Bakara 142 - Kıble değişikliğine karşı akılsız tutumlar





“Huzurumuza çıkacaklarını beklemeyenler, dünya hayatına razı olup onunla rahat bulanlar ve ayetlerimizden gafil olanlar da vardır muhakkak. İşte bunların, kazandıkları dolayısıyla barınma yerleri ateştir.” (Yunus 7-8)

 

Bakara 142: İnsanlar arasındaki bazı dar kafalılar: "Şimdiye kadar uydukları kıbleden onları vazgeçiren nedir?" diyecekler. De ki: "Doğu da batı da Allah'ındır; O dileyen kimseyi doğru yola yöneltmeyi diler".

 

Prof. Bayraktar Bayraklı:

Ayetteki sefih kelimesinin, Bakara/ 13O'da dar kafalı, beyinsiz, aptal, dü­şüncesiz manalarına geldiğini söylemiştik. Burada bu manalardan "dar kafa­lılığı" tercih ettik.

Ayetle geçen kıble kavramı, 'yön', namazda yönelinecek mekan anlamına gelmektedir. Bu manada Kabe ile kıble aynileşmiş durumdadır.

Kıble, dikkatin yoğunlaştığı yer, bütün bakışların hedefi, ideal ve gaye an­lamlarına da gelmektedir.

Ayetin iniş sebebi, kıble değişikliğidir. Kıble iki kere değişmiştir, ikinci değişiklik, vahy vasıtasıyla olmuştur. Bütün müfessirlerin naklettiğine göre, Hz. Peygamber, hicret edene kadar Kabe'ye yönelerek namaz kılmış, hicret­ten sonra ise, Mescid-i Aksa'ya yönelerek namaz kılmaya başlamıştır. Bu birinci kıble değişikliğidir. Süleyman Ateş'in nakline göre Resulullah, on altı veya on yedi ay Mescid-i Aksa'ya yönelerek namaz kılmıştır. Bedir savaşından iki ay önce vahy ile tekrar Kabe'ye dönmesi emredilmiştir.

Bu ikinci kıble değişimi, yahudilerin üzüntüsüne neden olmuştur. Bu değişikliği hazmedemeyen yahudileri Yüce Allah, "dar kafalı" olarak nitelendirmiştir. Aslında Yüce Allah bize, değişime karşı gösterilen tepkinin yanlışlığını; böylece de meselenin olmuş bitmiş bir süreçten ziyade, değişime ve yeniliğe karşı olumsuz tepki göstermenin devam eden bir süreç olduğunu öğretmektedir.

Kıblenin değiştirilmesi, gayelerde, ideallerde ve hedeflerde zamanla deği­şiklikler olabileceği kültürünü oluşturmuştur. Ulaşılması mümkün olmayan ideal ve hedefleri bırakıp, ulaşılabilecek hedeflere yönelmek, daha verimli bir uğraşı içinde olmak, insan emeğinin daha ekonomik harcanmasını temin edeceği için, böyle değişiklikler yapmak, gelişimin ön şartıdır. Genelde gençler, gençlik psikolojisiyle hayalî hedefler ve kıbleler edinirler. Tecrübe ve kültürleri arttıkça, sosyal olayların analizini yapma yeteneğini elde ettik­çe, bu gayelerini, yani kıblelerini terkedip, başka gayeler edinirler ve bütün işlerini ona doğru yönlendirirler. Bu durumda şöyle diyebiliriz: Herkesin bir kıblesi vardır ve bu kıble onların amellerinin oluşumunda ana rolü oynar. Bu kıbleler, zamanla değişebilecek bir esnekliğe sahip olmalıdır. İşte Kur'an'da-ki kıble değişimi, bize, idealler konusunda esnek olmayı öğretmektedir.

Bütün semavî dinlerin özünün aynı olduğu inancından hareket eden insan­lar, daima tevhidi baz alacaklarından, diğer din mensuplarının kıblesine yö­nelmekte bir mahzur görmezler. Peygamberimiz de bu nedenle Kudüs'e yö­nelerek kitap ehliyle müşterek noktada buluşmak istediğini göstermiştir. Yü-oe Allah'ın, Peygamberimizi bir gece Mescid-i Haram'dan alıp Mescid-i Ak-sa'ya götürmesi de bu müşterek noktanın önemini göstermektedir. Bazı dar kafalıların, "Yönelmekte oldukları kıblelerinden onları çeviren nedir?" soru­suna, Allah şöyle cevap verilmesini emretmektedir:

 

(De ki: "Doğu da batı da Allah'ındır).

Önemli olan şu veya bu yöne dönmek değil, gönlün Allah'a yönelmesidir. Kıblenin yer olarak bir önemi olmadığına işaret eden ayet, benliğin Allah'a çevrilmesinin önemine dikkat çekmektedir. Rum/31, Sebe/9, Mümtehine/4 ayetlerinde, sadece ve sadece Allah'a yönelmenin bir mana ifade ettiği vur­gulanmaktadır. Her yön Allah'a ait olduğuna göre; insan nereye yönelirse yö-nelsin, Allah'a yönelmiş olacaktır. Kıble ayetleri, yönelişte birliğin gerçekleş­mesi için Kabe'ye yönelme esasını koymuştur.

Namazda kıble birliğinin sağlanması; hacda da en eski mabedin merkez edinilmesi istisna edilirse, insanoğlu her yere yönelerek dua ve ibadet edebi­lir. Bu iki ibadet şeklinin belli bir disiplin içinde yürütülebilmesi için, Ka­be'ye, merkezî işlev yüklenmiştir.

 

(Dilediğini doğru yola iletir).

Kıble değişikliğinin Allah tarafından yapıldığını ifade eden ayetin bu kıs­mı, hem onların sorularına cevap vermekte, hem de değişikliğin hak oldu­ğunu vurgulamaktadır. Böylece, değişimin, daha iyiden, daha doğrudan ve daha faydalı olandan yana yapılmasının önemine işaret edilmekte; daha iyi­ye, daha güzele, daha doğruya ve daha faydalıya ulaşmak için yapılan deği­şikliğin meşru olduğu öğretilmektedir.

Demek ki kıble değişikliği, bedenin yön değiştirmesinden daha büyük hik­metler içermektedir. Bu da beynin, kalbin ve nefsin müştereken ördüğü insan benliğinin Allah'a giden yola girmesi, O'na yönelmesi ve teslim olmasıdır. Bir sonraki ayette, kıble değişikliğinin niçin yapıldığı cevaplandırılmaktadır

 

Mustafa İslamoğlu:

….

İbrâni peygamberleri, Kudüs’teki Hacer-i Muallak’a yöneleyerek ibadet ederlerdi. İsrailoğullarının kıblesi kutsal addolunan bu kaya idi. Hz. Peygamber, peygamberler zincirinin bir halkası olarak, kıble meselesinde kendisinden önceki şeriat sahibi peygamberin bıraktığı yerden başladı. Aynı zamanda Kudüs’e yöneliş toplumsal bir terbiye unsuru oldu. Atası İbrahim’in hatırası Kabe dururken bir Arap’ın başka bir yöne yönelerek ibadet etmesi cidden gurur kırıcıydı. Bu ağır sınavı mü’minler başarıyla verdiler ve Allah’a atalarından daha fazla bağlı olduklarını ispat ettiler. Onların ırk asabiyetleri ve kabile taasupları böyle törpülenmişti. Tabi bu durum Yahudilerin zaten abartılı olan gururlarını okşadı. Onlar bunu bir imtihan değil, kendi yersiz gururlarını okşayacak bir fırsat olarak gördüler. Akide haline getirdikleri toplumsal kibirleri daha da arttı. Şimdi sınanma sırası onlardaydı. Fakat onların bu sınavdan nasıl çıkacağı daha başından haber veriliyordu ki, Hz. Peygamber ve mü’minler hayal kırıklığına uğramasınlar.

Mahmut Toptaş:

Efendimiz emir üzerine Kabe'ye karşı dönünce bir kısım geri zekâlılar, laf ediyorlar. Aslında adamlar geri zekâlı değiller, dünya işlerini biliyorlar. Ticareti bi­liyorlar. Mallarını, mülklerini biliyorlar da asıl ticareti bilmiyorlar. Bü­yük ticareti bilmiyorlar. Büyük ticaret için yukarıda bir misal vermiştik. Onun benzeri bir misal verelim:

Geçici olarak bir insana şu nimeti alacaksın ama bu nimet senin elinde veya bu köşkte senin elinde. Bu köşkte sen bir ay kalacaksın. Bir ay sonra bu senin elinden alınacak. Bir aylığına burada kalacaksın deniliyor. Köşkün içinde içecek te vardır. Günah ta vardır. Her türlü pislik te vardır. Ama bir ay burada kalmazsan ilerisindeki köşke geçeceğiz. Orada ömür boyu kalacaksın denilse, adamın aklı başında ise bir aylığına olan yeri terk edip, Öbür tarafı tercih eder.

Allah (c.c.) de bu dünya hayatı 60, 70 seneliktir. Bu dünya hayatında isteyin ama güzellikle isteyin. Haram olmadan, harama bulaşmadan. Dünyanın güzelliklerini isteyin. Haramlarını değil. Ahiretin güzellikleri­ne ulaşacaksınız diyor.

Bu geri zekâlılar da biz bu dünyada vur patlasın, çal oynasın deriz. Öbür taraf ya olur, ya olmaz. Öyleyse biz bu dünyada muradımıza erelim diyorlar ve bundan dolayı sefih kabul ediliyorlar. Yani kâr ve zararını he­sap edememelerinden dolayı, diyorlar ki, yahu "bunları yönelmekte ol­dukları kıblelerinden kim döndürdü?"

