Ali Küçük tefsiri :
Allah münâfıklar için bu misali verince, ya da Hac sûresi 73. âyetindeki örnekten söz edince; münâfıklar; “Allah bu tür misaller vermekten münezzehtir” dediler. “Böyle bir şey asla Allah’a yakışmaz” dediler. Sonra da işte bu âyet gelmiştir deniyor. Allah buyurur ki: “Allah sivrisinekten ya da onun üstündeki bir şeyden misal vermekten çekinmez, utanmaz.”
Bir de şunu ifade edelim; kraldan fazla kralcı kesilmenin de anlamı yoktur. Allah burada utanmaz demişse, efendim utanmaz demeyelim de çekinmez filan diyelim diye bir edepten söz ediyorlar. İyi ama Allah bizzat bunu kendine münâsip bulmuşsa o zaman başka bir şey demeye çalışmanın da anlamı yoktur diyoruz. Peki neymiş bu adamların dertleri? Bütün dert Allah sinekten söz etmiş.
Yâni bu olacak şey miymiş? Allah’a yakışır mıymış bu?
"Ey insanlar! Size bir misal verilmektedir, şimdi onu dinleyin! Şüphe yok ki sizin, Allah’ı bırakıp da O’nun berisinde dua ettikleriniz bir sinek bile yaratamazlar. Velev ki hepsi bunun için toplanıp yardımlaşsalar bile. Şâyet sinek onlardan bir parça koparsa o dua ettikleriniz onu sinekten kurtaramazlar. Talip de zayıf matlup da! (Parça koparıp kaçan sinek de zayıf kendisinden koparılan da.)" (Hac: 73)
"Allah berisinde veliler edinenlerin hali örümcek gibidir ki o bir ev yapmıştır. Ama bilseler evlerin en zayıfı (çürüğü) hiç şüphesiz örümcek yuvasıdır." (Ankebût: 41)
Allah bu iki âyette örümcekten ve sinekten misal verince bunlar gariplerine gidiyor insanların. Diyorlar ki olacak şey midir bu? Allah sinekten bahsediyor, örümcekten söz ediyor, yakışır mı bu Allah’ın şanına? diye yaygarayı basıyorlar. Allah da onlara şöyle cevap veriyor: Bana akıl vermeye, bana yol göstermeye kalkmayın! Şunu şunu anlatmalıydın! Şundan, şundan bahsetmeliydin! Önce şunları anlatmalıydın! Şu şu konulara hiç girmemeliydin! Diyerek bana yol göstermeyin. Benim dediğimi, ben dedim diye kabul edin! Ben ne demişsem, nasıl demişsem öylece kabul edin!!
Sivrisinekten de söz eder Allah, onun üstünde bir şeyden de. Kanadından da meselâ. Onun üstünde bir şey, ondan biraz daha büyük olan bir şey veya ondan daha küçük olan bir şeyden de söz eder demektir bunun mânâsı.
“Ey iman edenlere gelince onlar Rablerinden gelen bir hak olduğunu bilirler"
Allah neden bahsederse etsin, ne anlatırsa anlatsın, iman edenler bilirler ki Hak Rablerindendir. Rab ne gönderdiyse, Rableri ne indirdiyse o haktır. İster büyük, ister küçük olsun hiç fark etmez, Allah’tan ne gelmişse hak odur.
"Hak Rabbindendir. O halde sakın şüphe edenlerden olma!" (Bakara: 147)
Rabbinden gelen, gerçek hak ve hakikat odur! O halde sakın siz şüphelenenlerden olmayın! Diyordu Allah. Burada da aynen benzerini söylüyor. Allah dediyse tamam! Demek ki bu konu ancak böyle anlatılırmış!
