Bakara 120 - Dinlerine uymadıkça senden razı olmayacaklar



Diyanet:
"Din" diye çevrilen millet kelimesi, "Allah'ın, peygamberleri aracılığıyla insanlara bildirdiği, onları Allah'a yakınlaştıran yol; dinî ilkelerin ve kuralların bir toplum tarafından benimsenip geleneklektirilmiş şekli" anlamına gelir. Başka bir tanıma göre millet, Allah'ın koyduğu kuralları ve İlkeleri, din de kişinin uyguladığı kuralları ve ilkeleri ifade eder. Buna karşılık dinin aslî biçimine olduğu gibi, az çok yozlaştırılmış şekline de millet denilebilir. Nitekim âyette millet kelimesinin, ikisi de tahrife uğramış olan Yahudilik ve Hıristiyanlık İçin kullanılmış olduğunu görüyoruz. Milletin dinden bir başka farkı da, sadece bir peygambere veya bir topluluğa nispet edilebilir olmasıdır. Meselâ "İbrahim'in milleti, hıristiyan milleti, İslâm milleti" denilebildigi halde "Ahmed'İn milleti, Ali'nin milleti" denilmez; buna karşılık din kelimesi her durumda kullanılır. Ayrıca Allah'ın dini (dînullah) denilir, fakat Allah'ın milleti (milletullâh) denilemez.

Bir önceki âyette buyurulduğu gibi Hz. Muhammed, gerçek bir elçi sıfatıyla bütün insanlar İçin bir rehber, bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderilmiş olmasına rağmen, Medine'deki yahudiler tam bir taassup ve tutuculukla Hz. Peygamber'e ve İslâm'a karşı tavır almışlar; ona ve onun getirdiği yeni dine uymaları ve bu dinin gerçekleştirdiği yenilikleri benimsemeleri gerekirken, tam tersine Peygamber kendi dinlerini benimsemedikçe ondan asla hoşnut olmayacaklarını ortaya koyan bir tutum sergilemişlerdir. Fakat Allah nezdinde önemli olan, şu veya bu kişi ya da zümrenin hoşnutluğunu kazanmak değil, hidayet üzere olmak, doğru ve kurtuluşa götüren yolu izlemektir. Bu yol ise Allah'ın yoludur; O'nun bildirdiği iman esaslarını, ibadet ve hayat tarzını benimseyip yaşamaktır. Bunlara dair bilgi geldikten sonra, yani Allah Teâlâ resulüne vahiy yoluyla hak dini ve onun esaslarını bildirdikten sonra artık yahudilerin veya hıristiyanlann arzularına uymak, İslâm'la bağdaşmayan inanç, ibadet ve hayat tarzlarını benimsemek mümkün değildir; bunu yapan bir kimse Allah'ın dostluğunu ve yardımını da kaybetmiş olur. Âyette bu uyarıyı ifade eden bölümde Hz. Peygamber'e hitap edilmekteyse de, onun böyle bir sapma göstermesi mümkün olmadığından asıl muhatap müslüman bireyler ve topluluklardır.