Deki onlara: Doğu da Allah'ındır. Batı da Allah'ındır. Dilediğini doğru yola O iletir.

Yani bir zamanlar kuzeye dönüyorlarsa, şimdide bir emir üzerine gü­neye dönüyorlarsa emri veren Allah, doğuyu yaratan Allah, batıyı yaratan Allah, dilediği gibi mülkünde tasarruf eden Allah. Mülkün sahibi de O'dur.

Mülkün sahibi Allah'dır. Mülkünde dilediği gibi yine tasarruf eden de O'dur. (Al-i İmran: 26)

Buradan bizim için şöyle bir savunma da çıkıyor. Hani bu günün imansızları Hindistanı ve Budistleri örnek vererek; Hindistan'daki puta tapanların haclarının nasıl olduğunu, filme almışlar. Efendim ineklerine tapınıyorlar. Belirli bir yere kadar gidiyorlar. Orada belirli bir yerde tavaf ediyorlar. Efendim Ganj nehrinden su alıyorlar. Memleketlerine getiri­yorlar filan. Burada bize şu çağrışımı yaptırıyorlar. "Müslümanlıkla Hint dininin arasında bir fark yok. Onlar da bir yere kadar gidiyorlar. Bir su getiriyorlar. Müslümanlar da bir yere kadar gidiyorlar, bir taşın etrafında dönüyorlar. Ve oradan bir su getiriyorlar. Zemzem getiriyorlar." Bu imajı kendi kesimlerinden bazı insanlara vermek için bunu söylüyorlar, anlatı­yor, yazıyorlar.

Bilseler ki, biz bir zamanlar Kudüs'e yönelmişiz. Ondan sonra emre­dilmiş Kabe'ye yönelmişiz. Yani yöneldiğimiz yere tapınmıyoruz. Hz. Ömer (r.a.) demiş ki, Ey kara taş, vallahi seni kırarım. Ancak Allah Rasûlü'nü sana istilam ederken gördüm. Yani elini değerken gördüm. Ben de onun sünnetine uyarak seni istilam ediyorum. Elimle değiyorum diyor. Yoksa senin şu Medine'deki diğer kara taşlardan bir farkın yok di­yor.

Bunu ifade ederken bizim mesnevi şairi Tahini11-Mevlevi diyor ki, oraya yönelmemiz bizim birliğimizi sağlamaktadır. Nasıl ki müslüman bir devletin bayrağının yere düşmemesi için -müslüman bir devlette haki­miyetin sembolü bayraktır binlerce insan can verir. Burada gaye o 500 liralık bezin yere düşmemesi değildir. Metresi 500 liralık bezden, 5000 liralık bezden veya elli bin liralık bezden çok güzel bir bayrak yaparsınız. İpekten yaparsınız. Ama elli bin lira. bir damla kanın akmasına değmez. Ama bir milletin tamamı onun yolunda, onun yolu değil Allah'ın yoludur aslında bu Allah'ın hakimiyetinin sembolü olarak Peygamber Efendimiz (a.s.v.) da bayrak kullanmış. Onun düşmemesi için can verilmiş halbuki onun maddî olarak değeri 50 liradır, 500 liradır, ellibin liradır. Yani bu kadarlık bir bez parçasıdır. Ama ifade ettiği mânâ büyüktür.

Kâbe-i Muazzama'daki Haceru'l-Esved'in de ifade ettiği mânâ bü­yüktür. Rabbimin emrine yöneliyoruz biz. Hacerü'l-Esved'e değil. Biz Rabbimin "Yüzünü Mescid-i Haram1 a çevir" emrine yöneliyoruz. Emri yerine getiriyoruz. Kâbe-i Muazzama'ya yönelin demiş. Biz o emri yerine getiriyoruz. Allah (c.c.) bir başka adres gösterseydi oraya yönelirdik. Çünkü doğu da batı da Allah'ındır

 

 

Bakara 138 - Allah'ın boyasıyla boyanın




Mahmut Toptaş:

İnsanlara senin rengin ne diyorlar günümüzde. Senin rengin ne söyle bakalım diyoruz ya. Türkiye'de bu siyasî yelpazede yeşil renk tutmuştur. Bir de kırmızı renk tutmuştur. Ha bir de renksizler var. Kırmızı vardır. Yeşil vardır. Bir de renksizler vardır.

Ayet-i kerime zaten bunu konu ediniyor. Bu yeni değil yani günümüz insanının çıkardığı bir şey değil. Günümüzde kırmızı, yeşil bir de renksizlik söz konusu. İnsan bir çok şeyleri izah konusunda ya renklerle, ya çizgilerle, ya desenlerle ifade edecektir.

Ta Peygamber Efendimiz (a.s.v.) döneminde de aynı şekilde rengin ne senin? Seninki Yahudi, seninki Hıristiyan, gibi ifadeler kullanılıyormuş.

Allah (c.c.) de diyor ki, Allah'ın boyasıyla boyanınız. Allah'ın boyasından daha güzel boya kimindir?

İnsan Allah'ın boyasıyla nasıl boyanır? Yürüyüşünü, oturuşunu, kalkışını, eşiyle, çocuklarıyla, komşularıyla, tanıdıklarıyla, dostlarıyla, arkadaşlarıyla, tanımadıklarıyla ve bütün tabiattaki yaratıklarla olan münasebetlerini Allah'ın Kitabına göre yönlendirecek olursa, Allah'ın boyasıyla boyanmış demektir.

Bu âyet-i kerîme nazil olunca birisi sormuş: Allah'ın boyası nasıl olur? Allah, boya da yapar mı demiş.

Evet, tabiattaki kırmızı renkleri, yeşil renkleri, sarı renkleri, turuncu renkleri bütün renkleri yaratan O'dur denmiş. Yani buradaki boya aslında bizim hayatımızın aldığı istikamettir. İslâmî çizgide yürümekten daha güzel bir yolun olmadığım ifade ediyor Allah (c.c). Ama tabiattaki renkleri de Allah (c.c.)'ün yarattığı bir hadisi şerifte ifade edilmiş. Ve Haşr suresinin son ayetin de okuduğumuz (El Musavvir) ismi cemali de bunu ifade etmektedir.

Allahü Teala "Musavir'"dir. Yani eşyaya şekil veren, desen veren, renk veren Allah (c.c.)'dür. Bakıyoruz da, dünyanın en ünlü ressamının yaptığı bir resim bir milyar, beş milyar dolara veya marka satılıyor. Bir ressamın aya bakan çiçekleri, bir kaç milyara satılmış. Hakikaten güzel yapmıştır. Ama adamın kendisi bile yaptığından memnun değilmiş. "Ben bu aya bakan veya güne bakan çiçeğinin bin halinden bir halini, kokusuz, cansız ve o tazeliğini de veremeden donduruyorum" diyor. Dışarda gördüğünüz ayçiçeği (veya güne bakan çiçeği diyorlar.) O çiçeğin yaşarken, canlı tazeliği var, kokusu var, gıdası var içinde. Ama bir ressam veya bir fotoğraf makinası o çiçeğin bin halinden bir halini donduruveriyor. Ondan sonra da bize sanat diye veriliyor. Sanattır, yani bu ressamın yaptığı sanattır ama, asıl ressam Allah (c.c.)'dür. Musavvir olan O'dur. Onun renginden daha güzel bir renk vermek te mümkün değil. Hani Sultanahmet'te Ercail çiçeklerini görüyorsunuz, aynı yaprağın üzerinde görüyorsunuz moru var, kırmızısı var, yeşili var, sarısı var. Ressamlar onu takdir eder, ressama tapan insanlar onu takdir edemez yalnız. Çünkü ressam onun değerini bilir. Hatta tabiat bizim ilham kaynağımız dır der ressamlar. Ressam doğru söylüyor. Tabiat bizim ilham kaynağımız. Ama tabiatı yaratanı da bir tanıyıyerseler ki, bunu yapan vardır mutlak surette bir de tabiatı yaratanı tanımak lazım.

Biz o tabiatı boyayana ibadet yaparız diyoruz. Ne güzel sanat galerisini geziyorsunuz. Ondan sonra da oraya bir defter bırakmışlar, yazıyorsunuz  çok hoşuma gitti. Renkleriniz fena değil veya çizginiz fena değil." Efendim bir sürü şeyler yazılıyor. Yazılsın, biz de yazıyoruz. Yalnız,  Allah (c.c.)'ün galerisinde dolaştıktan sonra, Allah'ın ahkâmına göre yaşadıktan sonra diyoruz ve yazıyoruz: "Biz bu tabiatı yaratan ve bu tabiatı yöneten ve bu tabiatta renk cümbüşünü, ses cümbüşünü meydana getiren Allah (c.c.)'e ibadet ediyoruz O'nun yarattıklarına ibadet etmiyoruz."

O'nun yarattıklarına, Allah'ın hakimiyetine karşı duracak bir yönetim hakkını da vermiyoruz diyoruz.

 

Prof. Bayraktar Bayraklı:

{sıbğaîallâhi-Allah'ın boyası) ifadesindeki 'boya'manasına gelen sıbga kelimesinin manasını açığa kavuşturmak gerekir. Çünkü ayetin örgüsünü meydana getiren temel kavram odur.

Se-be-ğa kalıbında, yani fiil olarak alındığında boyamak, vernik sürmek, fırça ile düzeltmek, suya baünp vaftiz etmek, daldırmak, başka şekle sokmak, değiştirmek manalarına gelmektedir.

