Bakara 80-82: Kendilerini garantide görenler



Diyanet: (80-82.ayetler)
Tefsirlerde yer alan bazı rivayetlerde, yahudilerin cehennemde kalacaklarını İddia ettikleri "sayılı birkaç gün" hakkında farklı bilgiler verilmiştir. Bir rivayete göre Hz. Peygamber yahudilere "Cehennem ehli kimdir?" diye sormuş; onlar da "Biziz; fakat bizden sonra yerimize siz gireceksiniz" demişler; Hz. Peygamber de "Yalan söylüyorsunuz! Çok iyi biliyorsunuz ki biz sizin yerinizi almayacağız" buyurmuş; daha sonra konumuz olan âyet inmiştir. Başka bir rivayete göre, Hz. Musa'nın Sînâ dağında bulunduğu kırk gün zarfında yahudiler buzağıya taptıkları için, bunun cezası olmak üzere cehennemde sadece kırk gün kalacaklarına inanıyorlardı. Diğer bir rivayette yahudilerin, dünyanın ömrünün yedi binyıl olduğuna ve kendilerinin, her bin yıl için bir gün olmak üzere, toplam olarak sadece yedi gün azap göreceklerine inandıktan belirtilir. Gerçekte bu tür iddialar, onların Allah'tan aldıkları bir vaade dayanmayıp sadece kendi kuruntularından, Allah'ın âhiretteki hüküm ve takdiri hakkında bilgisizce söylenmiş boş sözlerden ibarettir. Allah'ın bildirdiği ve adaletin gereği olan gerçek şudur ki, herkesin âhiretteki cezası günahlarının büyüklüğü ve çokluğu nispetinde olacak; dolayısıyla inkâra sapıp kötülüklerle kuşatılmış, günahlara boğulmuş olanlar ebedî olarak cehennemde kalırken iman edip din ve dünyayı alâkadar eden her alanda "sâlih ameller" (hayırlı, faydalı işler) yapanlar da ebedî cennette kalacaklardır. İşte Allah'ın insanlara verdiği ahid budur.

Ali Küçük:
Diyorlar ki; ateş bize ancak sayılı günler dokunacaktır. Bizler sadece sayılı birkaç gün cehenneme uğrayacağız.
         Diyorlar ki; bizler cehenneme gitmeyeceğiz. Bizler, biz âlimler, biz toplumun önderleri cennete gitmeyecek de şu ümmî, şu cahil, şu hayrı-şerri bilmeyen insanlar mı gidecekler yâni? Şu halk kesimi, şu bizim kendilerine yol gösterdiğimiz insanlar mı gidecekler cennete? diyorlar…
         Öyle ya, hocalar, hacılar, din adamları, Papazlar, Keşişler, Kardinaller dururken başkaları mı girecekti cennete? Hem Allah’ın bilgisine sahip ol, hem kitap bilgisine sahip ol, hem onları bilmeyenlere anlatma, hem onları az bir pahaya sat, hem de cenneti bekle! Olacak şey değildir bu. Ama adamlar böylece kendilerini avutuyorlar, avunuyorlar kendi kendilerine.
         Bizde de var böyleleri, hem de pek çok. Bizler filan grubun üyeleriyiz, bizler falan zatın müridleriyiz, kabir suâlimize bile filanlar cevap verecektir diyenler. Kendilerini mutmain görenler bizde de pek çok Allah korusun. Biz girmeyeceğiz de cennete Allah sığırları mı koyacak? Diyerek kendi kendilerini avutanlar… Bakın Allah buyuruyor ki:
         "Sor onlara peygamberim: Allah’tan bu konuda bir söz mü aldınız?"Bir ahit mi aldınız?
         Bir ahid mi verdi Allah sizlere? Sizler artık bu bilgiye sahip olduktan sonra, kitap bilgisine sahip olduktan sonra, o grubun, o cemaatın üyesi olduktan sonra, o zata biat ettikten sonra, ne yaparsanız yapın! Nasıl bir hayat yaşarsanız yaşayın! Kesinlikle sizler cennete gireceksiniz! Cehennemin yüzünü bile görmeyeceksiniz! Olsa olsa belki sayılı birkaç gün orayı şöyle bir ziyaret ettikten sonra, meraklarınızı izale ettikten sonra ben sizleri hemen cennetime koyacağım! diye Allah bir söz mü verdi size? Eğer bunu Allah demişse, bu konuda Allah’tan bir ahit almışsanız, Allah size bu konuda bir vaad da bulunmuşsa :
         "Allah asla sözünden dönmez."
         Allah ahdine sâdıktır. Kesinlikle Allah vadinden dönmez. Ama Allah böyle bir şey demedi. Deseydi kitaplarının birinde delili olurdu. Bakıyoruz gönderdiği kitaplarının hiçbirisinde herhangi bir kimse sadece bu bilgiye sahip olduktan sonra, böyle bir mârifete sahip olduktan sonra, hak bilgisine ulaştıktan sonra ne yaparsa yapsın, nasıl yaşarsa yaşasın sahip olduğu bu bilgi sayesinde onu cennetime koyacağım diye bir âyet göndermemiştir Allah.
         Bilmek yeterli diyor değil mi adamlar? Mârifete ulaşınca kulluğa da gerek kalmaz diyorlar. Hattâ:
         "Sana yakîn gelinceye kadar da Rabbine ibâdet et!" (Hicr 99)
         Âyetini de böyle anlamaya çalışıyorlar. Yakîne ulaşıncaya kadar kulluk yap! Yakîn bilgisini elde ettin mi, kulluk biter diyorlar. Yâni mârifete ulaştın mı, Nirvanaya ulaştın mı artık namaz da, oruç da, kulluk da biter diyorlar. Önemli olan buna ulaşmaktır. Fena fillah da budur galiba. Allah’la bütünleşme, Allah’la ahbaplaşma. Bu gerçekleşti mi artık, balta sapını kesmez diyorlar. Artık Allah kendisiyle bütünleşen, kendisiyle dostlaşan, yani Allahlaşan bir kimseye azap edemez diyorlar.
         Hayır! Hayır! İş öyle değil, durum sizin bildiğiniz gibi değildir.

