleri sürmeleri de bir hakikat olmayıp, kıskançlık duygularının ürünü olan bir temennidir. Kur'an ise boş temennilere değil, gerçeklere Önem verdiği için "Kanıtınızı getirin" buyuruyor. Çünkü Kur'an kendi tabiriyle, burhana veya basi­rete önem verir. Aslında bir iddianın doğruluğunu burhanla kanıt­lamak şeklindeki ilke, görüldüğü gibi Kur'an'ın da vazgeçilmez saydığı evrensel bir ilke olup bu âyette dolaylı olarak müslümanlann da dinî, fikrî ve bilimsel gö­rüşlerini savunurken, duygusal hükümlerden, taklitten sıyrılmaları; görüşlerini ve inançlarım gerçekliği kuşkulu delillere değil, kesin kanıtlar üzerine temellendirmeleri, dindarlıklarını bu düzeye yükseltmeleri gerektiğine işaret edilmekte olup bu, Kur'an'm her vesileyle üzerinde durduğu bir öğreti ve mesajdır.