Demek ki bu konu en güzel sinekle veya örümcekle anlatılırmış. Allah böyle anlatmış, başkasını bilmeyiz. Efendim işte kadın konusunda biraz şöyle düşünsek. Niye? Ben kadını Allah’tan daha iyi mi düşüneceğim yâni? Allah’ın düşündüğü yetmiyor mu? Erkek konusunda şöyle yapsak. Hayır Allah elbette en güzelini ortaya koyuyorsa aynen ona teslim olacağız. Ne dediyse aklımızı, mantığımızı işin içine karıştırmadan aynen kabul edeceğiz. O zaman bunun adına iman denecektir, teslimiyet denecektir, müslümanlık denecektir. İman edenler, müslümanlar ne derlermiş bakın:
İman edenler derlermiş ki: Hak Allah’tan gelendir. Hak babamın bildiği değil, hak efendimin tasdik ettiği değil, hak toplumun öngördüğü değil, hak insanların benimsediği değil, hak hocaların yazdıkları değil, hak bizim mezhebin dediği değil, hak İMF’den gelenler değil, hak AET’nin dedikleri değil, hak Avrupa’dan, Amerika’dan gelenler değil, hak Allah’tan gelen yâni vahye mutabık olan gerçektir. Mü’minler böyle inanırlar, böyle derlerken, bakın kâfirler de şöyle derlermiş:
“Beri taraftaki kâfirler de: A! Ne oluyor? Allah bununla ne kastediyor acaba? derler."
Acaba ne demek istiyor ki Allah bununla? Ne yapmak, nereye varmak istiyor ki? Diye güya merak ediyorlar, ama asla kulluğa yanaşmıyorlardı. İrdeliyorlardı güya ama bu irdelemeleri kulluğa yönelik değildi. Öğrenmek, anlamak kastıyla değildi. Çünkü Allah bunlar için:
"Kalplerinde eğrilik bulunanlar fitne aramak ve teviline gitmek için Kur’an’ın müteşabih âyetlerinin peşine düşerler...."(Âli İmrân: 7)
diyordu. Yâni Kur’an’ın amele yönelik âyetlerini, muhkemlerini insanlar düz anlamak zorundadırlar. Başkası olmaz çünkü. Abdest abdesttir, namaz namazdır zaten. Ama bunun dışındaki konuları öyle karıştırıyorlar ki hep fitne arıyorlar. Veya başka durumlar bulmaya çalışıyorlar.
E ne varda burada? Ne anlayacağız da bundan? Bununla nereye kadar gidilebilir de yâni? Bu nereye götürebilir de bizi? Derler. Meselâ Müddessir sûresinde Cenabı Hak cehennemi anlatırken:
"Onun üzerinde on dokuz vardır." (Müddessir: 30)
Buyurunca:
"Kalplerinde hastalık bulunanlar ve kâfirler derler ki: Ne oluyor? Allah bununla ne anlatmaya çalışıyor ki? derler." (Müddessir: 32)
Ne demek istiyor ki? Neyi darp etmeye çalışıyor ki Allah bununla? Ya da bu darpla Allah ne yapmak istiyor ki? Bu ne ya! Allah’a yakışır mı bu? Dediler.
Bakıyoruz bugün de öyle diyor insanlar. Bugün de kalplerinde nifak hastalığı bulunan insanları görüyoruz. Kur’an karşısında aynı şeyleri söylediklerine şahit oluyoruz. Gelin ey müslümanlar! Kur’an okuyalım! Kulluk kitabımız ne diyor bir tanıyalım da onun istediği biçimde müslüman olalım! dediğimiz zaman aynı insanların bugün de Kur’an’a karşı aynı ifadeleri kullandığına şahit oluyoruz: Ne olacak ya Kur’an’ı okuyup ta? Bu Kur’an ne anlatıyor ya? Bununla nereye kadar varılabilir? Bu nereye kadar götürür insanları? Bununla hayat mı düzenlenir ya? Bununla şehir mi idare edilir? Bununla belediyecilik mi yapılır? Bununla para mı kazanılır? Bununla makam mı kazanılır? Bununla devlete mi gidilir? Yâni tamam anladık Kur’an, Kur’an da ne olacak okuyunca? Bununla devlet mi kurulur? Bununla cemaat mı örgütlenir? Bununla iktidara mı gelinir?
Evet aynen bugünkülerin de bunları dediklerine şahit oluyoruz. Kur’an okuyalım, Kur’an okuyalım. İyi arkadaş anladık da ne olacak okuyup da? Oku oku bununla nereye kadar gidilebilir? Ne işe yarayacak bu okuma? Bize başka şeyler lâzım. Bize örgütsel çalışmalardan söz et. Bize paradan, bize sanayileşmeden söz et! Diyenleri bugün de görüyoruz.
Ama Allah diyor ki: Biz bunu iman edenlerin imanları artsın, küfredenlerin ve fâsıkların da fıskını artıralım diye böylece yaptık diyor. Peki acaba bu tür ifadelerle, bu tür âyetlerle mü'minlerin imanları nasıl artar?