         81:"Kim bir günah işler ve günahı kendisini çepeçevre kuşatırsa, işte onlar cehennem ashabıdır ve orada ebedîyen kalıcıdırlar."
 Tıpkı Nisâ sûresinde olduğu gibi:
"Bu iş ne sizin kuruntularınıza, ne de ehl-i kitabın kuruntularına göre değildir. Kim bir günah işlerse mutlaka onunla cezalandırılır. Ve kendisine Allah’tan başka ne bir veli(dost) bulabilir ne de bir yardımcı." (Nisâ: 123)
         Evet bu iş, ne sizin kuruntularınıza, ne de ehl-i kitabın kuruntularına göre değildir. Kim bir günah işlerse mutlaka cezasını görecektir. Kendisine Allah’tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı bulunamaz. Dost bildiklerinizin işi bitmiştir, yardım edecek dediklerinizle aranıza engeller konulmuştur artık.
         Kim bir günah işler ve bu günahı onu çepeçevre sarar, çepeçevre onu kuşatırsa. Acaba buradaki günahının kendisini kuşatmasını nasıl anlayacağız? Günahının kişiyi kuşatması ifadesini ulemâ şöyle anlamaya çalışmışlar:
         1- İbni Abbas bunun şirk olduğunu söylemektedir. Şirk bir adamı çepeçevre kuşattı mı artık o kişinin akıbeti kötüdür. Çaresiz o, kesin cehenneme gidecektir.
         2- Kimileri de günahın kişiyi böyle çepeçevre kuşatmasını şöyle anlamışlar: Kişi günah işler de eğer tevbe etmeden günahları üzerine ölürse kesin cehenneme gidecektir. Yâni adam günah işler fakat tevbe etmeye zaman bulamadan günahları üzerine ölürse, amelleri onu çepeçevre kuşatmış demektir.
         3- Bazıları da bunu şöyle anlamaya çalışmışlar: Onların amelleri, amelsizlikleri onları çepeçevre sarmıştır. Bu böyle bir anlık gafletleri sonucu,  bir anlık dikkatsizlikleri sonucu ortaya çıkmış bir şey değildir. Sürekli bu durumu yaşamışlardı. Sürekli o günahlarla beraber olmuşlardır. Öyle değil mi? Mü'minler de bazen hata edebilirler. Bir anlık gaflet sonucu, bir anlık  hata sonucu veya geçici bir duygu sonucu günah işleyebilirler, emre karşı gelebilirler. Ama ilk uyanışla, ilk hatırlama ile hemen bundan vazgeçerler mü'minler (A’râf 201)….
Burada anlatılan da, sürekli bu günahlarla yaşayan, bu günahlar kendisini hiç terk etmemiş olanlardır. Hani Allah’ın Rasûlü bir hadislerinde bu hususu şöyle anlatıyordu: Adam bir günah işler, işlediği bu günah onun kalbinde siyah bir leke oluşturur. Adam tevbe edip pişmanlık duyunca bu leke silinir. Ama adam tevbe etmezse bu leke orada kalır. Sonra ardından bir günah daha, bir günah daha, derken adamın kalbi simsiyah bir kılıfla örülür ve artık onun kalbi mühürlenir ve duymaz, duygulanmaz hale gelir diyordu ya; işte burada da sanki o anlatılıyor.
         "Hayır hayır onların işledikleri günahlar yüzünden kalpleri paslandırılıp körleştirilmiştir." (Mutaffifin: 14)
         Âyetinin de anlattığı gibi bunlar işlediği günahlar yüzünden kalpleri kuşatılmış ve Allah tarafından kalpleri kapatılmış, mühür vurulmuş insanlardır. Yâni adam bir günah işler ve işlediği bu günah onun içini, dışını, kalbini, dilini ve tüm azalarını sararsa. Yâni artık kal-bi de bu günahı kabullenir hâle gelirse, kalbide o günahtan rahatsızlık duymaz hale gelirse işte o zaman bu adamın sonu kötüdür…
         Aman ha! Hiç kimse, ne hocanız, ne hacınız, ne âliminiz, ne cahiliniz, ne kadınınız ne erkeğiniz kendine güvenmesin. Bir günah işleyince hemen arkasından tevbe etsin, pişmanlık duysun, sadaka versin, bir iyilikte bulunup o günahın silinmesine çabalasın. Değilse bu da olsun bakalım, bu da olsun bakalım, deyip o günahı hesaba katmayarak yaşarsak; bilelim ki, böyle bir hayatın sonu cehennemdir. Bunu hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmayalım inşallah.

         82:"İman edip salih ameller işleyenler var ya; onlar, cennetliktirler. Onlar, orada ebedîyen kalacaklardır."
         Ama beri tarafta iman edenler ve imanlarını amele dönüştürenler, bilgilerini Allah’a kullukta kullananlar, bilgilerini Allah’ın bilgileriyle destekleyerek kulluğun emrine verenler, bilgilerinin yaşanması adına ortam oluşturmaya çalışanlar var ya işte onlar da cennet ashabıdır ve onlar da orada ebedî kalıcıdırlar.
         Bundan sonra yine İsrâil oğullarından alınan bir mîsaktan söz edecek Rabbimiz. Ama bu âyet bizim kitabımızda olduğu için, bu bizimle de ahit anlamına gelmektedir. Hani daha önce söylemiştim, efendim bu âyet yahudilere hitap ediyor, binaenaleyh bu bizi ilgilendirmez, demek kitabı tahrif anlamına geliyordu. Yâni bakın Allah İsrâil oğullarından bir şeyler istiyor, şunları şunları yapın diyor. Peki bu istenenleri biz yapmayacak mıyız? Elbette biz de yapacağız. O halde Allah, Kur’an’a sahip olan, Kur’an’a inandığını iddia eden herkesten bu ahdi alıyor.

Bakara 79 - Elleriyle yazdıkları kitaba bu Allah katındandır diyenler



Diyanet :
Burada yahudi bilginlerinin, çeşitli dinî konularda bir takım kitaplar yazarak bunların Allah katından gelmiş dinî gerçekleri içerdiğini ileri sürdükleri ve yukarıda sözü edilen cahil halka önemsiz bir bedelle sattıkları bildirilmektedir. Yahudi bilginleri bu tutumlarıyla, halkı din konusunda bilgilendirme amacı taşımadıklarını ortaya koydukları, aksine kendi sözlerini ve yorumlarını Allah kelâmı gibi gösterip böylece kişisel görüşlerini kutsallaştırmaya, dinin aslı gibi göstermeye kalkıştıkları, üstelik bu yolla dini bir istismar ve kazanç aracı haline getirdikleri için âyette ağır bir dille kınandıkları görülmektedir. Kuşkusuz burada müslümanlara da dolaylı bir uyan vardır.


Ali Küçük :
   Bu cehennemin veyline gidecek olanlar, bu Allah’ın lânetine uğrayasıcalar kendi elleriyle bir kitap yazdılar. Kendileri yazdılar, kendileri oluşturdular, ama sonra da:
         Bu Allah’tandır! Bu Allah’tan gelendir! Allah tarafındandır! Bunu Allah buyuruyor! Bunu Allah emrediyor! dediler. Veyl olsun bunların bu yaptıklarına! Yazıklar olsun onların kendilerine de, bu yaptıklarına da.
……
         "Siz onu kitaptan sanasınız diye."
         Yâni ortaya koyduğu konunun kitaptan olduğu zannedilsin diye. Aslında kitapla filan ilgisi yok adamın. Kitaptan filan konuşmuyor, ama istiyor ki konuştukları İslâm’dan zannedilsin. Adam arka arkaya bir dizi fikir sıralıyor ve araya böyle âyetler de serpiştiriyor. Âyetlerden de dem vuruyor, âyetleri de geveliyor. Veya işte arada bir peygamber de böyle buyuruyor diyerek hadis filan okumaya çalışıyor.
…..
         "Halbuki o kitaptan değildir."
         Halbuki o konuştukları, o yazıp çizdikleri kitaptan değil, kendilerindendir. Onların hiç birisinin kitapla ilgisi yoktur. Yansıması da değil, anlatılması da değil. Bu Allah’tan değil, bunu anlamalıdır adam.
         "Allah’a yalan iftira yapıyor da, bunu da bile bile yapıyor."
         Diyordu âyet-i kerîme. Burada da bunun farklı bir açılımı ortaya konuyor. Bakalım Allah ne diyecek:
         Evet elleriyle kitap yazdılar, sonra da dediler ki; bu Allah’tandır. Bu Allah katındandır. Bunu bize Allah bildirmiştir. Allah böyle buyurmuştur! Din budur! İman budur! Kitap budur! İslâm budur, başkası değildir dediler. Peki niye yaptılar bunu? Allah’tan gelmeyen, Allahın söylemediği şeyleri niye İslâm etiketiyle sundular insanlara? Kendi yazıp çizdiklerini, kendi söyleyip konuştuklarını niye Allah’a izâfe ettiler? Niye bunu Allah buyuruyor dediler?
         "Bunu az bir pahaya satıyorlar."
         Az bir pahaya satmak için yapıyorlar bunu. Ya da bununla az bir değer kazanmak, biraz değerlenmek için yapıyorlar. Çünkü:
         Az bir pahaya satmak değildir. Semen, aslında eder demektir. Hani bir şeyin ederi denir ya. Meselâ bunun ederi ne? deriz ya. Eğer bunun karşılığında iş yaparsa bir günlük yevmiyedir bunun değeri. Veya bir tamir karşılığıdır, ya da bunun ederi yüz bin liradır, iki yüz bin liradır. Bir şeyin karşılığı demektir. İşte az bir değer. Yâni adamlar bu Allah’tandır derken ne değer kazanıyorlar? Ne kazansınlar? Azıcık bir şey tabii. Tümüyle dünyayı kazansalar da az, makam mevki kazansalar da az, evbark bulsalar da az, arabalar elde etseler de, dükkanlar tezgahlar elde etseler az, az, az..
         Çünkü âyetleri satıp da, yâni âyet konumundan sıyrılıp, âyet atmosferinden uzaklaşıp, farklı bir hayat yaşayınca elde edecekleri ne olabilir ki bunların? Ne bulabilecekler yâni? En fazla bulsalar bulsalar, tüm dünyayı bulabilirler. Ne kadar süreyle sahip olabilirler bu dünyaya? Ölünceye kadar değil mi? Ölünce herşey bitecektir. Ama bunun karşılığında ne kaybedecekler? Allah’ın rızasını kaybedecekler, cennet kaybedecekler değil mi? Halbuki cennete en son girecek kişi bile olsa bunlar tam dokuz dünya kaybedecekler. Tüm dünyayı dünyada kazansalar bile nihâyet on sene, elli sene, ölünceye kadar sahip olabilirler, ama cennet öyle değildir değil mi? Kazandıkları, kazanacakları her neyse kaybettikleri cennetle mukayese edilince çok azdır. Cennet yanında tüm dünyayı kazansalar bile ne anlamı olabilir de?
…..
         Tevrat ve İncil’i bozup da, Tevrat ve İncil’i tahrif edip de sonra da: İşte bu Allah kelâmıdır! diyenlere yazıklar olsun! Kur’an’ı tahrif edip, Kur’an’ı gizleyip, Kur’an’ı insanlara anlatmayıp, ya da Kur’anda olmayan bir şeyi ondanmış gibi insanlara sunanlara yazıklar olsun! Veyl olsun onlara. Veyl olsun onlara da, bu yaptıklarına da. Veyl olsun bu yazdıklarına da, karşılığında kazandıklarına da.
           Tevrat bilgisine, İncil bilgisine, Kur’an bilgisine sahip olan ve bu bilgiyi Allah’ın kullarına anlatmaları gerekirken, bu bilgiyle yeryüzünde Allah’a kulluk yapmaları gerekirken, bu kitabın yeryüzünde hâkimiyeti konusunda çırpınmaları gerekirken, dünya karşılığında  satanlara yazıklar olsun! Makam karşılığında, diploma doktora karşılığında, maaş karşılığında, sosyal statüler karşılığında Allah kitabını, Allah bilgisini, peygamber bilgisini satanlara yazıklar olsun…
        