Yahudilerle hıristiyanların, kendi dinlerine uymadıkça müslümanlardan memnun ve hoşnut olmayacakları yönündeki Kur'ânı Kerîm'in bu tespiti, tarihî olarak da ispatlanmış bir gerçektir. Nitekim müslümanlar kendi topraklarındaki Ehli kitaba karşı son derece adaletli ve insanî bir tavır sergiledikleri, hatta zaman zaman İslâm beldeleri onlar için bir sığınak olduğu halde, müslüman İspanya'nın (Endülüs) İşgalinden başlamak üzere istilâ ettikleri bütün İslâm ülkelerinde yahudi ve hıristiyan yönetimler müslümanlara karşı çok zaman vahşete kadar varan baskı, sindirme ve sömürü politikaları izlemişlerdir. Ayrıca hıristiyan Batı dünyası, Macarlar gibi hıristiyanlaşmış Türkler'i benimsediği halde Müslümanlığını korumuş Türkler'i hiçbir zaman dost olarak görmemiş; özellikle Tanzimat'tan bu yana Türkler'in göstermiş olduğu Batı dünyasıyla yakınlaşma çabaları, onların bu olumsuz tavırları yüzünden daima sonuçsuz kalmış ve Türkler'in aleyhine işlemiştir, Hıristiyan dünyanın diğer müslüman milletler, hatta hıristiyan olmayan bütün toplumlar karşısındaki tutumu da bundan farklı değildir. Hıristiyan Batılılar'ın Müslümanlığı Hıristiyanlığa karşı, müslümanlan da htristiyanlara karşı tehlikeli bir güç olarak algılamaları, İslâm'a ve miislümanlara karşı daha zalim ve haksız tavırlar sergilemeleri sonucunu doğurmakta; bu yüzden bir kısmı iyi niyete dayalı dinler arası diyalog ve benzeri teşebbüsler de ya sonuçsuz kalmakta veya müslümanlar aleyhine bir komplo şüphesini haklı çıkaran işaretler taşımaktadır.
Bütün bu tespitler yahudilere ve hıristiyanlara karşı, körü körüne dostluk duygusu besleyip kişiliksiz ve teslimiyetçi bir davranış tarzını benimsemenin de, onların hatasını tekrarlayarak, kör bir düşmanlık duygusuna kapılıp haksız davranışlara kalkışmanın da yanlış olduğunu göstermektedir. Her iki aşırılık da en başta Kur'ânı Kerîm'in öğretisine aykırıdır. Zira Kur'an müslümanlara bir taraftan "Herhangi bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adaletsiz davranmaya itmesin. Adaletli olun; bu, takvaya daha uygundur"derken, diğer taraftan da üzerinde durduğumuz âyette görüldüğü gibi, "Eğer sana gelen ilimden (vahyin ortaya koyduğu gerçeklerden) sonra onların arzularına uyarsan, bilesin ki artık Allah sana ne dost ne de yardımcı olacaktır" der. Şu halde müslümaniar için yapılacak iş, dostluk ve düşmanlık gibi duyguların etkisiyle zulüm veya zillet tavırları sergilemekten sakınmak; İslâm'ın genel öğretisine uyarak iman, akıl, ilim, irfan, dürüstlük ve adalet gibi zihnî ve ahlâkî erdemlerle donanmak, bu erdemlerle desteklenen bîr kültürel, siyasî ve ekonomik rekabet ve gelişme İradesini en verimli biçimde harekete geçirerek onurlu ve kişilikli bir ilişki zeminini oluşturmaktır.

Ali Küçük:
Sen onların milletine girinceye kadar. Hiçbir zaman bir Yahudi, bir hıristiyan müslümandan razı olmaz, müslümanı dost kabul etmez ve etmeyecek de. Ama ne zaman ki müslüman tevhidi, İslâm’ı, imanı, Kur’an’ı, Rasûlü, Allah’ı, kitabı bir tarafa bırakır da yahudi ve hıristiyan inancına girerse, bunu kesinkes ispatlar ve onlar gibi bir hayata, onlar gibi bir imana, onlar gibi bir düşünceye boyun eğerse, işte o zaman onlar kendilerinden razı olabilirler. Yâni o dinini terk eden Müslümandan ancak razı olurlar. Aksi takdirde tarihin hiç bir devrinde, hiç bir toplumunda gerçekleşmeyen bir şeydir bu. Yahudi ve hıristiyanların müslümanlardan razı olması.
…..
         Millet; tutulup gidilen yol demektir. Millet; din ve şeriat demektir. İşte bu mânâda yahudilik ve hıristiyanlık birer millettir. İslâm da bir millettir. Yâni sen kendi milletini bırakıp, kendi dininden çıkıp onların milletine, onların dinine girmedikçe onlar senden razı olmazlar. Sen yahudi ve hıristiyan olmadıkça asla senden razı olmayacaklar onlar.