Sıbğ kalıbından, yani isim olarak alındığında renk, boya, boya eczası, boya tozu, allık, cila , makyaj, makine yağı anlamlarını ifade etmektedir. Baka-ra/138'de şu manaları ifade etmektedir: Allah'ın dini, Allah'ın yaratışı, Allah'ın hüccet ve delili, Allah'ın kanunu, yani sünnetullah.[150]

Diğer taraftan sıbğ kelimesi, Mü'minûn/20'de 'tat' manasına gelmektedir. Bu kavramın anlaşılabilmesi için Bakara/l 35'e dönmek gerekiyor.

Hatırlanacağı gibi, o ayette, yahudi ve hristiyanlar müslümanlara yahudi veya hristiyan olmalarını söylüyorlardı. Bir inancı veya dini kabullenmek, onun boyası ile boyanmak demektir. Hristiyanlar çocuklarını renkli bir suya batırarak vaftiz ederlerdi. O su, onlan adeta gerçek hristiyan yapıyordu. İşte bu ayet, insanın, böyle renkli sulara batırılmak suretiyle hristiyan olamayacağına işaret etmektedir.

Vaftiz çağını geçmiş olan müslümanlan bu yöntemle hristiyan yapmaları mümkün değildi. Onlara "Hristiyan veya yahudi olun, doğru yolu bulun" demekle, aslında mecazen, onlardan kendi inançlarının renkli suyuna dalmalarını istemiş oluyorlardı. Gerçek şu ki, şirke bulaşmış bir inancın başkalarına aşılanması ancak şartlandırma ile mümkün olabilir. Şartlandırma boyası ise sahte bir boyadır. Şimdi, "Allah'ın boyası" kavramını inceleyip, çıkaracağımız ilkeleri sıralayalım:

1.  İbareye "Allah'ın dini" manasını verebiliriz. Yahudi ve hristiyanlann teklif ettikleri din, sahtedir; din ancak Allah'ın dinidir. Beşer din koyamaz, olsa olsa felsefe yapılabilir. Din Allah'a aittir ve o alana beşer giremez.

2.  İbareyi "Allah'ın fıtrat kanunu" manasına da alabiliriz. İnsanın sahip olduğu psikolojik doğa, onu eğitmenin hareket noktasını teşkil etmektedir. Allah Rum/30'da eğitimin bu kanun dikkate alınarak yapılmasını istemektedir.

Yüce Allah, insanı yaratırken onu boyamış, yani ona bir psikolojik yapı vermiştir. Eğitim bu yapıyı değiştiremez, bu rengi silemez, yeni bir doğa yaratamaz. Sadece var olan bu doğayı geliştirip cilalayabilir.

ibare, Yüce Allah'ın eğitimini ifade etmektedir. Yüce Allah'ın eğitim ile insana kazandırdığı değerler, kendisinin yarattığı o iç yapıya uygun ve onunla uyumlu değerlerdir.

Bu değerler vasıtasıyla Yüce Allah, insana manevî bir şekil vermekte, kendisine nisbet ettiği bir boya ile boyamaktadır. Bu şekli ve rengi beşerin vermesi, hele hele hristiyan ve yahudi olmakla elde edilmesi mümkün değildir.

Çünkü Allah'tan daha iyi renk veren, yani eğiten kimse olamaz. Yüce Allah, böyle birinin var olup olmadığını, cevabı belli olan bir üslupla sormaktadır. Bir çocuk, suya batırmakla dindar yapılamaz; dindarlık, bir eğitim süreci sonunda, gönülden gelen bir oluşumdur.

"Bizden olursan doğru yolu bulursun" demekle doğru yol bulunmaz; doğru yol Allah'a kulluk edilirse, bulunmuş olur.

"Biz sadece O'na kulluk ederiz". İnsana, en güzel eğitimle en güzel boyayı süren ve en güzel şekli veren Allah kulluk edilmeye layık tek varlıktır.

Sadece Allah'a kulluk etmek, gerçek boyaya bürünmek ve gerçek eğitim almak demektir. Sadece Allah'a kulluk etmekteki karar, ısrar ve bilinç, ilahî boyanın etkinliğinin işaretidir. Beynin, gönlün ve nefsin gerçek boyası böyle bir kulluk bilincinde yatmaktadır. Allah'ın vaftizi, beyinde, gönülde ve nefiste olandır; suya batırılmakla olan değil.

Allah'ın boyası, ayrılıkların, kin ve düşmanlık duygularının silinip, ilahî nur ile dolan beyinlerin, gönül ve nefislerin boyasıdır. Şirkin karışmadığı, ha-niflikteki tevhid inancı neticesinde oluşan boyadır.

İlahî iradenin fırçası ile gönül duvarlarına, bir daha silinmemek üzere sürülen tevhid boyasıdır. Bu boya, barış, güven, teslimiyet ve ilahî rahmetle gönüllerin boyandığı bir boyadır. Tefekkür, takva, ihsan ve ihlas değerleriyle renklenen gönüllerin boyasıdır.

 

Elmalılı Hamdi Yazır:

Hıristiyanlar çocuklarını "ma'mudiye" dedikleri sarımtırak bir suya daldırırlar ve buna "ta'mid" yani "vaftiz" derler. Bunun da bir temizleme olduğunu söylerler ve ne zaman birisi çocuğunu vaftiz ederse, çocuk için, "İşte şimdi hakkıyla Hıristiyan oldu." derler. Buna karşı Cenab-ı Allah, müslümanlara buyuruyor ki, siz böyle yukarıda anlatıldığı gibi tevhid ile, hiç fark gözetmeksizin iman ettiğinizi söyledikten sonra şunu da ekleyiniz ve deyiniz ki; biz, Allah boyası olan ve yaratılıştan gelen iman ile iman ettik, sudan imana, sun'î (yapay) boyaya tenezzül etmeyiz. Allah boyasına bakınız, Allah boyasına, zira Allah'ın boyasından daha güzel kimin boyası vardır? Maddiyatta, tabiatta ve bütün kâinatta, dikkat ediniz O'nun boyasından daha güzeli var mıdır? Ağaçlara ve otlara, bütün çiçeklere, bilhassa insanların simalarına ve göz renklerine şöyle bir göz atınız, onlardaki doğuştan boya ile insanların sonradan sürdüğü sun'î boyalar arasında kıymet ve güzellik bakımından ne kadar büyük fark olduğunu görürsünüz. Özellikle insan bedenlerine sürülen ve yaratılışı bozan boyalar ne kadar arızî, ne kadar çirkin ve mülevves şeylerdir. İşte maneviyatta, din ve ahlâkta da durum böyledir. Din fıtrî bir din, iman ilâhî bir iman, temizlik doğuştan bir temizlik, güzellik doğuştan bir güzelliktir. Sonradan elde edilen bütün temizlik ve güzellik, aslında doğuştan gelen güzellik ve temizliğin korunmasına yöneliktir, sonradan ona ârız olmuş birtakım pisliklerin giderilmesine dönüktür. İnsanları bir paçavra boyar gibi, renkli bir suya sokup çıkarmakla elde edileceği sanılan ima n, sudan bir imandır, çok temelsiz bir dindir. Bunun ne kıymeti var ki? İman ile dini bir boyaya benzetmek gerekirse, biz Allah boyası olan bir fıtrî iman ile ve Allah tarafından boyanmış olmayı üstün tutarız. Maddî ve manevi bütün temizlik çabalarımız ve g üzelliklerimiz hep ilk oluştan, doğuştan gelen temelin muhafazasına yöneliktir. İslâm dini ve tevhid imanı, insanların Allah tarafından boyanmasıdır. İman en güzel Allah boyasıdır. Ve işte böylece biz ancak O'na ibadet ederiz, yalnızca O'na kulluk eyleri z. O'nun kulları, O'nun köleleriyiz. Diğer bütün peygamberlere inanmamız, O'nun gerçek peygamberleri olmalarından ve O'nun emirlerini bildirmelerinden dolayıdır. Yoksa biz onları ilâhlaştırıp tanrı yerine koymayız. Hele hele hıristiyanların Hz. İsa'ya yaptığı gibi, şirke sapmayız hatta kendi peygamberimize de tapmayız. Onun hakkında da "Şahitlik ederiz ki, Muhammed Allah'ın kulu ve Resulüdür." diyerek kelime-i şehadet getiririz. nazm-ı celîli de yukarıdaki 'ya bağlı olarak âyetin sonuna kadar emrini n mekûlü kavlinde dahildir. Aradaki âyeti ise cümle-i mu'tarıza, yani ara cümledir. Şu halde ise "Allah bizi boyadı." meâlinde nın mef'ul-i mutlakı mevkiinde bulunmaktadır. Bununla beraber "iğrâ" (teşvik etme) babından olması da caiz görülmüştür.

Bakara 128 - Hz. İbrahim’in Rabbine duası




Diyanet:

… Bir önceki ayette Hz. İbrahim, Kabe'yi inşa etmekle işlemiş oldukları hayrın kabul edilmesini niyaz ettikten son­ra, kendisi ve oğlu İsmail'le soylarından gelecek ümmetin Allah'a teslim olup ita­at eden hâlis kullar olmaları, yüce Allah'ın takdirinin bu yönde tecelli ettirmesi di­leğinde bulunmuştur. Çünkü Allah isteyip takdir etmedikçe insanın O'na teslim olup itaat eden gerçek bir mümin ve müslim olması mümkün değildir. Bir kimse­nin, "Mümin olmak da kâfir olmak da sadece benim elimdedir" diyerek ilâhî ira­deyi dışlaması, her şeyin yapıp yaratıcısı olan Allah'a karşı bir edepsizlik ve say­gısızlıktır. Ayrıca İnsan yalnız itaatkâr bir kul olmasında değil, Allah'a ne suretle itaat ve ibadet edeceği, yani ibadetlerin şekillerini ve esaslarını bilme hususunda da O'na muhtaç olduğu için Hz. İbrahim duasının devamında, "Bize ibadet usul­lerimizi göster" diye yakarmış; bu arada kendisinin ve oğlunun, peygamber de ol­salar yanılgıları bulunabileceği düşüncesiyle Allah'tan tövbelerini kabul etmesini dilemiştir….