Prof. Bayraktar Bayraklı :
….
Elleriyle kitabı yazanlar ifadesinden şu neticeleri çıkartabiliriz:
1. Allah'ın gönderdiği vahyi/kitabı değiştirmektedirler. Onlar, kendi arzularına, hayat tarzlarına ve düşüncelerine uymayan ayetleri değiştirip kendileri yazıyorlardı. Böylece vahyi değiştirme cüretini gösteriyorlardı.
2. Allah'ın kitabını değiştirme girişimleri, kitabın beşerîleştirilmesine kadar uzanıyordu. Beşerî düşünceleri, ilahî vahyin içine sokuşturmaları, bir zulüm halini almıştı. Gerçek bilgiyi yerinden çıkarıp, ona denk olmayanla değiştirmeleri, levh-i mahfûz'u rahatsız ettiği için, Allah bu durumu Kur'an'da zikretmiştir.
3. Allah'ın ayetlerini değiştirmeleri ve onu beşerîleştirmekle kalmayıp, yaptıklarını Allah'a isnad etmeleri ve Allah katından olduğunu söylemeleri, zulmü doruk noktasına çıkarmıştır. Yazdıklarını, Allah'a isnad ederek insanlara sunmaları, hem iftira, hem de sahtekârlıktır.
İsrailoğullan'nın böyle yapmalarının iki sebebi vardı. Bunlardan biri, -ayetten anlaşıldığına göre- ekonomik rant elde etmekti.
Diğer de ÂI-i İmran suresinin şu ayetinde açıklanmaktadır:
(Ehl-i kitaptan bir grup, okuduklarını kitaptan sanasınız diye, kitabı okurken dillerini eğip bükerler. Halbuki okudukları kitaptan değildir. Söyledikleri Allah katından olmadığı halde: 'Bu Allah katındandır' derler. Onlar bile bile Allah üzerine yalan uyduruyorlar). (Âl-i Imran/78]
Okuduklarını Allah'ın kitabından sanasınız diye ibaresi, yaptıkları işin, insanları aldatmaya yönelik olduğunu ifade etmektedir. Söylediklerinin halk arasında itibar görmesi ve ona kutsallık kazandırmak için bu iftirayı bile bile yapmaktaydılar.

Allah bu olayı bize niçin anlatıyor?
Ayet, müslümanlara ve müslüman din adamlarına, dinin beşerîleştirilmesini, kendi bilgilerini, görüş ve düşüncelerini Allah'ın kelamıymış gibi insanlara sunmamalarını öğütlemektedir. Allah'ın söylemediğini, söylemiş gibi insanlara takdim etmek, Allah'a bir iftira ve büyük bir günah olacağından, din adamlarının bütün manevî erdemlerini alıp götürecektir. Bu tip insanları Allah, zalim olarak vasıflandırmaktadır.
….
Din adamlarının Allah'a iftira etmelerinin zararı sadece kendileri ile sınırlı kalmaz, etkisi topluma sıçrayarak, insanların felah ve kurtuluşunu da önler. Yalan-yanlış fetvalarla dinin safiyetini bozmak, Allah'a iftira etmek, toplumsal bozulmayı getirir. Bu durum, kötülüklerden kurtulmaya çalışan ve kendi önünü açmak için uğraş veren toplumun önüne bir engel olarak çıkar. Fetva konusunda din adamları ağızlarını düzeltmedikçe, ya da, Allah'a iftiradan vazgeçmedikçe, kurtuluş ışığını yakalamak mümkün olmaz. Sosyal bunalımların pek çoğu, yanlış dinî fetvalardan kaynaklandığı için Allah, felahın engellendiğine dikkat çekmektedir.

Allah'a iftirada bulunmak zulümlerin en büyüğüdür:
Allah'a yalan isnad edenden, yahut kendisine hiçbir şey vahyedilmemişken, "Bana da vahyolundu ve ben de Allah'ın indirdiği ayetlerin benzerini indireceğim" diyenden daha zalim kim vardır? [En'âm/93]
Bu ayette, Allah'a iftira edenle, peygamberlik iddiasında bulunan yalancı eşit sayılmaktadır. Bunların durumu değerlendirilirken, Daha zalim kim vardır? buyurulmaktadır.
Allah'ın helal kıldığı bir şeye kimse haram diyemez. Böyle bir fetvayı peygamber bile verme yetkisine sahip değildir:
Ey Peygamber! Eşlerinin rızasını gözeterek, Allah'ın sana helal kıldığı şeyi niçin kendine haram kılıyorsun? Allah çok bağışlayan ve çok esirgeyendir. [Tahrim/1]