         Evet müslümanlar bugün ne kadar onlara benzemeye çalışırlarsa çalışsınlar, onların amellerini ne kadar taklit ederlerse etsinler, onların düşüncelerinin yapısal özelliklerine ne kadar evet de deseler, açıktan açığa kendi dinlerinden çıkıp, biz de yahudiyiz, biz de hıristiyanız demedikleri sürece, kiliselerine, havralarına girip onlar gibi ibâdet etmedikleri sürece onlar sizden asla razı olmayacaklar. Sizi ebediyen sevmeyecekler. Sizin hakkınızda ebediyen hayır düşünmeyecekler.
         Meselâ hakikaten şu anda İslâm dünyasının pek çoğu, başlarındaki ne idiğü belirsiz idarecileri vasıtasıyla yahudi ve hıristiyanlara peşkeş çekildiği bir konumdadır. Ama şurası da bir gerçektir ki, ne Amerika ne de yahudiler bu ülkelerden hiç birisine güvenmemektedir. İşte Türkiye, Mısır, Suriye, Pakistan, Cezayir, Tunus her şeyiyle bunlara teslim edildiği halde, bunlardan hiç birisine güvenmemektedirler. İsrâil de güvenmiyor. Tamam belki dostluk anlaşmaları imzalıyorlar, belki ortak hareket etmeye çalışıyorlar, ama ne Amerika, ne de İsrâil bunların hiçbirisine güvenmiyor. Niye? Çünkü şöyle bakıyorlar hadiseye: Bugün bunlar her ne kadar bize bağlı iseler de, kanunlarıyla, eğitimleriyle, herşeyleriyle bizim dediklerimizi yapıyorlarsa da bunların ne zaman kendilerine gelecekleri, ne zaman uyanıp da müslümanlıklarının farkına varacakları belli olmaz diye gerek bu ülkelerin müslüman halklarına, gerekse kendilerine sadâkat yeminleri eden yöneticilerine güvenmiyorlar.
Ve fırsat buldukları zaman ilk kesecekleri, ilk öldürecekleri kimseler olarak da bu kendilerine hizmet eden kimseler olduklarını da zaman zaman söylemekten geri durmuyorlar. Bundan sekizon yıl önceki bir A.B.D. başkanının sözü: Yeryüzünde son İsmail oğlu kalmayıncaya kadar bizim savaşımız devam edecektir. Mümkün değil ki bu Amerika, bu hıristiyanlar ve yahudiler karşılarında dokuz takla atan bu müslüman ülkelerinin, müslüman ismi taşıyan idarecilerinden bile razı olmayacaklardır.
         Ama bilelim ki, bu da Allah’ın bize bir lütfudur. Böyle olmasaydı, bu insanların bu kadar bağlılıklarından ötürü onlar bu idarecilere değer verselerdi, bunlar onlara daha çok bağlanacaklardı. Ve belki de ülkelerimizi gözlerini kırpmadan onlara satmaya bile kalkacaklardı. Ama Allah’a şükür ki bu insanlar ara ara gittikleri, katıldıkları toplantılarda bu gâvurların gâvurluklarını, kendilerine düşmanca tavırlarını görüyorlar da tamamen bizi onlara satmaya cesaret edemiyorlar, gözlerini açıyorlar. Bu da Allah’ın bu gariban müslümanlara en büyük lütuflarından biridir.
         Allah diyor ki: Ey Peygamberim! Boşuna onları Allah’ın dinine kazandıracağım diye uğraşma! Kesinlikle sen onların dinine girinceye kadar onlar senden razı olmayacaklardır. Öyleyse onları razı etmeyi bırak peygamberim.
         Rabbimizin peygamberine hitap tarzının sertliğine bakılırsa bu meselenin gerçekten çok ciddi, gerçekten çok önemli bir mesele olduğunu anlıyoruz. Anlıyoruz ki bu konuda peygamber bile olsa gözünün yaşına bakılmayacaktır. Zira şahısların büyüklüğü, Allah’ın emirlerine teslimden geçer. Allah’ın emirlerine teslim olmayanlar kim olurlarsa olsunlar, Allah onların işini bitirir.