1 Allah’ım sen ne büyüksün! Ne kadar yücesin sen ki, yâni on dokuzla bu işi hallediveriyorsun! Koskoca cehennem ve on dokuz melek! Koskoca cehennemi on dokuz melekle idare ediyorsun. Sen ne büyüksün! Biz bunu bilmeyiz, bilemeyiz diyerek mü'minlerin imanları artıyor.
2 Veya Kur’an’da bir iman konusu daha gündeme geliyor böylece buna da inansınlar ve bir iman birimleri daha artsın diye Allah böyle yaptık diyor. Meselâ şu ana kadar bu sûreyi bilmiyorsak bugün bir beş on âyet daha öğrendik ve böylece on birim daha imanımız artmış demektir. İşte imanın artmasını böyle de anlıyoruz. Kur’an’dan ne kadar âyet öğrenmiş ve onlara iman etmişse kişi o nispette imanı da artmıştır diyoruz.
O halde Kur’an kimilerinin hidâyetini artırırken kimilerinin de dalâletini artırmaktadır. Yâni kimileri Kur’an’la hidâyet bulurken kimileri de Kur’an’la, Kur’an sayesinde sapıklıklarını, sapıklık noktalarını anlarlar.
"Bu misal ile Allah pek çoklarını saptırırken çoklarını da hidâyete ulaştırır."
Kur’an’la kimileri sapıtırken kimileri hidâyet bulur. Pek çoğu Kur’an’la sapıtırken pek çoğu Kuran’la yol bulur. Onlar aslında bu âyet sebebiyle sapmışlar değil de, zaten sapıktı bunlar ve bu âyetle sapıklıklarını izhâr ediyorlar demektir. Yâni bunlarda küfür ve nifak zaten vardı da, âyet bunu açığa çıkarmıştır diyoruz. Yâni şimdi bunlar bu misallerde ne denilmek istendiğini anladıkları zaman iman edecekler mi? Kesinlikle. Bunların derdi iman değil, bunların derdi zaten imandan kaçmak da, buna delil arıyorlar yâni. Bu bize Kur’an’a iki türlü yaklaşım metodunun olduğunu anlatır:
1 Kur’an’la beraberlikte iki türlü yöntem var: Birisi, insanlar önce kendilerini Allah bana önce şunu şunu anlatmalıdır diye şartlandırırlar ve onun cevabını aramak üzere Kur’an’a başvururlar. Yâni şartlı, sınırlı, tahditli özel bir yaklaşım modelidir bu. Bunu da ikiye ayırabiliriz:
A Ya kendi dünya görüşünü desteklemek için Kur’an’a başvururlar.
B Veya aradıkları sorunun cevabını o tahditte bulmaya çalışırlar. Meselâ adam demokratiktir ama müslümanlığı da elden bırakmamak çabasındadır. Veya feministtir veya ırkçıdır, pragmatisttir, faydacıdır veya hümanisttir, insancıldır. Aman insan hakları! İnsan sevgisi! Filan diyordur. Bunu temel kabul etmiştir adam. Ama bunu Kur’an’ın da desteklemesi gerekmektedir. Öyle ya Tanrı bundan başkasını emredecek değildir elbette diyordur ve Kur’an’a işte bu duyguyla müracaat etmektedir. Bu sapıklıktır tabii.
Bir de sorduğu soruya, sadece sorduğu kadarıyla Allah’ın cevap vermesini ister. Meselâ ya Rab babam öldü, şunum şunum var, mîrastan ne kadar alacağız? Allah’tan sadece o bölümü ister, sadece o bölümü sorar. Halbuki Allah ona bunu anlatırken ondan sonra bir şeyler daha söyler, ama o bölüme hiç bakmaz adam. Ya da abdest alacaktır, yüzümü mü önce yıkayacağım? Yoksa elimi mi? Sadece o bölümü sorar. Şimdi sen başkasını karıştırma! Başka konulara geçme! dercesine. Oysa serbest bıraksa İslâm’ı bakalım ona cevap verirken başka neler diyecekti? O bölümleri karıştırmıyor adam da sadece sorduğu bölüme cevap istiyor. İslâm’da hükümet diyor adam, sadece o bölümü sorar. İslâm’da cemaat der, İslâm’da kadın der, İslâm’da harcama der. Ne deneceğini kendisi belirliyor, ne sorulacağını, ne kadar sorulacağını kendisi belirler.