Yüce Allah Hz. Peygamber'i, kendisini menettiği bir nimetten dolayı sorgulamakta ve ona, başka birinin rızasını kazanmak için, Allah'ın helal kıldığı bir şeyi, haram sayamayacağı ilkesini öğretmektedir. Bu, Allah'ın hüküm verdiği bir konuda, beşerin söz hakkı olmadığı manasına gelir. Ayrıca hangi konuda, Allah'ın ne gibi bir hükmü olduğunu bilmek gerekiyor, bunun için de Kur'an'ın iyi bilinmesi lazımdır. İşte Allah, din adamlarına ve müslüman halka bu bilgileri öğretmek istediği için, İsrailoğullan'nın kutsal kitaplarına karşı ne yaptıklarını, örnek vererek anlatmaktadır.
Peki bir dinin mensupları veya din adamları niçin Allah katında olmayan bir şey hakkında fetva verirler? Bunun cevabım şu ayetle verebiliriz:.
 (Kendilerine okunmakta olan kitabı sana indirmemiz onlara yetmemiş mi?) [Ankebût/51] Kur'an'ı yeterli görmemek, insanları din-dışı fetvalara sürüklemektedir.
Kur'an din adına insanlar için yeterlidir. Zaten Kur'an'ın tamamlanmasıyla, din de tamamlanmıştır:
 (Bu gün size dininizi tamamladım ve üzerinize olan nimetimi ikmal ettim. Sizin için din olarak İslâm'ı beğendim). [Maide/3]
Bu ayet şöyle bir eşitleme yapmaktadır: Kur'an=din; din=İslâm; Kur'an=İslâm. Kur'an'da bulunan bilgi ve hükümlerin dışında verilecek fetvaların, kültürden öte bir değeri olamaz ve onlar, Allah katındanmış gibi gösterilemez.
Allah, Kur'an'ın dokunulmazlığını, Kur'an'ın din demek olduğunu, Kur'an ile beşerî düşüncenin ayrılmasının zorunlu olduğunu öğretmek için Bakara/79 ayetini indirmiştir.
Kendi yazdıklarını Allah katındandır diyerek insanlara sunan iftiracı ve sahtekârların cezasının ne olduğu, 79. ayetin devamında bildirmektedir:

(Elleriyle yazdıklarından dolayı onlara yazıklar olsun). [Bakara/79]
 (Kazandıklarından dolayı onlara yazıklar olsun). [Bakara/79]
Bir insanın eliyle yazdığı şeyin kendisine cehennemin veyl çukuruna layık görülmek gibi Allah'ın bedduası ve ağır bir ceza olarak dönmesi, çok büyük bir kayıpta İnsanın, yazdıklanyla şeref, onur ve sevap kazanması ge-rekirken, Allah'ın kelamını tahrif etmek ve ondan bir kazanç elde etmek için yazmaya kalkışması, onu büyük bir cezaya müstehak kılmaktadır.
Yazmak vardır, erdeme; yazmak vardır, rezilete götürür. Eylem vardır, şerefe; eylem vardır adiliğe sürükler. Rezilliğin en kötüsü, erdemsizliğin en pespayesi, Allah'ın dininde olmayanı ondanmış gibi göstermektir. Başkasının yazdığını kendisi yazmış gibi göstermek, hırsızlık; kendi yazdığını Allah'ın vahyi imiş gibi göstermek ise, zulüm, adilik ve rezilliktir. Hatta bu eylem, yalancı peygamberlik iddiasına denk tutulmaktadır.

Toplumun veya toplumların kurtuluşunu engelleyen bu sahtekârlık, Allah tarafından yerilmiş ve böyle bir işe kalkışmamaları müslüman din adamlarına bir öğüt uyan ve emir olarak sunulmuştur. İlahî vahiy ile beşerî düşünce alanının iyi belirlenmesi, sınırlarının net bir şekilde tesbit edilmesi, ilahiyat eğitiminin en önemli amacı, görevi ve uğraşısı olmalıdır.

Ömer Nasuhi Bilmen:
Bu ayeti celile kendi uydurma yazılarına ilâhî bir kıymet vererek dünyaya ait bir menfaat teminine çalışanları kötülemekte ve onların helake uğrayacaklarını ihtar etmektedir. Şöyle ki: (İmdi yazıklar olsun) yani acıtıcı bir azap veya cehennemdeki bir vadi (o kimselere ki) onlar uydurma (kitabı elleriyle yazarlar da) kendi taraflarından hazırlar, bununla halkı aldatmak isterler de (sonra bununla) bu yazdıkları asılsız şeyler ile (az bir baha satın almak) yani: mukabilinde âdi, geçici bir menfaat temin etmek (için bu) yazılan şey (Allah tarafından) bir semavî kitabtır. (derler.) Bu ne kadar büyük cüret, hakikate muhalefet!.. Artık (Yazıklar olsun onlara) öyle iddiada bulunanlara. (O ellerinin yazmış olduğu şeylerden dolayı.) Bu yüzden ne büyük azaba uğrayacaklardır. (Ve yazıklar olsun onlara o kazanmış oldukları şeylerden dolayı.) Bu yüzden ne büyük zarar ve ziyana uğrayacaklardır. Evet... Vay bu gibi cahilce hareket edenlerin ve gayri meşru menfaatler peşinde koşanların hallerine...

Bakara 78 - Zanna, söylentiye göre değil kitaba göre yaşamak



Taberi tefsiri :
Âyet-i kerime bu insanları "Zan peşinde koşmak"la vasıflandırmakta­dır. Çünkü onlar, âlimlerinden ve idarecilerinden duydukları sözlerin, Allah'ın kitabından alındığını zannediyorlardı. Halbuki bunlar Allah'ın kitabından alın­mış değillerdi. Böylece Allah'tan gelen şeyleri tasdik etmeyi terkettiler de bü­yüklerinin ve idarecilerinin haber verdiklerine tabi olduiar.
Âyet-i kerimenin anlattığı bu sınıf, haham ve ruhbanlardan olan dini li­derlerin saptırdığı cahil halk tabakasıdır. Bunlar âdeta, kesilmek için mezbahaya götürülen koyunlar gibidirler. Kendilerine neler yapılacağının, nereye sürükle­neceklerinin farkında değildirler.
Bu gibi insanlar, yanlış din anlayışla, Allah'ın "Halım" sıfatına sığınırlar. "Halîm" sıfatı, Allah'ın, affetme, sert davranmama sıfatıdır. Böyleleri kendi sa­pıklıklarını düzeltme yerine Allah tealanın "Halim" sıfatına sarılarak günah işle­dikleri halde affedileceklerini umarlar. Böylece kendilerini tatmin ederler. Allah tealanın, aynı zamanda hak edenlere cezalarını veren olduğunu unuturlar.

Ali Küçük tefsiri :
            Onlar kitabı da bilmezler. Bunların işi gücü kuruntudur ve de sa­dece zannederler. Onlardan kitap konusunda ümmî olanlar vardır. Kitabı tanımayan, kitabı anlamayan, kitapta ne var ne yok bu konuda hiç bilgisi olmayan insanlardır ümmîler. Ümmî, kelime mânâsı olarak anadan doğma demektir. Yâni kitap konu­sunda, okuma konusunda sanki anadan doğma. Tıpkı anadan doğduğu günkü gibi bilgisizdirler. Gerçi şimdi bizim piyasada ümmî olup da âlim olanlar pek çoktur.
            …..
            İşte ehli kitap içinde kitabı bilmeyen ümmîler vardı. Bunlar ki­taptan haberleri olmadığı için, kitabı tanımadıkları için:
            Bunlar ancak ümniyelerin peşinde giden insanlardır.

            Emaniy; Ümniyenin çoğuludur. Ümniye, şu anlamlara gelir:

            1 Ümniye, kuruntu demektir. Veya öyle de olsa böyle de olsa anlamsız, boş şey demektir. Hayatı pek ilgilendirmeyen şey demektir. Bir şeyin modeli şu veya bu olmuş, rengi krem veya ye­şil olmuş,  ya da tesbihin ipini siyah veya kırmızı yapmışsın gibi şeyler. Kuruntudur bunlar. Olmasa da olur, ne fark eder ki? ….

            2: Veya ümniye kişinin kendi içinde, kendi kafasında şekil­lendi­rip biçimlendirdiği, hayal ettiği şeydir. Yâni kuruntudur, hayal­dir, boş şeydir. Ya da insanın böyle diline dolayıp durduğu şeyler­dir. Efendim yapmak lâzım! Etmek lâzım! Kurmak lâzım! Gibi di­line dola­yıp bir türlü amele dönüştürmediği ve de zaten amele dö­nüştürülmesi de mümkün olmayan idealler, mefkureler, hayaller gibi saplanıp kal­dığı şeylerdir. Veya peşine takıldığı hiçbir delile dayanmayan ham hayaller, boş kuruntulardır…
            Amelleri, bilgileri kitabî değildir, kitaba dayanmaz. Zannedi­yorum bu böyledir! derler ve böylece zan üzerine yürürler. Zanla amel ederler. Bunların işleri sadece boş bir taklittir.