         "Ey Peygamberim! Andolsun ki sana da senden önceki peygamberlere de vahy olunmuştur ki, eğer Allah’a ortak koşmaya kalkarsan tüm amellerin boşa gider ve sen hüsrana uğrayanlardan olmaktan asla kurtulamazsın!" (Zümer: 65)
         Ve yine bakın Hâkka sûresinde 4447. âyetleri:
         "Eğer Peygamber bize karşı bu kitaba kendisinden bir şeyler ilave etmiş olsaydı, biz onu kuvvetle yakalar ve onun şah damarını koparırdık!" (Hâkka 44,47)
         Buyurulur. Görüyor musunuz tehdidi? Peygamber bile olsa bu çok önemli konuda kimsenin gözünün yaşına bakılmaz. Kimse mazur görülemez.
         Bu âyetler, Allah yolunun yolcularının kâfirler, müşrikler ve münâfıklarla ilişkilerini belirleyen âyetlerdir. Mü'minler kâfirlerin İslâm’a gelmesini isteyebilirler, bu tabii bir şeydir. Ama onların zikzaklı sözleri, cıvık tavırlarına bakarak, onları razı etmek adına onlara tavizler vermeye mü'minler asla mezun değillerdir.
         Zira onların yola gelmeyişlerinin sebebi, bu konudaki delillerin azlığından veya senin onlara İslâm’ı açıkça anlatmayı becerememen değildir. Aksine hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak şekilde senin açıkça İslâm’ı ortaya koyman ve onlara kendi istek ve arzularına göre dini değiştirebilmeleri için boşluk bırakmamandır. Onun için onlara taviz vermek çok tehlikelidir.
         Eğer müslümanlar, onlara tavizler vermeye başlarlarsa bu onların kendi dinlerinde, kendi bâtıl akideleri üzerinde sebat etmelerine vesile olacaktır. Çünkü tavizkâr bir tutum, kesinlikle onlara destek vermek anlamına gelecektir. Müslümanlar onlara tavizler verip onların davranış ve inanışlarını tasvip edercesine bir tavır takınmaları, onları kendi dinlerinde kemikleşmelerini sağlayacaktır. Bunlar bize böyle baktıklarına göre demek ki bizim yolumuz da doğruymuş diyecekler ve yanlış dinlerine, bozuk inanışlarına daha bir sağlam sarılmaya başlayacaklardır.
         Her bir tavizi gördükçe cesaretlenip, yeni yeni tavizler istemeye kalkışacaklardır. Böyle böyle seni, son tavize kadar götüreceklerdir. En son isteyecekleri taviz de senin onların dinlerine girmendir.
         "Gerçek hidâyet Allah’ın hidâyetidir, yol Allah’ın yoludur."
         Artık hak bellidir, hidâyet bellidir, yol bellidir, hayat programı bellidir. Doğrusu İslâm yoludur, doğrusu Allah yoludur, başkalarına ihtiyacınız yoktur. E peki bizim birtakım problemlerimiz var. Sıkıntılarımız var. Yeryüzünde yalnız yaşayamayız. Biz birilerine muhtacız. Ekonomik, siyasî, askerî problemlerimiz var. Bizim yol göstermeye ihtiyacımız var, bizim bir hidâyete ihtiyacımız var. E şu andaki yahudiler ve hıristiyanlar da dünyanın en büyük dev güçleridir, ülkelerinin problemlerini halletmişler, sanayilerini kurmuşlar, insanlarını mutlu etmişler. Hikâye bunlar aslında, eh biz ne yapalım? dersek bakın müslümanlara diyor ki Rabbimiz:
         Hidâyet istiyorsanız, hidâyet Allah’ın hidâyeti, yol Allah’ın yoludur. Probleminiz varsa Allah’a havale edin, Allah’a yalvarın, Allah’a yakarın, Allah’ın âyetlerinin tarif ettiği bir hayata yöneliverdiniz mi, bakacaksınız ki problemleriniz kendiliğinden çözülmüştür. Tüm problemleriniz ama. Ekonomik, siyasî, içtimaî, askerî, eğitim, hukuk, seçim, geçim tüm dertleriniz bitecektir. Çünkü o zaman siz yenilmez ve yanılmaz bir Allah’la berabersiniz demektir. Ama öyle değil de:
         "Eğer sen, sana gelen ilimden sonra hâlâ onların heva ve heveslerine uyarsan Allah’tan sana hiçbir dost ve yardımcı yoktur."