 

Prof. Bayraktar Bayraklı:

Bu dua, Hz. ibrahim'in üçüncü, Hz. İsmail ile birlikte yaptığı ikinci duasıdır. Birinci duasında, Mekke'yi güvenli bir belde yapmasını ve halkını eko­nomik nimetlerle donatmasını; ikincisinde Kabe'yi yaparken verdiği hizme­tini, üçüncüsünde de 128. ayetteki duasını kabul etmesini istemiştir….

"İkimizi de sana teslim olanlardan kıl' duası niçin yapılmaktadır? Hz. İb­rahim ve oğlu İsmail'in kendi iradeleriyle teslim olmaları mümkün değil miy­di? Bu soruların cevabını verebilmek için, ilahî iradeyle kulun iradesi arasın­daki çizgiyi iyi anlamak gerekir. Bu duayı yaptıkları anda kendileri zaten müslüman, yani teslim olmuş ve boyun eğmiş kimseler idiler. Demek ki, Al­lah da onların teslimiyetlerini kabul etmiştir.

Yukarıdaki soruların cevabını verebilmek için ayetin başında yer alan vec'alna kavramının manasına bakmamız gerekiyor… Kavramın manalarından bu ayete uygun düşenini isabetli bir şekilde tesbit eden Fahruddin Razi'nin görüşünü benimsiyoruz, ki o "hükmetmek" ma­nasını vermiştir. Demde ki, vec'alna ibaresi burada "bizim müslümanlığımı-za hükmet" anlamını ifade etmektedir. Yani kul kendi iradesiyle müslüman oluyor, ilahî irade ise, müslüman olmayı ona nasip ediyor ve böylece onu müslüman olarak değerlendirip hükme bağlıyor. Hz. ibrahim ile oğlu İsmail, bu değerlendirme ve hüküm için Allah'a dua etmektedir.

….

Bu mana ve izahlardan şu önemli sonucu çıkarabiliriz: Tercih ve irade kuldan, yaratmak Allah'tan. Kulun, yaratılan işin devamlılığını temin etmesi zordur. Devamlılık ilahî yardıma bağlıdır.

Çıkarılacak ikinci sonuç, müslüman bir nesil yetiştirmenin çok zor bir iş olduğudur. Peygamber bile olsa, babaların eğitimden bekledikleri neticeyi tam anlamıyla gerçekleştirebilmeleri mümkün değildir. Bu nedenle daima Allah'ın yardımını istemektedirler. Hz. ibrahim'in önünde, bir de, oğlunu müslüman yapamayan veya yapmaya gücü yetmeyen Hz. Nuh örneği dur­maktadır. Ana-babalar ve eğitimciler, eğitim faaliyetinde bütün güçlerini kullandıktan sonra, bu faaliyetin olumlu bir netice verebilmesi için Allah'tan yardım istemelidirler. Duasız eğitim, susuz çeliğe benzer. Kur'an, çocuklan-nın iyi yetişmesi için dua eden peygamberlerin dualarını nakletmektedir. Biz buna "eğitimin dua boyutu" diyoruz.

(Bize ibadet yerlerimizi göster).

Bu ifade, bu duanın üçüncü bölümünü teşkil etmektedir. ayette ge­çen nusuk kavramının sözlük manalarını verecek, ardından da ayette ne an­lama geldiğim açıklayacağız. Fiil halinde, dindar bir hayata başlamak, bir za­hit hayat yaşamak, takva ehli olmak, öteki dünya işlerine dalmak manaları­na gelmektedir.

İsim halinde, takva, sofuluk, zahitlik, münzevilik anlamlarını ifade et­mektedir.

Nusuk kalıbından alındığında, kurban ve hac ibadetinin usûlleri manasına gelmektedir.

….

….

125. ayetten itibaren Beytullah konusu işlendiği ve Hz. ibrahim bu duayı Beytullah'ı imar ederken yaptığı için, hac ibadetinin kurallarının öğretilmesi manasına alınmasında yarar vardır. Genel manada bakınca, insanın müslü-man olduktan hemen sonra öğreneceği en önemli şeylerden birinin de ibadet­ler olduğu düşünülürse, menasikena kavramına "ibadetlerimizi" manası da verilebilir. Ayetin bu kısmına "Bize çıkış yollarımızı göster" şeklinde anlam vermek de mümkündür.

Bütün bu manaları göz önünde bulundurarak şu genellemeyi yapmamız ye­rinde olun Ayetin bu kısmı din eğitiminin temellerini atmaktadır. "Bize göster", ifadesi "bize öğret" demektir. Bu öğretim faaliyeti Allah'tan istenmektedir. De­mek ki, Hz. İbrahim ibadetlerin nasıl yapılacağı bilgisine ihtiyacı olduğunu an­lamış ve bunun öğretim vasıtasıyla giderileceğine de işaret etmiştir. Bir top­lumda, halka nasıl ibadet edileceğini öğretmek ve bu görevi yerine getirecek insanları yetiştirmek, eğitim politikasının gayeleri arasında yer almalıdır.

 

(Tevbemizi kabul et).

Bu ayetteki üçüncü istek, bu kısımla gündeme gelmektedir. İlk iki istek öğretimle alakalı iken, burada eğitim alanına girilmektedir. Tevbe kelimesini Bakara/37'de açıklamıştık. Buradaki manası, yapılan hatadan sonra, af dile­yip iyiye dönmektir. Peki Hz. ibrahim ile oğlu Hz. İsmail ne hata işlemişler­di ki, tevbe etme ihtiyacı duydular?

Peygamber bile olsa insan, her davranışından emin olamayacağı için her an tevbe etmeli ve affını dilemelidir. Müslüman, ümitle korku arasında bu­lunmalıdır, peygamberler de bundan istisna değildir. "Tevbemizi kabul et" ifadesi, hatalarımızı görmemezlikten gel manasını ifade etmektedir.


Onların müslümanlığına hükmetmesi, nesillerinden müslüman bir grup ye­tiştirmesi ve onlara ibadet şekillerini öğretmesi aslında Allah'ın, onlarla ilgi­lenmesi demektir. Yüce Allah'ın bunları yapması, tevbeleri çokça kabul etme­sinin ve merhametli olmasının bir gereğidir. Kullarının dualarını, isteklerini yerine getirmek, onlara icabet etmek, O'nun bu sıfatlarının işlerliğini ifade et­mektedir. Bu ayetten, Hz. ibrahim ile oğlu İsmail'in, Allah Teala'nın hangi sı­fatını anarak O'na yalvaracaklarının bilincinde olduklarını da öğreniyoruz.

 

Prof. Seyid Kutub:

Burada Hz. İbrahim ile Hz. İsmail, İslâm'a yöneltilmeleri konusunda Rabblerinin yardımını istediklerini, kalplerinin, yüce Allah'ın iki parmağı arasında olduğu gerçeğinin bilincinde olduklarını, hidayetin sadece Allah'tan olduğunu, kendilerinin bu konuda hiçbir irade ve güç sahibi olmadıklarını, yaptıkları şeyin yönelmek ve istemek olduğunu, kendilerine yardımcı olacak olanın yüce Allah olduğunu iyi bildiklerini dile getiriyorlar.

Sonra sözü müslüman ümmetin önemli bir karakteristiğine; dayanışma, yani kuşaklar arasında inanç dayanışması karakteristiğine getirerek "Soyumuzdan da sana teslim olan bir ümmet çıkar" diye yakarıyorlar.

Bu dua cümlesi, önem verdiği şeyleri açığa vuruyor. Böyle bir kalbin ana meşgalesi ve birinci derecede önem verdiği şey, inanç meselesidir. Hz. İbrahim ile Hz. İsmail'in (selâm üzerlerine olsun) yüce Allah tarafından kendilerine bağışlanan nimetin, yani iman nimetinin değerinin bilincinde olmaları, onları, bu nimetin kendilerinden sonra da devam etmesini güçlü bir arzu ile istemeye, hiçbir dengi olmayan bu nimetten soylarının da yoksun kalmaması için Rabblerine dua etmeye sürüklüyor. Bu yüzden soylarını çeşitli ürünlerle beslesin diye yüce Allah'a dua ederken onları iman besininden de mahrum etmemesini, onlara ibadet yerlerini gösterip ibadet biçimlerini açıklamasını ve hem tevbelerinin kabul edicisi hem de merhametli olması hasebiyle tevbelerini kabul etmesini dilemeyi de unutmuyorlar.

Ömer Nasuhi Bilmen:

Bu âyeti kerimede Hz. İbrahim'in kendi zürriyeti, aile ve evlâdı hakkındaki pek yüce dualarını göstererek bizlere bir dua ve yakarı; örneği göstermektedir. Evet... O ş an ı yüce mübarek peygamber şöyle dua buyurmuş: (Ey Rabbimiz! Bir de bizleri) benim ile oğlumu (sana iki Milaslı t emir ve yasağına hakkiyle uyan (müslüman) iki kul (kıl). Zürriyetimizden de senin için müslüman bir ümmet temiz inançlı bir zümre (vücude getir ve bizlere menasikimizi göster.) Yani hacca ve kurbana ait vazifelerimizi bize bildir. (Ve töbelerimizi de kabul buyur.) İnsanlık icâbı meydana gelecek noksanlarımızdan dolayı vuku bulacak pişmanlıklarımızı af ve mağfirete vesile buyur. (Şüphe yok ki tevbeyi kabul eden merhametli olan ancak Sensin.) Binaenaleyh daima Senin af ve mağfiretine, lütuf ve ihsanına sığınırız.