            Ehli kitap arasında böyle bilginler, bildikle­riyle müslümanları sapıtmaya çalışanlar olduğu gibi, bir de hiç bir şey bilmeyip de o bi­lenlerin, o din adamları sınıfının elinde oyun­cak olan, kalplerini, kafa­larını, düşüncelerini o bilenlerin cebine sokmuş insanlar da vardır. Bunların adı ümmîyyundu zaten. Ge­rek yahudilerde ve gerekse hıristiyanlarda din adamları diye olu­şan bu sınıf, diğer insanların bil­gilenmelerini istemiyorlardı. Bildik­leri dini bilgilerin diğer insanlar tara­fından da bilinmesini istemi­yorlardı. Bunlar bildikleri bu bilgiler saye­sinde, yığınların kendile­rine pervane olmalarını istiyorlardı. Bilgi ken­dilerinde olduğu için cahil bıraktıkları yığınlara hükmetmek, onları kul köle edinmek isti­yorlardı. Bu yüzden kafalarındaki bilgileri insanlara anlatmıyorlardı. Bildikleri Allah bilgisini, kitap ve peygamber bilgisini insanlardan gizliyorlardı.

            Şu anda yeryüzünde yaşayan insanlar içinde de dini kendi te­kellerine alıp veya siyaseti kendi tekellerine alıp, dünyayı kendi tekel­lerine alıp, bilgiyi kendi tekellerine alıp, diğer yığınlara: Sizler hiç bir şey bilmezsiniz! Sizler bu işleri anlamazsınız. Bilmek ve anlamak zo­runda da değilsiniz zaten! Biz varız ya! Bizler sizin için herşeyi biliriz! Sizin adınıza, sizin hayrınız için herşeyi düşünürüz biz! Sizin adınıza biz karar veririz! Siz yeter ki bize bağlı olun, bizi dinleyin, bizim size sunduğumuz hayattan razı olun, artık geri­sini siz düşünmeyin. Sizin için herşeyi biz ayarlarız. Dünyanızı da biz ayarlarız, cennetinizi de biz ayarlarız diyen bugün de pek çok insan görüyoruz. Bildikleri halde hak bilgisini insanlara anlatma­yan insanlar. Yığınları sömürebilmek için onları cahil bırakan in­sanlar. Onlar üzerinde hegemonya kurabil­mek için bu yolu tercih edenler. 
….
            Bunlar kitabı bilmezler, ancak ümniyelere, zanlara, hayal­lere da­yanırlar. Kitapla değil de zanlarla, bilgiye dayanmayan ümniyeler le amel ederler. Ancak zannediyorlar. Yâni başkalarından duyduk­larını, hacıdan hocadan duyduklarını din zannediyorlar, din diye zanla amel ediyorlar. Başkalarından aldıklarını hayat zannediyor­lar. Gerçi bu tür insanlar ekonomik hayatlarında, ticaret hayatlarında, sosyal hayatla­rında, mesleki hayatlarında herşeyi bilebilmekten yanalar. Her şeyi bilebilme gayretindeler. Bu konularda kimseye teslim olmuyorlar. Kimseyi dinle­miyorlar. Ne din adamlarını, ne de başkalarını, hayatla­rının bu bö­lümlerine karıştırmamadan yanalar. Hayatlarının bu bö­lümlerini kendilerinin bildiklerine inanırlar, ama mesele dine gelince, mesele dinden haberdar olmaya, kitabı tanımaya  peygamberden söz etmeye ge­lince: Biz bu işi bilmeyiz! Biz bu işi anlamayız! Bunu biz din adamları sınıfına bıraktık. Artık bu konuda onlar ne derlerse biz, ona uyarız. Onlar, bunu bilsinler, kitabı onlar okusunlar, an­lasınlar, pey­gamberi onlar tanısınlar. Biz ticaretimizi ilgilenir, dünya­mızı yaşarız ve de yarın onların delâletiyle kolayca cennete gideriz diyorlar..

             Allah’ın kendilerine gönderdiği kitapla ilgiyi, alâkayı kesmiş, ger­çeği bilmeyen, bilemediği için de bilenlerin kulu kölesi duru­muna düşmüş olan bu insanların din adına bildikleri sadece zan­dan ibaret­tir. Dinlerini zan üzerine bina edip geçerler. Tabi onların gözünde din o kadar önemli olmadığı için, bu kadar ilgi idare edecektir.  Kordon boyunda volta atar gibi dinle birazcık ilgi­lenme yetecektir bu insanlar için. Çünkü kendilerince çok önemli olan dünyalık programlarından ancak bu kadar zamanları kalmaktadır dinlerine.

            Acaba Allah’ın kullarına dini üzerine bina etsinler diye gönder­diği bu kitabı gerçekten herkes bilemez mi? Herkesin bu kitabı anla­ması mümkün değil mi? Ya da bu dini sadece din adamları mı bilir? Yâni herkes bilemez, herkes anlayamaz mı bunu? Hayır hayır, herkes kitabı bilmek zorundadır. Herkes bu kitaptan haberdar olmak zorun­dadır. Bu kitap sadece bilenlere gelmiş, hocalara, alimlere gelmiş bir kitap değildir. Her­kes gücü nisbetinde bu kitabı anlayıp amellerini bu­nunla delillendirmek zorundadır. Hani Allah’ın Rasûlü bir hadisle­rinde:
                                                      
            "Allah size gıyl'u gal'i haram kıldı!" buyuruyordu..

            "Gıyle" Denildi, "Gale" Dedi demektir. Dedi ve denildi. Yâni Al­lah’ın rasulü kişinin dinini dedi ve denildilere bağlamasının haram  ol­duğunu söylüyor. Bu ameli niye böyle yapıyorsun? E filan öyle de­mişti! Galiba falandan duymuştum! Herhalde öyle duymuştum! Ki­şinin amellerini bunlara bağlamasını Allah ona haram kılmıştır di­yor Allah Rasûlü. Ya neye bağlayacağız? Allah böyle dedi, Rasulullah böyle buyurdu diyerek amellerimizi kitap ve sün­netten delillendirmek zorun­dayız. Filanlar, falanlar böyle demişler diyerek bir din yaşanamaz. Bu dinin kitabı, bu dinin örneği dipdiri ayakta dururken onlardan habersiz bir din yaşanması mümkün değildir.

Elmalılı Hamdi Yazır tefsiri :
Bir de bunların ümmîleri vardır ki, okuma yazma bilmezler, kitabı anlamazlar, sadece birtakım ümniyyeler (kuruntular) beslerler. Bütün bildikleri hayal meyal mefkurelerden, duydukları taklidî temennilerden ibarettir.…. İşte yahudilerin okuma yazma bilmeyen avam (cahil halk) takımı da ilimden, kitaptan nasibi olmayıp sadece kuruntu arkasında koşar dururlar, ve onlar yalnızca zan içinde yaşarlar, zan peşinde koşarlar, kuru bir zan ve taklitten başka bir şeye malik değiller. Hak ile batılı tayin edip seçemezler. Bu yüzden bunların vebali de kendilerini aldatan okur yazar takımınadır.