Halbuki İslâm öyle bir mekânizma ki, hepsi birbiriyle ilgili. Arabanın şaftı da, defransiyeli de, tekerleri de, direksiyonu da, vitesi de, fireni de nasıl hepsi aynı uyum içindeyse, Kur’an’ı da aynı uyum içinde öğrenmek zorundayız. Yâni Kur’an’ı, Kur’an bütünlüğünde öğrenmek zorundayız. Öğreneceğimiz bölümleri ona önceden empoze ederek kitabı şartlandırmanın anlamı yoktur.
"Ama onunla fâsıklardan başkası sapmaz, sapıtmaz."
Fâsık; bulunduğu yerden zarar vermek için ayrılan demektir. Fâsık; lügatte itaatten çıkan demektir. Nitekim bunun için deliğinden çıkan fareye de fuveysıka denmiştir. Fâsık büyük günahları işleyerek Allah’a itaatten çıkan kişi demektir. Şer'i yönden fâsıkın üç derecesi vardır:
1 Birincisi günahı çirkin görmekle beraber ara sıra günah işlemek.
2 İkincisi üzerine düşerek devamlı günah işlemek, günahı devamlı yapmaktır.
3 Üçüncüsü de çirkinliğini inkâr ederek günahı işlemektir. Bu üçüncü tabaka küfür derecesidir. Fâsık bu duruma gelmedikçe onun adı kâfir değil müslümandır. Şu halde fâsık lafzı içinde kâfirler bulunabileceği gibi imanlarını kaybetmemiş insanlar da bulunabilmektedir. Ama şu aşağıda sayılacak olan sıfatların tamamı bir adamda mevcut ise o zaman bu adam kâfirdir diyeceğiz.
Ömer Nasuhi Bilmen tefsiri :
Bu mübarek âyetler: Müminlerin güzel inanışlarını bildirmekte, mü'min olmayanların da cehalelerini, yanlış düşüncelerini teşhir etmektedir, onların en boş iddialar ile Kur'ân'ı Kerîm hakkında şüphe uyandırmağa çalıştıklarını ilân eylemektedirler. Allah'a verdiği sözü bozmuş, yer yüzünde fesat çıkarmağa çalışmış olan kimselerin de ebedî ziyanda kalacaklarını ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki Kur'ân'ı Kerîm'de birer misal olarak zübab = sinek enkebut = örümcek gibi bâzı ehemmiyetsiz görülen hayvancıklar zikredilmiştir. Bir takım cahil yahudiler ise, "Bu Allah kelâmına benzemiyor" diye Kur'ân'ı Kerîm hakkında bir şüphe uyandırmak istemişler, bunun üzerine bu âyeti kerime nazil olmuştur.
Evet... (Şüphe yok ki Allah Teâlâ bir sivrisineği ve) hattâ küçüklükte (onun üstünde bulunanı) diğer hayvancıklar gibi şeyleri Kur'ânı Kerîm'de (Misal olarak getirmekten utanmaz.) Bu, haşa haddizatında bir eksiklik değildir, utanmayı icap etmez, belki bunda bir hikmet vardır. Bu bir uyarma vesilesidir, bir ilâhî imtihandır. (İmdi İman etmiş olanlar, bunun Rableri tarafından bir hak olduğunu bilirler.) Bu sebeple de hidayete ermiş, ilâhî nimetlere kavuşmuş olurlar. Bilâkis (kâfir olanlar ise) bunun hikmetini anlamazlar. (Allah bununla misal olarak ne murat etti derler) inkâra cesaret gösterirler. (Hak Teâlâ) ise (bu misal ile birçoklarını dalalette bırakır) onlar bu inkârlan yüzünden dalâlete düşmüş, ebedî olarak azabı hak etmiş olurlar. Cenab'ı Hak bununla (birçoklarını da hidayete eriştirir.) Bundaki hikmeti, büyük gayeleri mü'minler anlayıp tasdik ederler, hidayete nail bulunmuş olurlar. (Allah Teâlâ bununla) böyle bir hikmet gereği getirmekte (ancak fâsık olanları dalâlete düşürür.) Onlar düşünerek bundaki hikmeti, gayeyi anlayamazlar, cehaletlerini anlamıyarak, Allah'ın kelâmına itarazda bulunurlar, bu yüzden ebedî bir şekilde sapıtarak felâkete düşerler.