 

Bakara 126 - Rabbinin Hz. İbrahimin eğitimine devamı ve insanlığa bildirilen bir ilke



Ayetin tefsirlerden açıklamaları
Prof. Bayraktar Bayraklı :
Bakara/3'te yer alan infak kavramını açıklarken, infakın sosyal güvene olan etkisi ve yardımını açıklamıştık. Bu ayette ise, güvenden ekonomiye giden yolun ele alındığını görüyoruz.
Hz. İbrahim, önce şehrin, ya da ülkenin güvenli kılınması, sonra da oranın inanmış halkının ekonomik nimetlerle donatılması için dua etmektedir. Ayetteki emin kavramının birincil manası 'güven', ikincil manası da 'barış'tır. Güvenli bir ülkede barış, barısın bulunduğu bir ülkede de güvenli bir ortam oluşur.
Hz. ibrahim'in, ülkenin barış ve güveni için dua ettiği dikkate alınırsa, bu değerlerin sosyal hayat için ne derece önemli olduğu daha iyi anlaşılır. Barış ve güvenin olmadığı bir ülkede, hiçbir değer ve erdemin yeşermesi, gelişmesi ve yayılması mümkün değildir.
Hz. İbrahim, güven ve barış isteğinden sonra, Allah'tan, ülkenin inanan insanlarını her çeşit meyvelerle beslemesi dileğinde bulunmaktadır. "Her çeşit meyve" o dönemdeki toplumsal gelişmişliğin seviyesini belirlediği gibi, ziraatın insan hayatındaki yerini de tesbit etmektedir. Zirai ürünler, o dönem toplumlarının ekonomik değerini oluşturmakta ye yerleşik topluma geçildiğini göstermektedir. Hz. ibrahim, bu ekonomik imkanın, sadece Allah'a ve ahirete inananlara sağlanması için dua etmiş, Allah ise inkar edeni de faydalandıracağım ifade buyurarak, bunun doğru olmadığını belirtmişti. Böylece Allah, insanlık için koyduğu evrensel bir kanuna; kainatı idare eden ve bütün canlıların rızkını tedarik eden Allah'ın, nzık dağıtımında inanan ve inanmayan ayırımı yapmayacağı kanununa dikkat çekmişti. Allah'ın bu uygulaması, toplumları idare edenler için uyulması gereken bir kanun olmalıdır. İdareciler, toplumdaki grupları, inanan ve inanmayan diye ayırıp, ekonomik menfaatleri bu ayırıma göre dağıtamaz, dağıtmamalıdır. Allah'ın, nzkı inanan ve inanmayan diye ayırmadan dağıttığı gibi, idareciler de ekonomik menfaatleri, inançlara göre dağıtmamalıdır. Başka bir ifadeyle, idareci inançsız ise inananları, inanan biri ise inanmayanları ekonomik menfaatlerden mahrum etmemelidir.

Hz. ibrahim'in sadece inananlar için nimetler istemiş olmasına rağmen Yüce Allah, kafirleri de istifade ettireceğini beyan etmek suretiyle, bu evrensel kanunu insanlığa bahsetmiştir. Böylece bu ayet, siyaset alanının en önemli kanununu, siyasî hayatın en önemli nakısını insanlığa getirmiş oldu. Diğer taraftan, ayette yer alan  (inkar edeni de az bir süre faydalandınnm) ifadesi, inanmayanların sadece bu dünya nimetlerinden faydalandınlacağını, bunun ise az ve geçici olduğunu da vurgulamaktadır. Küfr, bu dünya hayatının nimetlerinden istifade ettirilmeye engel değildir ama, öteki dünyada engel olacaktır.

“Sonra onu cehennem azabına sürüklerim”
insanın bu dünyada küfrü, öteki dünyada azaba dönüşmektedir. Allah Teala, bu durumu bildirmek suretiyle, küfrün ahiret hayatını nasıl tahrip ettiği bilincini kazandırmak istemektedir. Allah, insandaki ritm psikolojisine göre, insanın kendi geleceği hakkındaki tedirginliğini harekete geçirerek, inançların sorgulanacağını haber vermektedir.

“Ne kötü varılacak yerdir orası”
Sanki insanın inançları, ahirette ellerinden tutup onu bir yere götürecektir. Inkann götüreceği yer mutsuzluk ve umutsuzluk; imanın götüreceği yer ise mutluluk diyarı olacaktır. Yüce Allah küfrün insanı götüreceği yeri tanıtarak, inkarcıları uyarmaktadır, insanın, dünyada ziyaret edeceği ülkenin güvenliğini, tabiat güzelliğini ve insan ilişkilerini önemsediği ve huzurlu olmayan bir ülkeye gitmek istemediği halde, ahiret için bu itinayı göstermemiş olması, ne büyük cehalettir.


Ali Küçük
….
         Niye böyle dedi Hz İbrahim? Yâni niye Allah’a ve âhiret gününe iman edenleri rızıklandır dedi? Bunun sebebi şudur: Hani Rabbimiz; Ey İbrahim ben seni imam yapacağım, seni önder yapacağım buyurunca İbrahim (a.s) ya Rabbi benim zürriyetimden de imamlar kıl demişti de buna karşılık Rabbimiz buyurmuştu ki:
         Ya İbrahim, ben onu, imamlığı, idareciliği, zâlimlere nasip etmeyeceğim buyurmuştu ya, işte ondan ders alarak böyle diyordu İbrahim (a.s). Rabbinden kendisine gelen uyarıya hemen kulak veriyordu. Bu uyarıyı hayatı boyunca hiç unutmuyordu. Çünkü Rabbinden daha önce bir istek de bulunmuştu. O dersi unutmadığı için böyle demişti.
         Ya Rabbi zâlim olanlara değil, sadece Allah’a ve âhiret gününe inananları rızıklandır deyiverdi. Peki biz ne anlayacağız bundan? Biz de tıpkı atamız İbrahim (a.s) gibi Kur’an’ın âyetleriyle, Kur’an’ın uyarılarıyla karşı karşıya kaldık mı hemen onu algılayalım. Bilelim ve ikinci defa aynı konuda hataya düşmemeye çalışalım inşallah.
         Bakın, dedi ki İbrahim (a.s): Ya Rabbi benim zürriyetimden olanlar da, yâni oğlum, kızım da imamlar olsun. Allah da buyurdu ki; ben idareciliği zâlimlere vermem. İmamet konusunda, idarecilik konusunda böyle olursa, herhalde rızık konusunda da bu böyledir, herhalde rızık konusunda da bunlar ayrılacak zannetti ve dedi ki, ya Rabbi madem ki sen zâlimlere idarecilik vermiyorsun, zâlimlere idareciliği lâyık görmedin, öyleyse bu zâlimlere rızık da vermeyeceksin, o halde onlara rızık da verme deyiverdi. Sadece onlardan Allah’a ve âhiret gününe inananları çeşitli rızıklarla rızıklandır deyiverdi. O zannetti ki rızık konusunda da onların hakkı olmayacak, imametten menedilen bu zâlimler rızıktan da menedilecek. Allah buyurdu ki:
         "Allahu Teâlâ da hayır (kâfirlerin rızık hakkı vardır) küfredenleri az bir zaman faydalandıracağım, sonra da onları ateşin azabına uğramak zorunda bırakacağım. Ve o ateş ne kötü bir varış yeridir."
          Demek ki kâfirler rızıktan mahrum bırakılmıyorlar. Demek ki bu ikisi arasında çok büyük fark vardır. Demek ki imamet, önderlik, idarecilik sadece mü'minlere verilirken; dünya malı, mülkü hem mü'minlere hem de kâfirlere verilmektedir. Demek ki dünya metasının Allah katında hiçbir değeri yoktur. Şu peşine takıldığımız, şu onsuz olmaz dediğimiz dünya metası var ya eğer Allah katında sineğin kanadı kadar onun bir değeri olsaydı kesinlikle Allah kâfirlere ondan bir damla bile tattırmazdı. Ama dünya işte, Allah onu kâfirlere de veriyor, mü'minlere de.
         Âyeti kerîme bize bir de şunu anlatır: Bir adamın dünya malından, mülkünden pek çok şeye sahip olması Allah’ın kendisinden razı olduğu anlamına gelmemektedir. Eğer öyle olsaydı yeryüzünde mü'minlerden çok daha fazla rızıklandırılan kâfirlerin Allah’ın en sevgili kulları olmaları gerekeceklerdi. Zira bakıyoruz ki dünya malı mü'minlerden çok kâfirlere verilmiş. Âyetin ifadesine bakıyoruz:
         Onlara azıcık bir şeyler vereceğim. Allah azıcık bir şeyler vereceğim diyor, ama bizim de gördüğümüz gibi, görüyoruz ki çok şey veriliyor bu kâfirlere. Şu anda müslümanlara verilenlerden çok daha fazlası verilmiş kâfirlere. Saltanatları, imkânları, evleri, barkları bize verilenlerden çok fazla. Bizler baygın baygın onların bu saltanatlarını seyrediyoruz. Kâfirlere bu kadar dünya mülkü verilmiş, bu nasıl bir iş dersek:
         Bütün dünyayı kâfire verse, hattâ her kâfire ayrı ayrı bir dünya verilse yine de azdır. Bize de hiç bir şey verilmese, yarım ekmek bile bulamasak yine de onlarınkinden çoktur. Bunu böyle biliyor ve böyle inanıyoruz. Ama bu rıza asla şu anlama gelmemelidir. Kâfirlerin zulmüne razı olmak, kâfirlerin egemenliğine ses çıkarmamak, onların zorla zulümle bizim elimizdekileri almalarına razı oluş değil, bu Allah’ın vermesine razı olup, hedefi cennetleştirmektir.
….
         Ama planınızı, programınızı buna göre yapmamışsanız, hesabınızı sadece dünyaya göre yapmışsanız, Konya’nın bir numaralı adamı olacağım diye yapmışsanız, Türkiye’nin bir numaralı adamı olacağım diye plan program yapmışsanız, dünyada adımı yücelteceğim, herkes sofrasında beni konuşsunlar, herkes beni alkışlasınlar diye düşünüyorsanız onu mutlaka bulursunuz, ama öbür tarafta eliniz boş kalabilir Allah korusun..