         Onların isteklerine, arzularına, sevgilerine nefretlerine düşüncelerine, sosyal sistemlerine, ekonomi anlayışlarına, eğitimlerine, ceza kanunlarına, âhiret görüşlerine yahut ahlâk, siyaset yapılarına, her şeylerine uyarsan, artık senin için Allah’tan ne bir dostun vardır, ne de bir yardımcın.          Sana gelen ilimden sonra. Hangi ilim gelmişti Rasulullah Efendimize? Buradaki ilim Kur’an’dır. İlim vahiydir. Çünkü peygamberimize gelen vahiydi. Eğer sen, sana gelen bu vahyi bırakır da onların ilme dayanmayan heva ve heveslerine uyacak olursan artık dostun da yoktur, yardımcın da. Allah’ın velâyetini, Allah’ın dostluğunu kaybettikten sonra artık mü'minler için dünyada ne rahat yüzü, ne saâdet, ne bereket, ne de âhirette cennet ve devlet olması mümkün müdür? Öyle olmamış mı diyesim geliyor?
         Yıllardır bizler vahyi bıraktık, Allah’tan gelen ilme sırt çevirdik ve bu kâfirlerin heva ve heveslerine uyduk. Ey yahudi ve hıristiyanlar! Ey bizim efendilerimiz! Ey bizim hocalarımız! Bak biz de sizin gibi olduk! Sizin gibi giyiniyor, sizin gibi soyunuyoruz! Eskiden tepeden tırnağa giyinirdik, ama şimdi bak sizin hatırınıza kılık kıyafetimizi değiştirdik! Sizin yazınızı kullanıyor, sizin eğitiminize sahip çıkıyoruz! Sizin kanunlarınızı, sizin tatillerinizi, sizin takvimlerinizi kullanıyoruz! Sizin hatırınıza Nato ya girdik! Birleşmiş Milletlere üye olduk! AT’ la nikâhlandık, İMF ile nişanlandık, bugüne kadar bir dediğinizi iki etmedik, diye yalvarıp yakardığımız halde yine de kendimizi sevdiremedik. Ama beri tarafta Allah’ın yardımı kesildiği için de gittikçe batağa battık ve bir türlü belimizi doğrultamadık. Elbette öyle olacaktık. Ne diyor bakın Allah:
         Eğer size gelen vahyi bırakır da onların heva ve heveslerine uyarsanız, dostunuz ve yardımcınız olarak yokum diyor Allah. Allah’ın desteğini üzerlerinden çektiği bir toplumun akıbeti budur işte. Ya bu kitaba evet deriz, ya bu kitapla birlikte oluruz, o zaman dostumuz yardımcımız Allah olur. Allah desteğini hak ederiz. Ya da bu kitabı bıraktıktan sonra, Allah desteğini kaybettikten sonra yeryüzünün tüm kâfirleriyle beraber olsak da cehenneme kadar yolumuz var demektir. O zaman hiç kimse de bizi bu cehennemden kurtaramaz. Zaten kâfirlerin bütün derdi bizi kendi cehennemlerine ortak etmek. Müslümanlar var oldukları ve İslâm’ı yaşadıkları müddetçe bu kâfirlerin aleyhinde delil vardır ve bu kâfirler bu delili yok etmek, bizi de cehenneme sürüklemek için ellerinden gelen her şeyi yapacaklardır. Çünkü bunlar başka değil sadece heva ve heveslerine uymaktadırlar. Yâni bunlar bu halleriyle din diye sadece heva ve heveslerine uyduklarından, tahrif ve bid'at ehli olduklarından artık ehli kitap da değillerdir.