§ Mesel: Lügatte bir şeyin benzeri, neziri demektir. Delil, hüccet, kıssa, hikâye, örnek olarak söylenilen söz, büyük ahlâkî hikâye mânasında kullanılır. Böyle bir şeyi hikâye etmeğe de "darbı mesel" denir. Darbımeseldeki fayda ise bir şahsın veya bir olayın münasibini, benzerini söyleyip böylece o şahsın veya olayın güzelliğini veya çirkinliğini, özen göstermeye lâyık olup olmadığını güzelce ve hâtıralarda kalacak bir şekilde göstermekten ibarettir. Bunun içindir ki en beliğ, en edebî makalelerde, manzumelerde birçok mesellere tesadüf olunur. Meselâ: Güzel sesli bir zata "bülbül", güzel gözlü bir insana "âhü" zararlı bir şahsa "yılan" uğursuz bir kişiye "baykuş" denir. Bu benzetiliş ile onların mahiyetleri en kısa birer ifade ile en kuvvetli bir şekilde anlatılmış olur. Artık, Kuranı Kerîmde bir hikmet ve ihtiyaçtan dolayı böyle bâzı mesellerin, benzetmelerin bulunması onun ilâhî bir kitap olmasına engel olduğu nasıl düşünülebilir?
Elmalılı Hamdi Yazır tefsiri :
Allah'a mesel yapmak, mesel söylemek yakışmaz mı sanırlar? şu muhakkaktır ki Allah Teâlâ herhangi bir şeyi mesel olarak söylemekten çekinmez. o şey isterse bir sivri sinek ve üstündeki kanat ve saire gibi ufak tefek de olsun. Diğer deyişle küçüklükte üstünü (yani daha aşağısı) olsun. Bununla beraber Kur'ân'ın nazmı bizim (aşağı yukarı) dediğimiz gibi daha yukarı ve daha aşağı demek de olabilir."Darbı mesel" (ata sözü) deyimi, "meseli madrûb" yani "söylenegelmiş" meşhur mesel mânâsına da kullanılır ise de aslında "mesel darbetmek" yani meseli yerinde kullanmak ve tatbik etmek, yerine göre "iyice yapıştırmak" demektir ki, yeniden bir mesel koymak ve inşâ etmek değildir. Temsil ise geneldir. Fakat Kur'ân'daki meseller, genel olarak bağımsız bir şekilde kurulmuş temsiller olduğu halde, aynı şekilde tatbik de edilmiş olması itibariyle "darb" tabir olunmuştur. Şu halde burada temsil yerine bu deyimin ve aynı şekilde "istihya" (uta n mak) lafzının kullanılmalarında bile aynı bir tatbikı vardır. Şunu unutmamak gerekir ki, Cenabı Allah mesel ve misali (yani temsil durumunu) yapmamış olsaydı insanlar hiçbir şey anlayamazlardı. Özellikle hissedilen şeylerden hiçbir şey bilemezlerdi. Çünkü bütün hissî ve hatta aklî suretler (biçimler) gerçeğe göre bir mesel, bir temsildir. Bunun içindir ki, insan kendini kendi nefsinde mücerred (soyut) "ben" demekten başka bir şekilde bilmez. Zira ne hissî, ne aklî, misalî biçimini kapsamış değildir. Onu a lırsa "İnsan insanın aynasıdır." sözüne göre dışından alır. Demek ki maneviyatın ve aklî gerçeklerin mesel ile anlatımında büyük hikmetler saklıdır. Bu sebepledir ki, geçmişte inmiş olan kutsal kitaplarda mesel daha çoktu. Fakat Kur'ân, histen çok, akla hitap ettiği için tahkîki, açık hükümleri daha çok tercih etmiş ve bununla beraber hisleri de mahrum bırakmamıştır. Ve bunların mühim bir kısmında (özellikle geçmiş kitapların tahrife ve kötü tefsire uğrayan mânâlarını tahkîk, düzeltme ve akla yakınlaştırma gibi)hikmetler mevcuttur. Böyle ilmin esası ve mühim, terbiye ve hidayetin sırrı ile ilgili mesel getirmekten Cenabı Allah çekinmez ve şu halde iman ehli olanlar her zaman bilirler ki, Allah'ın yaptığı mesel, Rablerinden gelmiş olması itibariyle mutlak a haktır. Bunda ilâhî bir sır muhakkak vardır. Ve ilâhî mesel, muhakkak bir denklik ve benzerlik tarafı içerir. Bu benzeyiş açık ise onu bilirler; gizli ise "İlim, Allah katındadır." derler ve doğruluğuna iman ederler.