Diyanet:
Hz. İbrahim Kabe'nin inşasına başlarken burada bir şehir oluşacağını düşünerek Allah'tan bu şehri, zorbaların saldırılarına karşı güvenlikli bir şehir kılmasını, orada ikamet edecek müminleri de her türlü düşman saldırısı veya doğal âfetlere karşı korumasını niyaz etti. Buna karşılık Allah Teâlâ sadece müminlere değil, inkarcılara da dünya hayatında bir geçimlik vereceğini, ama sonunda inkarcıları cehennemin azabına süreceğim bildirdi. Âyette Allah'ın inkarcıları cehenneme sürme işi "edtarru" fiiliyle ifade edilmektedir. Bu fiilin masdan olan ıdtırâr (tztırar), zorunluluk anlamı ifade etmekte olup "İhtiyar"ın, yani özgür olarak seçmenin zıddıdır. Buna göre insanların imam veya inkârı seçip ona göre bir hayat yaşamaları onların kendi iradelerine bağlı olmakla birlikte, bu seçimlerinin sonucunda hak ettikleri akıbeti kabul edip etmemek hususunda özgür olmayıp zorunluluğa tabidirler. Şu halde her kim Allah'ı ve âhîret gününü inkâr ederse, inkarcılığının kaçınılmaz sonucu olarak Allah onu cehenneme sürecektir. Bu, Allah için değil (çünkü O'nun fiilleri hakkında zorunluluktan söz edilemez), fakat kul için kaçınılmaz bir sonuç olacaktır. Çünkü bir insan, "Ben imanı veya inkârı tercih ediyorum" diyebilir; fakat kâfir olmayı seçmiş biri artık, "Ben cehenneme gitmeyi tercih etmiyorum" diyemez. İşte bu husus âyette "ıztırar" kelimesiyle ifade edilmiştir. Burada görüldüğü gibi, tarihî bir olayı anlatırken bile araya muhatabını uyarıcı bir mesaj koymak ve böylece olayın asıl dikkat edilmesi gereken yönüne işaret etmek, Kur'ânı Kerîm'in yeri geldikçe uyguladığı etkili bir eğitim yöntemi olarak dikkat çekmektedir.

Ömer Nasuhi Bilmen:
Bu âyeti kerime Hz. İbrahim'in Mekke ve Mekke halkı hakkındaki bir niyazını Cenâbı Hakkın da o niyazı ne şekilde kabul buyurduğunu beyan etmektedir. Şöyle ki: Ey müslüman zat!.. (Şunu da zikret) güzel bir saygı ile an (ki: İbrahim) Aleyhisselâm, muhterem eşini ve oğlu Hz. İsmail'i alıp Mekkei Mükerreme vadisine götürmüş, orada yerleştirmişti. Orası ise kuru, çıplak bir vadi idi. Binaenaleyh bunların ve diğer ehli imanın burada tam bir emniyet ile ve bol bir maişet ile yaşayabilmeleri için dua ederek: (Rabbim! Burasını bir emin belde kıl) burasını bir takım kabîlelerin, yabancıların tecavüzlerinden koru. Bunun (ahalisini) yani onlardan (Allah'a ve âhiret gününe İman etmiş olanları da meyvelerden) her türlü mahsulâtından (rızıklandır, demişti.) Böyle bir niyaz ve temennide bulunmuştu. (Allah Teâlâ da: Kâfir olanı dahi az bir müddet yararlandırırım.) Yani: Ona da dünyada bulundukça rızık veririm. Fakat (Sonrada onu ateş azabına) cehennem ateşine (müzdar kılarım) oraya atmağa mecbur ederim. Bu (ne fena bir gidiş! diye buyurmuştu.)

Burada bir işaret vardır ki, bu dünyada müşrikler de maddî şeylerden rızıklanıp, yararlanacaklardır. Bu da onların haklarında ilâhî azabın daha fazla meydana gelmesine sebep olacaktır. Çünki onlara denilecektir ki: Siz dünyada bulundukça o kadar nimetlere nail olduğunuz halde o nimetleri size ihsan buyuran yüce Yaratıcıyı, o Kerem sahibi rızık vereni düşünüp ona niçin İman etmediniz? Artık sizler o nankörlüğünüzün cezası olarak bu kıyamet gününde cehennem azabına ebedî olarak mâruz olacaksınızdır. Ne fena bir sonuç!

Bakara 124 - Soyu peygambere de dayansa zalimler….



Diyanet:

….
Yüce Allah bu sûrenin başında mümin ve kâfirlerin, ardından da münafıkların temel niteliklerinden söz etmiş; daha sonra 40. âyetten itibaren uzun bir şekilde yahudilerin ve hıristİyanların yanlış inançlarını, tutum ve davranışlarım anlatıp tenkit etmiştir. Burada ise söz, Hanîflik diye ifade edilen tek Tanrı inancının en önde gelen temsilcilerinden olan ve bütün bu belirtilen inanç gruplarının kendine büyük bir saygı duyduğu Hz. İbrahim'e getirilerek, eğer gerçekten ona saygı duyuyorlarsa onu iyi tanımaları gerektiği hatırlatılırcasına, onun Allah tarafından kendine yöneltilen buyrukları nasıl eksiksiz yerine getirdiği ve böylece büyük sınavı nasıl kazandığı anlatılmakta; Allah yolundaki faaliyetleri hakkında bilgi verilmektedir.

Allah'ın İbrahim'i sınamak, imtihan etmek maksadıyla kendisine yönelttiği bildirilen "sözler"le (kelimât) ne kastedildiği hususunda tefsirlerde, sünnet olma konusu da dahil olmak üzere, çeşitli görüşler yer almaktadır. Bunlarla ilgili rivayetleri aktaran Taberî görüşlerini şöyle özetler: "Allah Teâlâ'nın İbrahim'i denemesinin anlamı, bir imtihan olmak üzere ona, kendine farz kıldığı görevleri ve buyruklarını bildirmesidir. Allah'ın İbrahim'e vahyettiği bir imtihan ve deneme olarak kendini, gereğini yerine getirmekle yükümlü kıldığı kelimeler bu görevler ve buyruklardır." Dolayısıyla âyeti bu görev ve buyrukların sadece biri veya bir kısmıyla ilgili saymak isabetli olmaz. Çünkü ne burada ne de başka bir âyet veya hadiste buna imkân veren bir açıklama yer almaktadır.

Hz. İbrahim bu kelimeleri yani kendisine yöneltilen buyrukları eksiksiz yerine getirince Allah ona, "Ben seni insanlara önder yapacağım" buyurdu; İbrahim'in kendi soyundan gelenler içinden de önderler yetişmesi yönünde dilekte bulunması üzerine ise "Vaadim zalimleri kapsamaz" buyurarak, üstünlüğün biyolojik sebeplere, kan bağına değil, dinî ve ahlâkî liyakate bağlı olduğunu bildirdi. Bu açıklama diğer yahudiler gibi Hz. Peygamber dönemindeki yahudilerin de kendilerini "Allah'ın seçilmiş halkı" saymalarına bir cevap teşkil etmektedir. Buna göre zalimler İbrahim'in soyundan da olsalar, Allah'ın vaad ettiği önderlik, liderlik, üstünlük gibi ayrıcalıklara, lâyık olmadıkları sürece sahip de olamazlar; Allah'ın bu husustaki şarta bağlı vaadi onları kapsamaz. Böylece âyet öncelikle Medine yahudilerine Hz. Peygamber ve müslümanlar karşısında üstünlük, seçkinlik taslamalarının boş bir kuruntudan ibaret olduğunu; zalimlerin, yani dinî ve ahlâkî konularda Allah'ın belirlemiş olduğu sınırları aşan; özellikle şirk, veya inkâra sapan; adalet, hakkaniyet ve eşitlik ilkelerine aykırı davranan; kör bir inatçılıkla gerçeğe karşı direnip savaşan kişi veya toplumların önder olmaya hakları bulunmadığını hatırlatmakta[398]fakat ilke olarak bütün insanlara, yalnız inanç ve yaşayış olarak değerli ve üstün olmaya lâyık olanların bunu hak edeceklerini bildirmektedir.