Prof. Bayraktar Bayraklı tefsiri :
Ayette üç kavram yer almaktadır: ümmi, kuruntu ve zan. Bunların arasın­da da (Kitabı bilmezler) ifadesi bulunmaktadır. Bu nedenle ayetin ekseni kitabı bilmeyenler'dir. Şimdi bu kelimeleri açıklayabiliriz:


(Bazdan ümmidir).
Ümmi kelimesi, pınar, memba, başlangıç, doğuş, mebde, başlıca prensip, temel esas, bir şeyin ruhu ve cevheri manalarına gelmektedir. Ümmi kelimesi, Kur'an'da pek çok şey için kullanılmıştır: [1][147]

1. (Ummu'lKitâb=Kttabın Anası/Ana Kitap):

(O, nezdimizde bulunan ana kitapta mevcut, yüce ve hikmetle dolu bir kitaptır). [Zuhruf/4]
(Allah dilediğini siler, dilediğini sabit bıra­kır. Ana kitap O'nun yanındadır). [Ra'd/39]
(Sana kitabı indiren O'dur. Onun bazı ayetleri muhkemdir ki, bunlar kitabın temelidir). [Âli İmran/7]
Demek ki Kur'an'ın muhkem olan ayetleri, diğer ayetlerin temelini teşkil etmekte, yani onlara kaynaklık etmektedir.
İlahî kitaplara kaynaklık eden levhi mahfûz'a da ana kitap denmektedir. [2][148]

2. (Ummu'lKurâ=Şehtrlerin Anası):

İnsanlık tarihinde kurulan ilk şehir, insanlık medeniyetine kaynaklık eden ve diğer şehirlere analık eden ilk şehir anlamına gelmektedir.
(Ümmü'lkurâyı/şehir halkını uyarman için...) [En'âm/92]
Ummu'1kurâ (şehirlern anası), medeniyetin beşiği demektir. [3][149]

3. Ümmet:

Ümmet bir grub ve bir peygambere mensup insanlar topluluğunu ifade et­mektedir. Her canlı grubuna da ümmet denir.
Hayvanlar topluluğuna da bu anlamda ümmet denilmektedir:
(Yeryüzünde yürüyen hayvanlar ve iki kanadıyla uçan kuşlardan ne varsa, hepsi sizin gibi ümmetler, yani topluluklardır). [En'âm/38]
Eşibenzeri olmayan tek bir kişiye de ümmet denir:
(İbrahim gerçekten Allah'a itaat eden bir ümmet idi). Nahl/120] [4][150]

4. Kötü Amellerin Neticesi:

(Onun annesi haviyedir). [Kâria/9]
Bir annenin çocuğunu kollan arasına alıp onu sımsıkı sarması gibi, günahları fazla geleni de ateş o şekilde sarmalayacaktır. [5][151]

5. Ümmi:

Ümmi kavramının diğer bir anlamı da, anaya mensup, anadan doğduğu gi­bi saf, temiz ve günasızdır. Genelde ümmi kavramına, okumayazma bilme­yen, anadan doğma cahil anlamı verilmektedir.
Bakara/78'deki ümmi kelimesinden sonra gelen (Kitabı bil­mezler) ifadesi, yukarıdaki manayı kuvvetlendirmektedir. Manayı biraz daha uzaklara taşırsak şöyle bir genelleme yapabiliriz: İnsan pek çok şeyi bilebilir, ama kutsal kitabını bilmiyorsa, ümmi sayılır.
Bakara/78'de yer alan diğer kavram ise, (Bütün bildikleri kuruntu­lardır) ifadesindeki emâniyye'dir. Emâniyye kelimesi, munya veya minye ke­limesinden türeyen ümniyye kelimesinden gelmekte olup arzu, temenni, ta­lep, iddia, heves, şehvet, hasret, iştiyak manalarına gelmektedir.
Bu kavram Kur'an'da şu manalarda kullanılmaktadır: [6][152]

A. Sahte Arzu:

Ümniyye kelimesinin fiil olarak Nisa/l 20'de geçtiğini görüyoruz:
 (Şeytan onlara söz verir ve onların için­de 'sahte arzular' oluşturur). [Nisa/120]
Bu ayetteki (yümennîhim) kelimesini Râzî, Bakara/78'deki (illâ emâniyye) ibaresiysiyle bağdaştırarak şu yorumu yapmaktadır: fakat bu yorum tamamen Bakara/78 ayetine aittir "Din adamları onlara, cehennem azabının kendilerine sadece birkaç gün dokunacağı kuruntusunu verir. Onlar da hatalarından dolayı, Allah'ın onları sorgulamayacağını, ataları olan pey­gamberlerin kendilerine şefaatçi olacağını sanırlar".[7][153]
Ümniyye, yanlış bilgiler ve şeytanın insanlarda oluşturduğu sahte arzulardır. Dinde olmayan bir görüşün dindenmiş gibi sunulması ve o sahte bilginin in­sanda uyandırdığı sahte arzulara denmektedir. Böylesi sahte arzulan uyandıran şeytan olabileceği gibi, insan da olabilir. Din eğitimi insanları sahte fetvaların peşine takılıp, sahte arzularla yaşamaktan kurtarmalıdır. [8][154]

B. Boş Temenni:

(Yahudi veya hristiyanlardan başka asla kimse cennete giremeyecek" dediler. Bunlar onların boş temennileridir. De ki: "Doğru kimselerseniz, delilinizi getirin"). [Bakara/l 11]
Delile dayanmayan ve tamamen sübjektif/taraflı değerlendirmeden kay­naklanan temennilere bu ad verilmektedir. Allah'tan başka kimse, hiçbir kim­senin cennetlik veya cehennemlik olduğunu bilemez. Muayyen bir gruba mensup olan insanların cennetlik, diğerlerinin cehennemlik olacağını söyle­mek ve böyle bir değerlendirmede bulunmak delil ister. Böyle bir iddia ku­runtudan öteye geçemez. Allah bu beyanı, müslümanlann da yahudi ve hristiyanlar gibi bozuk değerlendirmeler yapmasını önlemeye yöneliktir. [9][155]

C. Temenni Ve kuruntu:

(Mesele ne sizin temennilerinizle ve ne de ehli kitabın kuruntulanyla olacak­tır. Kötülük yapanlar, yaptıklarının cezasını görecektir. Onlar için Al­lah'tan başka ne bir koruyucu ve ne de bir yardımcı bulacaklardır). [Nisa/123] [10][156]

D. Okumak:

Müfessirler Hac süresindeki (temenna) kelimesine okumak manasını vermişlerdir:[11][157]
(O bir şey okuduğu zaman, şeytan onun okumasına bir şey atmıştır). [Hac/52]
Demek ki bu ayette yer alan (temenna) kavramı, olumlu bir anlam taşımaktadır. Peygamberlerle ilgili bir eylem için kullanıldığında, sahte arzu ve kuruntu manalarından sıyrılmaktadır. [12][158]

E. Atmak, Akıtmak:

Bu kelime Vakıa suresinde tümnûn olarak geçmektedir:
(O halde, dökmekte olduğun meni nedir?) (Vakıa/58)
Bazı müfessirler bu kelimeye atmak, bazıları da akıtmak manası vermişler­dir. İnsan bir iş için kurduğu hayallerini, isteklerini, beklentilerini, temenni ve kuruntularını ona doğru akıtır. Gönlü o şeye doğru akıp gider. Bu anlam, meni­nin rahime akışını andırmakta olduğundan, iki eylem için aynı kelime kullanıl­maktadır. Akan meninin çoğu boşa gider, insanın hayalleri, kuruntuları ve bek­lentileri de çoğunlukla boşa çıkar. Bu bakımdan da aralarında bir benzerlik var­dır. Meni akarken, insana zevk verir, insanları hayallere götürür. Aynı şekilde hayal, kuruntu ve temenniler de insana çok tatlı gelir, ama sonuçta gerçek olma­dıkları anlaşılınca hayal kırıklığı yaratır ve insan psikolojisini sarsarlar.
Bu kelime eğitim bakımından bize önemli mesajlar vermektedir. Eğitim, insanların kuruntu, sahte arzu, boş temennî peşinde koşmasını engellemeli­dir. Gerçekle ilintili olan hayaller, insanı araştırmaya sevkeder, ama boş ha­yâller ve sahte kuruntular, insanı peşinden koşturursa, sonunda hayal kırıklı­ğından başka bir şey olmaz. Bu da insan emeğinin boşa gitmesi demek ola­cağından, hem ferdin ve hem de toplumların değer kaybına neden olacaktır. Eğitim, hayal ile gerçek arasındaki bağlantıyı iyi kurmalı, sahte olan şeylerin peşine koşmaktan doğacak zararın bilincini insanlara vermelidir.
Kitabı bilmeyen ümmilerin, sahte kuruntuların peşine koşacağını söyle­yen Bakara/78 ayeti, bilgisizlikle hayalperestliğin arasındaki bağlantıya dikkat çekmektedir. Kitabın, yani bilginin yer etmediği beyin ve gönüller, sahte temenni ve boş kuruntuların hücumuna uğramakta ve bilginin yerini doldur­ma çabasına girişmektedirler. Ayet, kitabı bilmeyenlerin sadece kuruntu yap­mayı ve boş hayal kurmayı bildiklerine işaret etmektedir. Demek ki öğretim faaliyeti insanları bilgilendirdikçe, onları sahte hayal ve boş kuruntulardan uzaklaştırarak, psikolojik bunalımdan kurtarmaktadır. Beynin ve gönlün en güçlü bağışıklık sistemi bilgidir.
(Onlar sadece zanda bulunuyordu).
Düşünmek, inanmak, farzetmek, tahmin etmek, doğru kabul etmek, tasdik etmek, addetmek, mülahaza etmek manalarına gelen zan kavramı, kötü zan ve iyi zan şeklinde iki kısma ayrılmaktadır. Zan kelimesi Kur'an'a göre, ha­kikatten kırıntı taşımayan düşünce şeklinde tanımlanabilir.[13][159] Bu tanımı veren ayet şöyledir:

(Halbuki onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Zan ise, hiç şüphesiz haki­kat bakımından bir şey ifade etmez). [Necm/28]
Bu ayette, zan, bilginin karşıtı olarak görülmekte ve hakikat namına bir şey ifade etmeyen düşünce olarak takdim edilmektedir.
"Dediler ki: Hayat ancak bu dünyada yaşadığımızdır. Ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak zaman helak eder". Bunların o hususta hiçbir bilgileri yoktur. Onlar sadece zanna göre hüküm veriyorlar). [Câsiye/24]
Ahiret hayatı, ölüm ve tekrar dirilme konusunda fikir beyan etmek için bir bilgiye dayanmak gerekiyor. Bilgisi olmayanların yapacağı iş, gerçekle alakası olmayan zanna dayanmak olacaktır.
Kısaca:
1. Bu, açıkladığımız diğer ayetlerden farklı olarak bize ümminin başka bir boyutunu ifade etmektedir. Ümmi, kitabı bilmeyen, hayal peşinde koşan ve gerçekle alakası olmayan zanlara dayanan insandır. Bütün yapıp etmelerini, hayal ve zan üzerine bina eden, bilgiden yoksun insan, ne kendine ve ne de başkasına faydalı olamaz.
2. Hayal, kuruntu ve gerçekle ilgisi olmayan zanlardan kurtulmanın yolu, öğretim faaliyetidir.
Öğretim, dinî alanı kutsal kitaba dayandıracak ve böylece insanlar objek­tif/tarafsız bilgiye sahip olacaklardır.
Öyleyse, öğretim faaliyeti, insanlara tarafsız/objektif bilgi vermekle göre­vini yapmış olacak ve başarısını da bu sayede temin etmiş olacaktır.
3. Kitabî bilgi tarafsız olduğu kadar evrenseldir de.
Evrensel bilgiye sırtını dönenler, hayal aleminde ve kuruntular dünyasın­da yaşamaya başlarlar. Evrensel değer (bilgi), insanın beynini, gönlünü ve nefsini ayağa kaldıracak ve onları erdemin zirvesine taşıyacaktır. İşte Allah bu ayette bilgisizliğin nelere mal olduğuna dikkat çekmektedir. [14][160]