Ömer Nasuhi Bilmen:
Rasûlüm!.. (Sen onların milletine) yani: Dinine, bâtıl kanaatlerine, heva ve heveslerine (tâbi oluncaya deyin senden ne Yahudiler, ne de Hıristiyanlar asla hoşnut olmazlar.) Ne cahilce arzu... Habibim!.. Onlara (deki: Asıl hidâyet. Allah'ın hidâyetidir.) Yani Allah Teâlâ'nın hidâyet yolu olan İslâmiyet yok mu, İşte hidayet yolu onun tam kendisidir, başka değildir. (Eğer sen, sana gelen ilimden sonra) Kuranı Kerîm ile, diğer bir kısım mucizeler ile İslâmiyetin hak oluşu öyle ortaya çıkmış olduktan sonra (onların havalarına) o bâtıl milliyetlerine, arzularına bil farz (uyacak olsan yemin olsun ki, senin için Allah tarafından ne bir dost bulunur ne de bir yardımcı.) O takdirde ebedî bir hüsran yüz göstermiş olur.
§ Yüce Peygamberler böyle bir hüsrana uğramaktan korunmuşlardır. Onlar ebediyyen günahsız, ilâhî korumaya mazhardırlar. Bu tarzdaki Kur'ân beyanatı, asıl müslüman fertler için bir uyanıklık vesilesidir. Her asırda gayri müslimlerin müslümanları yoldan çıkarmak için ne çarelere başvurdukları, ne propagandalar yaptıkları malumdur. Artık bütün müslümanlara düşen vazife uyanık bulunmaktır. Öyle yaldızlı, aldatıcı sözlere kulak vermeyerek kendi yüksek dinlerinin, milliyetlerinin parlak feyz ve irfan sahasında muntazam bir şekilde yaşamağa devam etmektir. Başarı Cenâbı Haktandır.

Elmalılı Hamdi Yazır:
Yahudiler Hz. Peygamber'e "Gel bizimle bir müddet hoş geçin, bizi memnun et de sana tabi olalım." diye bir teklifte bulunmuşlar. Bu teklifteki art düşüncelerini anlatmak için şu âyet inmiş: Ey Muhammed! Ne yahudiler, ne de hıristiyanlar sen onların milletlerine tabi olmadıkça asla senden memnun olmazlar, hiçbir şekilde onların gönüllerini hoş edemezsin, meğ e r ki, milletlerine tabi olasın. Halbuki senin için, ikisinin de milletine tabi olmak mümkün değildir. Çünkü birbirlerine "hiçbir şey değil" diyen bu iki millet aslında birbirlerine son derece zıttırlar. İki zıddın birleşmesi mümkün olmadığından bu iki mi l letin ikisine birden tabi olmanın, ikisini birden razı etmenin yolu yoktur. Yahudiler yahudi, hıristiyanlar hıristiyan kaldıkça ikisinin de senden razı olmaları mümkün değildir. Şu halde sen peygamberlik diline mahsus olan bir belağat ve edeple onlara s a dece de ki; Allah'ın hidayeti, işte uyulacak hidayet ancak odur. Hidayet diye ona denilir, sizin hidayet dediğinize değil. Bir başka mânâ ile Allah rehberi yok mu? İşte esas uyulacak rehber odur. Allah'ın Resulü, Allah'ın kitabı, Allah'ın dini dururken, başkasına tabi olmak sapıklıktır. Özetle hak din, Allah'ın dinidir. Aranacak, uyulacak olan odur. Ben size değil, siz bana uyacaksınız. "uyulmaya layık olan haktır". Yol hak yolu, hidayet Allah hidayetidir. Onlara işte böyle söyle ve şunu da bil ki; v a llahi eğer sen, sana gelen bunca ilimden sonra, mesela onların heva ve heveslerine, keyiflerine uyacak olsaydın Allah'dan senin ne bir dostun, ne de bir yardımcın bulunur. Ortada kalır, helak olur gidersin. Çünkü Allah katında küfre ve şirke yardım yokt ur.