Ömer Nasuhi Bilmen:

Bu âyeti kerime, bütün insanlığa dinler tarihinden. Peygamberlerin hayatlarından bir örnek gösteriyor. Cenab'ı Hakkın verdiği söze, imamet ve riyaset makamına kimlerin lâik olup olmadığına işaret ediyor, sadece büyük bir zatın soyundan olmanın ahlâksız, adaletsiz kimseler için fayda vermeyeceğini bildiriyor. Şöyle ki: Ey mütefekkir insan!.. (Şunu da hatırla ki, bir vakit) Hz. (İbrahim'i rabbisi) olan Allah Teâlâ (bir tık kelimeler ile) yani: Emirler, yasaklar ile, meselâ: Namaz ile, Kâbe'i Muazzamayı tavaf ile, evlâdını kurban etmek ile (imtihan etmişti.) Mükellef kılmıştı. (O da) Hz. İbrahim de (bunları tamamen yerine getirmişti.) Böyle kendisine emr edilen şeyleri hakkıyla ifa eylemişti. Bunun mükâfatı olmak üzere Cenab'ı Hak (dedi ki) Ya İbrahim! (Ben seni insanlara İmam kılıcıyım.) Seni peygamberliğe, en büyük imamlığa         nail kılacağım. (O da) Hz. İbrahim de (dedi ki: Zürriyetimden de) bir kısmını bu şerefe, bu risâlet ve imamate nail buyur. Hak Teâlâ da (buyurdu ki: Benim ahdime) benim risalet ve imametime (zâlimler nail olamaz.) Onlar o makama lâyık değildirler. Zalim olmayan, yüksek bir yaratılış üstün bir kabiliyete sahip olanlardan seçkin bir zümre o nîmete nail olacaktır. Nitekim Hz. İbrahim'in zürriyetinden İsmail, Ishak, Yakup, Yusuf ve Hz. Muhammed Mustafa Aleyhimüsselâmgibi yüce zatlar bu şerefe nail olmuşlardır. Hz. İbrahim'in o temennisi de bu suretle kabul edilmiştir.

Maamafih İsrail Oğulları, İbrahim aleyhisselâmın soyuna mensup oldukları için risalet ve imamet makamına kendilerinin layık olduklarını iddia ediyorlardı. Bu âyeti  kerime ise bu iddiayı reddetmek, sadece öyle bir zata mensup olmanın hakkı kazanmaya sebep olamayacağını bildirmiş, dinî hükümlere muhalefet edenlere öyle bit mensup olmanın fayda vermeyeceğini ihtar buyurmuştur.

 Mustafa İslamoğlu:

Sözün Hz. İbrahim’e getirilmesi, Yahudileşen İsrailoğullarına ata olarak Yakub’da kalmayıp iki kuşak daha geriye giderek İbrahim’e kadar uzanmalarını öğütlemek içindi. Eğer oraya varırlarsa kutsal ırkçılık yaparak yeni peygamberi reddetme gerekçeleri yok olacak, Hz. İbrahim’de birleşen iki soyun da birbirine üstünlük iddiasının temeli kalmayacaktı.

Lafzen: “Kelimeler”. Hz. İbrahim’i insanlığa önder yapan ibtila kelimât’ın kök manasında saklıdır. K-l-m kökünden türeyen tüm Arapça kelimeler “güç ve şiddet” ortak anlamına sahiptir (İbn Cini, el-Hasâsis, I, 13 vd). buradan yola çıkarak Hz. İbrahim’in sınandığı kelimat’ın katlanılması güç, insanı şiddetle sarsan imtihanlar olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bunlar ateş, hicret ve kurban olarak sıralanabilir.

İbtila, Kur’an’da 4 yerde kullanılmış (33:11; 89:15,16), tümünde de ağır imtihan ve sınama anlamı öne çıkarılmıştır. Allah’ın kulu ibtila etmesi varlıkla olabileceği gibi yoklukla, sevinçle olabileceği gibi hüzünle, vererek olabileceği gibi alarak da gerçekleşebilir.

Bu âyetin ilk muhatabı olan Hz. Peygamber için taşıdığı mâna elbette çok farklıdır. Maddede ve mânada atası olan Hz. İbrahim’in adım adım izini takip eden Rasulullah, Mekke’de çektiği sıkıntı ve ödediği ağır bedelin ardından tıpkı İbrahim gibi insanlığa önder ve örnek seçilmiştir. İlginçtir ki Kur’an’da yalnızca iki insan için “güzel insan” ifadesi yer alır: Biri Hz. İbrahim, diğeri de Hz. Muhammed’dir (60:44; 33:21).

“Neslimden de” ifadesini bazı müfessirler soru olarak algılamışlarsa da, cümlenin yapısı hem duaya hem de soruya elverişlidir. Biz aslındaki bu çift boyutlu anlamı tercümede de muhafaza etmeyi yeğledik.

Zımnen: Kendisine kötülük eden biri, insanlara önderlik ve yöneticilik yapmaya layık değildir. Çünkü kendisine kötülük eden başkalarına haydi haydi kötülük eder. Değilse, tarihte nice zalimler yöneticilik ve önderlik makamını layık olmadıkları halde gasbetmişlerdir. Ayetteki “ahdi” ahirete dair yorumlayanlar da olmuştur. Ne var ki bu ahdin, öncelikle dünyada gerçekleştiği âyetten açıkça anlaşılmaktadır. Bu âyetteki “söz” ile 40. âyetteki “Allah’ın sözü” arasında bir sebep sonuç ilişkisi vardır.

 

Prof. Seyyid Kutub:

Burada yüce Allah Peygamberimize buyuruyor ki; "İbrahim peygamberin Allah tarafından birtakım emirler ve yükümlülükler yolu ile imtihan edilişini ve onun bu emir ve yükümlülüklerin gereğini eksiksiz olarak yerine getirişini hatırla". Yüce Allah başka bir ayette de İbrahim peygamberin, O'nun hoşnutluğunu kazandıracak ve yüce şahitliğini hak ettirecek biçimde yükümlülüklerinin gereğini yerine getirdiğine bizzat tanıklık ederek şöyle buyuruyor: "Ve sözünü yerine getiren İbrahim'in..."( Necm Suresi, 37) Hz. İbrahim'in erdiği bu makam, yüce bir makamdır. Yani verilen sözü ve alınan emri gereği gibi yerine getirdiğini bizzat yüce Allah'ın tanıklığı ile kanıtlama makamı.. Çünkü insan, zayıflığı ve yetersizliği sebebiyle bu anlamda vefakâr ve istikametli olamıyor.

Bunun sonucu olarak Hz. İbrahim, şu müjdeye ya da şu güvene lâyık oluyor, hak kazanıyor:

"Seni insanlara önder yapacağım"

İnsanların önder edinecekleri, Allah'a götüren yolda kendilerine rehberlik edecek, onları hayra erdirecek, kendisine bağlı olacakları ve kendisinin de başlarında lider. olacağı bir imam yani.

İşte o anda insan fıtratı, yani soyundan gelecek olanlar yolu ile sürekli olma eğilimi, sosyal hayatın gelişmesi, belirlenen yolunda sürekli ilerlemesi, öncekilerin başlattıkları işi sonradan gelenlerin tamamlayabilmesi, bütün kuşakların işbirliği ve kesintisizlik içinde olabilmeleri için bizzat yüce Allah tarafından insan fıtratına yerleştirilen o köklü bilinç Hz. İbrahim'e egemen oluyor. Bu bilinci bazıları ortadan kaldırmaya, engellemeye ya da baskı altına almaya kalkışıyorlar. Oysa bu bilinç, sözünü ettiğimiz uzak vadeli gayeyi gerçekleştirmek için insan fıtratının özüne yerleştirilmiştir.

İslâm, miras hukukunu bu fıtrî bilince dayalı olarak, onun gereğini gözönünde tutarak, onun etkisini göstermesini teşvik ederek, yapabileceğinin azamisini yapmasına meydan vermek üzere düzenledi. Bu temel bilinci yok etmeye yönelik girişimler, insan fıtratını temelden yok etmeye kalkışmaktan ve sapıklıktan kaynaklanan bazı sosyal bozuklukları tedavi edeyim derken düşülmüş bir zorlamadan, kısa görüşlülükten ve işi yokuşa sürmekten başka birşey değildir. Elimizde, fıtrî yapıyı yıkmadan, sözkonusu sosyal sapmayı düzeltecek başka bir çözüm yolu, vardır. Fakat bu çözüm yolu hidayeti, imanı, insan psikolojisi konusunda derinlemesine uzmanlaşmayı, insan benliğinin oluşumu konusunda ince ve ayrıntılı bilgiye sahip olmayı, bunun yanında yapmaktan ve düzeltmekten çok yıkmayı ve yok etmeyi amaçlayan taşkın kinlerden arınmış bir bakış açısını gerektirir. Yukardaki ayeti okumaya devam edelim:
 

"...İbrahim; `soyumdan da' dedi..."

Hz. İbrahim'in bu dileğine, kendisini imtihan ederek seçmiş olan Rabbi tarafından (daha önce öğrendiğimiz) son derece önemli bir kuralı belirleyen şu cevap veriliyor: Önderlik; davranışları, bilinci, yapıcılığı ve imanı ile buna lâyık olanlarındır, yoksa soya ve nesebe dayanan bir miras değildir. Akrabalık et ve kan ilişkisi değil, din ve inanç ilişkisidir. Kan, milliyet ve ırk akrabalığı davası, hakk İslâm düşüncesi ile taban tabana çatışan bir cahiliye dönemi davasından başka birşey değildir. Devam ediyoruz: 

"...Allah `Zalimler bu taahhüdümün kapsamına asla giremezler' buyurdu..."