Mahmut Toptaş tefsiri:
Onlar içerisinde kitabı bilmeyen ümmî insanlar vardır. Yani okuma yazma bilmeyen Yahudiler vardır. Ümmîdirler. O gün için söyleniyor. Bugün için de böyleleri var. Hocam hepsi üniversite mezunu derseniz, Tevrat'ı okumayan çok.insan vardır. Yahudi olduğu halde Tevrat'ı bil­meyen. Şu anda İstanbul şehrinde bazı liselerde Yahudi ve Hıristiyan ço­cukları da var. Ve orada görev yapan dindersi öğretimini arkadaşlarla ben görüşüyorum. Vallahi hocam, müslümanlık hakkındaki bilgileri, Yahudi­lik ve Hıristiyanlık'tan fazla diyorlar. Yani babaları evde onlara bir şey öğretmiyor. Kiliseye de gitmiyorlar.
Şu anda aramızda yok bir noterimiz, bir Hıristiyan'ın Ermeni'nin müslüman olmasına sebep oldu. Ve bana da getirdi görüştük. Eski Serkis yeni Selim diyor. Çocuğa nasıl müslüman oldun? dedim. Aslında rnüslüman olmasında noterin emeği fazla değil. Müslüman olduktan sonra daha ziyade yardımcı olmaya çalıştı. Diyor ki, hocam ben yirmibir yirmiiki se­ne Hıristiyan olarak yaşadım. Anam dinine çok bağlıydı. Her pazar beni kiliseye götürürdü. Babam küçük yaşta Ölmüş. Askerden geldim yine ki­liseye gittik. Bir gün kiliseden çıkarken pekiyi ben Hıristiyanlık hakkında ne biliyorum diye kendime sordum. Papaz bize yabancı dilden bir şeyler anlatıyor. Ben bilmiyorum ezberlememişim. Anam da ezberletmemiş. Yahudilikten de bir şey bilmiyorum.
Kendi kendime yahu müslümanlıktan ne biliyorsun? dedim. Her gün dükkânımdan ezan sesi duyuyorum. Ben onu ezberlemişim. Yani hiç ku­lak vermediğim halde ben ezanı ezberlemişim diyor. Günde beş defa okuna okuna ben onu ezberlemişim diyor. Kendi kendime ezanı baştan sona okudum diyor.
Demiş ki, papaza yirmi iki sene gittim. Sana birşey öğretmedi. Şu kulak vermediğim müezzin sana bir şeyler öğretmiş. Geç bunun tarafına dedim ve geçtim diyor. Saoğlsun noterde benden yardımlarım esirgemedi diyor.
Şimdi hâlâ bunların içerisinde, bu türden ümmî denecek insanlar var­dır. Zaten ümmîyi bir yerde tarif etmiş Allah (c.c); "Kitabı bilmiyor­lar" kitaptan kasıt Tevrat'ı bilmiyorlar.Yani Yahudiler içerisinde Tev­rat'ı bilmıyen ümmî insanlar var. Pekiyi insan hiç bir şey bilmezse böyle hep ağzı kapalı hiç konuşmadan mı durur. Bir şey düşünmeden mi durur? Hayır değil, Rabbim bize bir düşünme mekanizması vermiş. Bu defa in­sanlar ütopya üretirler. Hayaller, kuruntular ve idealler meydana getirir­ler. Kitabı bilmiyor ama kendi hayalinden yeni kuruntular üretiyor. "Hani kul daralmaymca hızır yetişmezmiş" diye atasözümüz vardır. Hızır da in­sana dar yerlerde, zor yerlerde yetişirmiş derler. Adamın biri de Hızır'ı çok görmeyi arzulamış. Yahu Hızır herkese gelir de acaba bana niye gelmez demiş. Daralınca gelirmiş diyorlar. Pekiyi ben çöle yanıma hiç ek­mek su almadan bir gireyim bakalım demiş. Nasıl olsa ben ölüm tehlike­siyle karşı karşıya gelince Hızır beni kurtarır demiş. Gitmiş gitmiş gitmiş, giderken insan neyi arzu ederse onu hayallermiş. Hayalde etmiş. Yani Hızır nasıl olur? Uzun boylu, bembeyaz yüzlü, göbeğine kadar bembeyaz sakalı olan, bembeyaz elbiseli mübarek bir zattır, diyerek hayal etmiş git­miş. Derken böyle iki gün gittikten sonra, neredeyse baygınlık geçirecek. Karşıdan bir adam gelmeye başlamış. Tam karşılaşmışlar. Bakmış kam­bur, kara, kuru bir adam. Selamlaşmışlar. Nereden gelip nerey gidersin? Demişki ben Hızır'ı aramaya gidiyorum. Adam demişki, ayağına geldi se­nin Hızır. Ben Hızının. Demişki, haydi böyle Hızır mı olur? Böyle kam­bur, kara, kuru Hızır mı olur demiş. Yürümüş yoluna ama, biraz gittikten sonra acaba olur mu ki demiş ve geriye bir bakmış adam yok. Yani o Hızırmış. Bu bir hikâyedir olmuş değil. Ama benim için önemli olan şurası. Anlatım kolaylığı getiriyor.
Günümüzde müslümanların bir araya gelemeyişlerinin yegane sebe­bi, herkesin hayalinde kendine has müslümânlık vardır. Kur'ân'daki ve sünnetteki değil. Kur'ân ve sünnetten herkesin kendi anlayışı hızın vardır. Müslümanlık bana göre şöyle. Şöyle şöyle yollarla gidilmesi lâzım efen­dim. Kardeşim bu iş sana göre olmaz. Kur'ân ve sünnete göre olur. Yeni­den oku. Sana göre olursa, Türkiye'deki elli milyon insanın, elli milyon İslâm anlayışı olması lazım. Doğruluk anlayışına gelince beş milyar insan var. Beş milyar doğruluk anlayışı olması gerekir. Bu iş olmaz. Öyley­se bir yerde birleşilmesi gerekiyor. O da Allah'ın kelamı etrafında birleşilmesi gerekiyor. Kitabı atarsanız boş kalmıyorsunuz. Rabbim ona işaret ediyor. "Kitabı bilmiyorlar ama ancak adamların kuruntuları var,"
Yani adamların ütopik hayalleri var. Erişilmeyen, elde edilemeyen, tutulamiyan, yapılanmıyan hayaller vardır. Yeni evlenecek delikanlının, hayalinde kadın portresi çizdiği gibi. Şöyle güzel olacak. Şöyle zengin olacak vs. gibi. O yok. Yani onun hayalindeki yeryüzünde yok. Günün birinde biriyle evleniyor. Hayalindeki bulamayınca bu defa da şikâyete başlıyor. O senin aradığın senin putun gibi bir şeydir. Zaten öyle bir in­san olmaz. Öyle birisi olmuş olsa rahat edemezsin. Çünkü o senin çizdiğindir. Onun için onlar kuruntulara tabi olurlar. "Onlar zann üzeredir­ler." Hakikat üzere değildirler. Yani kuruntuları da doğruluk ifade etmi­yor. Yüzde yüz doğru değildir. Onun içindir ki, günümüzde yazarlar biz her fikre saygılıyız diyorlar. Aslında bu söz kendi mantığı içinde doğru­dur. Adam kendi düşüncelerinin yüzde yüz doğruluğuna inanmadığı için, başkasının ki, doğru olabilir diyor. Onun için ona saygı duymam lazım diyor. O zaman beş milyar insanın, beş milyar düşüncesine saygı duyu­yor. Bu sefer de doğruyu bulmak mümkün olmuyor. Bu sefer doğru kiminki olmuyor. Birinin hâkim olması lâzım. O zaman kılına, silahı elin­de tutan adam doğru olarak kabul ediliyor. Onun içindir ki, darbeler ge­nelde, binlerce doğru olduğunu söyleyen insanlar arasından birisi çıkıyor diyor ki, yeter be, benim söylediğim doğrudur işte. Ve aşağıdakiler için­den homurdanıyor. Başka bir şey yapamıyorlar. Ve bu devam edip gide­cektir. Tâki gerçek doğruyu buluncaya kadar. Gerçek doğruda insanların ürettiği değildir. Çünkü insanların ki, zanna dayanıyor. Olabilir de olma­yabilir de. "Onlarınki ancak zann üzer inedir ler." Gerçek hakikat üze­rine değildirler. Çünkü insanoğlu bu gün çok doğru bilginden yarın dönü­yor, öbürüsü gün dönüyor. Öyleyse biliyor ki, bu kesinlik ifade etmiyor. Kesinlik ifade eden yeri ve göğü ve insanı yaratan Allah (c.c.)'ünün bu­yurduklar ıdır. O da kitaptır. Bir de kitabı bilenler var. Onu yönlendirenler var


Vehbe Zuhayli tefsiri :
Yüce Allah, Yahudi ilim adamlarının ve hahamlarının durumunun bu ol­duğunu böylece söz konusu ettikten sonra, aralarından ümmî olanların duru­munu açıklamaya geçmektedir. Bu ümmîler dinlerine dair işittikleri ve akıllanyla kavramadıkları bir takım yalanlardan başka bir şey bilmemektedirler. Meselâ onlar, Allah'ın seçilmiş kavmi olduklarına, peygamberlerin ancak ken­dilerinden olduğuna ve kendilerine şefaat edeceklerine, ateşin sayılı günler dı­şında kendilerine dokunmayacağına inanırlar, bunları böyle bilirler. Halbuki bütün bu hususlarda onların bildikleri bir vehimden ibarettir, onlar sadece doğru olmayan bir zanna sahip bulunuyorlardır.
Evet, bunların iman etmeleri umulmaz; fakat böylelerine üzülmek de ge­rekmez. Nitelikleri ve çirkinlikleri bu gibi şeyler olanlardan hayır gelmez ve onlar için üzülmeye de gerek yoktur.
Yüce Allah'ın Yahudilere açtığı (feth ettiği) şeylerden kasıt ise, şeriat ve hükümleri verme, Muhammed (s.a.)'in peygamberliğini müjdeleme nimetleri­dir. Bu buyrukta kendisine şeriat verilmiş kimse, namazda Kur'an okurken ta­kılıp da arkasından ona kıraatin açıldığı (hatırlatılarak okumaya devam edildi­ği) ve böylelikle darlıktan çıkan kimseye benzetilmektedir. Ya da: "Allah'ın size açtığı" buyruğunun anlamı, "hüküm verdiği ve beraberinizdekileri tasdik edici olarak size gelecek olan peygambere iman edip ona yardımcı olacağınıza dair sizden almış olduğu söz demek de olabilir. "Rabbinizin huzurunda" buyruğun­dan kasıt ise, ahirette Suyûtî'nin de dediği gibi kendi kendilerine karşı delil getirmeleri kastedilmiştir. Muhakkikler bunun Allah'ın Kitabı'ndaki hükmü hakkında olduğu görüşündedirler. Yani sizin onlara naklettiğiniz Tevrat'ın hü­kümleri, Kur'anı Kerîm'de bulunanlara uygundur. Buna göre karşı delil getir­me, dünyada söz konusu olmaktadır. Bu, Yüce Allah'ın ifk'te bulunan (Hz. Aişe'ye iftirada bulunan) kimseler hakkındaki şu buyruğunu andırmaktadır: "Şa­hitleri getiremediklerine göre onlar Allah katında yalancıların ta kendileridir." (Nûr, 24/23). Yani O'nun kitabında açıklanmış bulunan hükmüne göre durum­ları böyledir, demektir." [15][61]
Onların kuruntu ve temennilerine gelince; bunlar uydurdukları yalanlar­dır. Bazıları, "ellerindeki Tevrat'ı okumalarıdır" diye açıklamıştır. Yani onların kitaptan payları anlamını kavramaksızın, amelde etkisi görülecek şekilde gere­ken ibreti çıkarmaksızın, yalnızca lafızlarını, kelimelerini okumaktan ibarettir. Bu Yüce Allah'ın: "Kendilerine Tevrat yükletilip sonra onu yüklenmeyenlerin misali koca koca kitaplar taşıyan eşeğin durumuna benzer." (Cuma, 62/5) buy­ruğunu andırmaktadır.