Hak, aslında sabit ve aklın inkâr edemiyeceği derecede sabitliği kesin olan demektir. Varlığı kendisinden olup, başkasından olmayan Hak Teâlâ'dır. O'nun yardımıyle, onun dışında olanlar da zatında mümkün olanlardır. Bu mânâ ile hak ve hakikat zaten birdir. İtibarî olarak ayrıdır, ikisi n in de çoğulu "hakâik" gelir. "Hukuk"un tekili olan "hak" da, İslâm'da bu mânâdan alınmıştır ki, lehde olarak sabit ve vacib olan demektir. Aleyhte olursa görev ve vecîbe olur. Sözün kısası "hak" fikrin, sözün uyduğu olayın ismidir. Bununla beraber bu ölç ü ile uyuşan söz ve inanca da söylenir.
Küfür ile nitelenmiş olanlara gelince Allah bununla, bu garip belirsiz mesel ile ne demek istemiş sanki? Bundan kastı nedir? derler. Bir taraftan hafife almak, diğer taraftan hidayeti kötü yorumlayarak sapıklığa düşmek isterler. Bunlar, Allah'ın ne kastettiğini öğrenirlerse inanacaklar mı? İşte Allah bu sebeple birçoğunu sapıklığa düşürür, onları sapkın yapar, istedikleri sapıklığı yaratır. Birçoğuna da hidayet verir, onlara da hidayet yaratır. Zira hâlık (yaratan) birdir, o da her şeyin yaratıcısı olan Allah'tır. Hidayetin yaratıcısı Allah olduğu gibi, sapıklığın yaratıcısı da Allah'tır. Allah yaratmasaydı ve herkesi hidayete mecbur etseydi, sapıklık denen şey insanların istemesiyle var olamazdı. Halbuki sapıklık da bir hak etmedir. Ve Allah Teâlâ'nın sapıklığı yaratması, onu isteyen mahluklarının sorumluluk kendilerine ait olmak üzere isteklerini yerine getirmek gibi bir ilâhlık ve rablık şânıdır. Yoksa başlangıçta hidayet yaratılışıyla yarattığı k u llarından hiç birini Allah zorla sapıtmaz, mutlak yasaklama ve tam zorlama da Allah'ın merhametli olmasına yakışmaz. Bunun için sapıtma, sapıklığı yaratma Allah'ın şanına nasıl yaraşır? O'nun güzel isimleri arasında "mudıl" (saptırıcı) isminin bulunmasını akıl nasıl kabul eder? diye hatıra gelmesi düşünülen bir mukadder (takdir edilmiş) soruya cevap olarak derhal şu başlangıç cümlesi ilave buyurulmuştur: fakat Allah bununla fasıklardan sapıklığı hak etmiş olanlardan başkasını saptırmaz
Prof. Bayraktar Bayraklı :
Bu ayetin nüzul sebeplerini şu şekilde sıralamak mümkündür:
1. Şu ayetlere dikkat edildiğinde bu sebepler ortaya çıkacaktır:
Ey insanlar! Size bir örnek verildi. Şimdi onu dinleyin: Allah'tan başka tapınıp dilekte bulunduklarınız bir sinek bile yaratamazlar, hepsi bir araya gelseler bile, sinek onlardan bir şey kapsa, onu da geri alamazlar; yalvaran da güçsüz, yalvarılan da! [Hac/73]
Kendilerine Allah'tan başka dost arayanlar, ağ örerek kendine ev yapan örümceğin durumuna benzer; oysa evlerin en zayıfı örümceğin evidir; bunu bir bilseler. [Ankebut/41]
Ayetlerde sinek, örümcek, karınca gibi küçük ve önemsiz varlıkların örnek verilmesini, müşrikler alaya aldılar. Bu örnekleri veren ilaha kulluk etmeyeceklerini ilan ettiler. Yüce Allah ise ısrarla bu tür varlıklardan örnekler vermektedir. Zira bir varlığın küçük olması, onun önemsiz ve görevsiz olduğunu ifade etmez. Bütün varlıkların bir yaratılış gayesi ve görevi vardır.