Millet: Lügatte esasen söyleyip yazdırmak veya ezbere yazmak mânâsına gelen masdarıyla, yani "imlâ" mânâsıyla ilişkili olan bir isimdir. Zemahşerî'nin "Esas"ta beyanına göre; asıl mânâsı "tutulup gidilen yol" demektir ki, eğri veya doğru olabilir. İşte bu anlamdan alınarak din ve şeriat mânâsında kullanılmıştır. Şehristanî'nin "elMilel ve'nNihal"deki beyanına göre din, şeriat, millet denilen şeyler haddi zatında hep aynı şeylerdir. Ancak itibar edilen ve gözetilen mânâya göre, yine de her bi r i bir başka yönden diğerinden farklı bir anlam kazanır. İtikat ve iman bakımından din, amel ve tatbikat bakımından şeriat, sosyal bakımdan, yani sosyal realite bakımından millet denilir. Gerçekte

itikad edilen ne ise, amel edilen de odur. Amel edilen ve uy gulanan ne ise esas itibariyle üzerinde ittifak edilen şey de odur. Şu halde millet, bir cemiyetin etrafında toplandığı ve üzerinde yürüdüğü, diğer bir deyişle, ictimaî duygu ve telakkilerinin tabi olduğu ve kitlesinin bağlı bulunduğu hakim ilkeler ve tak i b edilen gidişattır, sülûk edilen yoldur. Bu yolun hak olanı, hak olmayanı, eğri olanı, doğru olanı vardır. Şu kadar var ki, yolun hak olanı güzel sonuca, hak olmayanı da hüsrana ve kötü akibete götürür. Demek ki millet, sosyal kurul dediğimiz toplumun ke n disi değildir. Ona cemaat, kavim, ümmet veya ehli millet denilir. Mesela Yahudilik ve Hıristiyanlık birer millettir fakat yahudiler ve hıristiyanlar ehli millet, sahibi millettirler, diğerleri de öyle... Bununla beraber "millet" kelimesi "ehli millet" mânâsına da mecaz olarak kullanılmaktadır. Mesela; "millet şöyle yaptı, millet böyle yaptı" denilir ki bu, kavim demektir. Müteallikı zikredip, müteallakı murad etmek kabilindendir veya doğrudan doğruya mecazı hazfîdir. Nitekim âyette "İbrahim milleti" tamlaması, her iki mânâya da tefsir edilebilir. Âyette "heva ve hevesleri" buyurulması, gösteriyor ki, yahudi ve hıristiyanların takip ettikleri din ve millet, yukarıdan beri, inkar edilemez delil ve burhanlarla isbat edildiği üzere, kendi heva ve heve s leriyle, gönüllerinin keyfince uydurulmuş hurafeler, din adına ortaya konulmuş bozmalardır. Bunlar hakka değil, keyiflerine tabidirler; milletleri, peygamberlere indirilen kitaplardan ve hak yol olan tevhidden, İslâm ve ihsan esaslarından çıkmış, bambaşka bir şey olmuştur. Cenabı Allah, bütün bu eski dinlerin temel ilkelerini Kur'ân'da açıklamış, bunları tasdik ve teyid edip yeniden onaylamış ve o ilkelerden ayrılanların, gerçek dine değil, kendi hevalarına uyduklarını göstermiştir. Bunların din dedikleri şeylerin aslında hevadan ibaret bulunduğunu hatırlatarak peygamberini bunlara uymaktan şiddetle sakındırmıştır. Bir âyet öncesinde son derece okşayıcı ve güven verici bir ifade kullandığı peygamberine, onun arkasından bu sert uyarıyı irâd buyurması ne ka d ar mânâlıdır. Bu ihtarın peygamberden ziyade ümmetine yapılmış olduğuna şüphe yoktur.