Zulüm çeşit çeşit ve renk renktir. Allah'a ortak koşmak insanın kendi kendine zulmetmesi, başkalarının hakkını çiğnemek ise insanlara zulmetmesidir. Zalimlere yasaklanan imamlık (önderlik); peygamberlik, halifelik ve namaz imamlığı da dahil olmak üzere imamlığın bütün anlamlarını, liderliğin her türlüsünü kapsamına alır. Buna göre bütün anlamları ile adalet, hangi biçimi ile olursa olsun imamlığın (önderliğin) temel şartını oluşturur. Kim zulmederse yaptığı zulmün türü ne olursa olsun kendini her anlamı ile imam olma yeterliliğinden uzaklaştırmış, bu hakkını kendi eli ile kaybetmiş olur.

Yüce Allah tarafından Hz. İbrahim'e verilen bu cevap, kaypaklığa ve belirsizliğe yer vermeyen bu ilâhi taahhüt, yahudilerin zalimlikleri, fasıklıkları, yüce Allah'ın emrinden saptıkları ve ataları Hz. İbrahim'in inancından ayrıldıkları için önderlikten ve öncülükten uzaklaştırıldıklarını kesinlikle kanıtlar. Yüce Allah tarafından Hz. İbrahim'e verilen bu cevap aynı zamanda günümüzde kendilerine müslüman sıfatını yakıştıranların insanlık önderliği ve öncülüğünden uzaklaştırılmalarına da kesin bir cevap ve kânıt oluşturur. Bunun sebebi, bu sözde müslümanların, zalimlik etmeleri, fasıklıkları, Allah yolundan uzaklaşmaları, Allah'ın şeriatını arkalarına atmaları, O'nun şeriatını ve önerdiği yaşama biçimini sosyal hayattan söküp attıkları halde halâ müslüman olduklarını iddia etmeleridir ki, bu iddia yukardaki ilâhî taahhüdün hiçbir esası ile bağdaşmayan yalancı bir iddiadır.

İslâmi düşünce sistemi, inanç ve amel (pratik uygulama ve davranış) temeline dayalı olmayan insanlararası bütün bağları ve ilişkileri kesik ve geçersiz sayar; inanç bağı olmayan yakınlık ve akrabalık ilişkilerini tanımaz; inanç ve amel kulpuna bağlı olmayan bütün sosyal ilişkileri ve dayanışma geleneklerini kökünden yok sayar. Yine bu düşünce sistemi aralarında inanç çelişkisi bulunan aynı milletin iki kuşağını birbirinden ayırır. Hâtta aralarındaki inanç bağı kopan ana baba ile evlâdlarını ve karıkocayı tüle birbirinden ayrı kabul eder.

Buna göre müşrik Arap ayrı birşeydir, müslüman Arap ayrı birşey. Bu ikisi arasında hiçbir ilişki, hiçbir akrabalık ve hiçbir ortak bağ sözkonusu değildir. Müslüman olan kitap éhli ayrı birşeydir, Hz. İbrahim'in, Hz. Musa'nın, Hz. İsa'nın dininden sapmış kitap ehli (yahudi ve hıristiyanlar) ayrı birşey. Bu ikisi arasında da hiçbir ilişki hiçbir akrabalık ve hiçbir ortak sosyal bağ sözkonusu değildir. Aile kurumu anababadan, çocuklardan ve torunlardan oluşmuş rastgele bir birlik değildir. Bu saydıklarımızı eğer aynı inanç bağı birleştiriyorsa bunlar aile kurumunu oluştururlar. Öteyandan millet demek, belirli bir ırkın ardarda gelen kuşaklarının oluşturduğu bir insan topluluğu değildir. Millet, ırkları, yurtları ve derilerinin rengi ne olursa olsun, müminlerin oluşturduğu insan topluluğudur. İşte Kur'anı Kerim'de yeralan şu ilâhî açıklamadan fışkıran iman kriterli düşünce tarzı budur.

 

 

 

 

Bakara 123 - Kimsenin yardım alamayacağı, yardım edemeyeceği gün



Diyanet:
…. Söz konusu nimetlerle âhirete dair uyanların bu bağlamda yahudilere bir defa daha hatırlatılmasının sebebi, onların bundan sonraki bölümde kendisinden söz edilecek olan Hz. İbrahim'in soyundan gelmeleriyle övünmeleri ve bu özellikleri sayesinde âhirette kurtuluşa erecekleri ümidine kapılmalarıdır. Bu iki âyette onlara bir bakıma şöyle denilmektedir: Allah sizlere, peygamberler atası olan İbrahim'in soyundan gelmeniz dahil olmak üzere, zaman zaman dünyanın en üstün milleti olmanızı sağlayan pek çok lutuftarda bulunmuştur. Fakat imtihan için ve şartlı olarak mazhar olduğunuz bu lutuflar, size boş bir şefaat ümidi verip gevşekliğe kapılmanıza yol açmamalı, aksine sizin için bir sorumluluk sebebi olmalıdır. Zira âhiret gününde hiç kimseye soyuna göre muamele edilip iltimas geçilmeyecek, şefaat edilmeyecektir.

Ali Küçük:        
Böyle bir günün heyecanıyla tir tir titreyin ki, o gün oğul babadan, baba oğuldan kaçacak. Kadın kocadan, koca karısından kaçacaktır. Hiçbir kimseden fidye kabul edilmeyecek. Dünya kadar malınız mülkünüz olsa bile beş para etmeyecek. Hiçbir kimseden de fidye kabul edilmeyecek. Hiçbir kimse de kimseye şefaat edemeyecek. Herkes Rabbinin huzurunda bir hesabın beklentisi içinde olacaktır. Ve hiç kimseye de yardım olunmayacaktır. Öyleyse gelin ey insanlar o günün heyecanıyla, o günün sıkıntısıyla Allah’ın size verdiği nîmetleri hatırlayın ve hazırlıklı olun.
         Sakın ha filanların Allah’la arası iyidir, benim de onlarla aram iyidir, o halde onlar beni kurtaracak ümitleriniz olmasın. O gün ne babanın evlâdına, ne evlâdın babasına, ne kocanın karısına, ne amirin memuruna sağlayabileceği bir şey yoktur. Herkes yardımcısız ve yalnız olarak Allah’ın huzuruna gidecektir. Melikler yalnız, mâlikler yalnız, hükümdarlar, krallar yalnız, hacılar, hocalar yalnız ve hattâ peygamberler bile yalnız. Hepsi de çaresiz Allah’ın kendilerine vereceği hükme razı olacaklardır.
         İsrâil oğullarına seslenen âyetler bölümü burada bitiyor. Bakara sûresinde 40. âyetten itibaren 123. âyete kadar ki bölüm hep İsrâil oğullarına hitap ediyordu, ama esasında bu âyetler hep bize hitap ediyordu. Eğer bu bölüm İsrâil oğullarını anlatıyor, bunların bizimle ilgisi yok deyip kitabımızın bu bölümünü geçseydik, bu âyetler bize hiçbir mesaj vermeyecekti. Ama bu âyetler bizi anlatıyor.
         Efendim bu âyetler yahudiler hakkında inmiştir, şunlar hıristiyanlar için gelmiştir, bunlar müşriklere hitap ediyor, bu şunları, bu bunları anlatır diyerek hiç bir âyeti elimizin tersiyle itmeye hakkımız yoktur. Bileceğiz ki bu kitap bize gelmiştir ve her bir âyeti bizi anlatıyor, bize hitap ediyor demektir.
         Her bir âyet, şu anda bize yeniden nazil oluyormuşçasına, bunlar sayesinde Allah’la konuştuğumuzu hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmamalıyız. Bakın bu 80 kadar âyet bize şu ana kadar pek çok mesajlar sundu. Bu 80 kadar âyetin bize şu ana kadar sunduğu bu mesajları biz nereden ve hangi kaynaktan öğrenebilirdik? Hangi kaynaktan, hangi üniversiteden bu kadar bilgi alabilirdik? Bu 80 âyetin bize kazandırdığı, imanı, izzeti, şerefi kim verebilirdi bize?
Öyleyse bizim de yapacağımız iş, belki en birinci işimiz, bize bu kadar iman ve şeref kazandıran bu âyetleri gündeme alıp, sanki şu anda bize yeni nazil oluyormuş gibi toplumun gündemine indirmek zorundayız. Bu toplumu bu âyetlerden başka bir şeyin dirilteceğine ben inanmıyorum. Kaldı ki toplumun nasıl dirileceğini de biz düşünmek zorunda değiliz. Zira bu toplumu diriltecek olan Allah’tır. Biz beşir ve nezir olarak bize düşeni yapalım, gerisini Allah’a bırakalım, o kendine düşeni elbette yapacaktır. Allah yardımcımız olsun. Bundan sonra bir bölüme geldik.

Ömer Nasuhi Bilmen:
Ey İsrail Oğulları... Ve öyle bir günden bir kıyamet ânından, bir âhiret hesabından sakının ki o günde hiç bir şahıs başka bir şahıs için onun hesabına olarak bir sey ödeyemez. Onu mesuliyetten kurtarmak için ona yardımda bulunamaz. Ve hiç bir şahıstan fidye de kabul edilmez. O şahıs öyle bir fidye karşılığında azaptan kurtarılamaz. Ve ona şefaat de fayda vermez. Allah'ın izni olmadıkça kimsenin kimseye şefaati kabul edilmez. Ve onlar öyle dünyada diyanetten, Hakka itaatten mahrum olan şahıslar o ahiret âleminde yardım da olunmazlar. Onlar hiç bir kimsenin yardımına nail olamazlar. Binaenaleyh daha dünyada iken uyanınız, üzerinize düsen vazifeleri belleyiniz, hak dini kabul ederek ibâdet ve itaatte bulununuz ki o müthiş ahiret hayatının azabından emin, selâmet ve saadete nail olabilesiniz. Ne merhametli bir nasihat! 47, 48. âyetlere de müracaat ediniz.