2. Diğer bir ayette de şöyle buyurulmaktadır:
(Onların hali, ateş yakmış olan kimsenin durumuna benzer). [Bakara/17]
Ateş, gök gürültüsü, şimşek ve yıldırımın örnek verilerek münafığın durumunun anlatılmasını hafife aldılar. Onların hafife alışlarına ve alaycı tavırlarına karşılık Allah, Bakara/2627 ayetleriyle konuya bir açıklık getirmektedir.
Bakara/26'daki önemli kavramları burada açıklamayı uygun buluyoruz:
Haya canlı olmak, gelişir olmak, bir şeyden utanmak, ateşi körükleyerek veya üfleyerek canlandırmak, bir yeri münbit kılmak, birine selam vermek, utanmak, çekinmek, tevazu, haya manalarına gelir.
Bu ayetteki manası, çekinmek, utanmak ve haya etmektir. Haya Allah'a nisbet edilince, can vermek; insana izafe edildiğinde ise utanmak, çekinmek manasına gelir.
Haya, ahlâkın temelinde vardır. Utanma duygusu denen haya, insanı ayıplanacak bir davranıştan sakındıran güçtür. Haya perdesi yırtılmış kimse, her şeyi yapabilir. Haya, insanın karakterinin diri kalmasını temin eden bir duygudur.
Kur'an'da haya kavramı, Hz. Peygamber ve kadınla ilgili olarak yer almaktadır. Ancak bu ayette Allah'a izafe edilen haya, utanma manasında değil, çekinme anlamındadır. İnsan utanacak bir iş yapabilir veya utanma duygusu onu o çirkin işten alıkoyabilir. Fakat Allah, asla utanacak bir iş yapmaz ve ona böyle bir duygu da engel olamaz.
a) Hz. Peygamberin hayası:
Ahzab/ 53'de şöyle buyurulmaktadır:
Fakat, davet olunduğunuzda girin. Yemeği yediğiniz zaman dağılın. Sohbet için izinsiz girmeyin. Çünkü bu, Peygamber'e eziyet vermektedir. O, sizden utanmaktadır).
Hz. Peygamber'in evine girip yemek yedikten hemen sonra dağılmamalan ve onun dinlenmesine müsaade etmemelerinin, yanlış bir davranış olduğunu anlatan bu ayet, aynı zamanda misafirlik âdabını da öğretmektedir. Misafirlik adabında ev sahibinin, misafirlere 'çıkın dinleneceğim' diyememesinin altındaki duygunun haya olduğuna da işaret etmektedir.
Yanlışa yanlışla karşılık vermeyi önleyen temel duygulardan biri olan haya sosyal statüsü ne olursa olsun her insanda bulunur. Yüce Allah, Hz. Peygamber'in arkadaşlarına karşı nasıl haya ettiğini bildirmekte, insan ilişkilerinde hayanın yerini ve önemini vurgulamaktadır.
b) Kadının hayası:
Yüce Allah, kadının hayasına, Hz. Şuayb'ın kızını örnek vermektedir:
(Uzun zaman geçmeden, o iki kızdan biri haya içinde yürüyerek Musa'ya geldi). [Kasas/25]
Yabancı bir erkekle konuşan bir kadının tavrını anlatan bu ayet, kadının onurunun hayaya dayandığına dikkat çekmektedir. Haya, yürüme ve konuşmada etkili bir duygu olduğu ölçüde, kadının şerefini, haysiyet ve onurunu korur. Erkek ve kadının haya duygulan, ahlâkı ayakta tutmaktadır.
Haya kavramı, can vermek, canlanmak manasına da gelir. Utanma ile can vermenin bir araya geldiği bu kavram, ahlâkın canı manasını da taşımaktadır. Utanma duygusu, insan onurunu, haysiyetini, iffetini ve bütün ahlâkını canlı tutmaktadır. Bu ismi, bu işlevinden dolayı almıştır.
Haya insanı hayvandan ayıran temel duygulardan biridir. Hayvanın utanma duygusu yoktur. Öyleyse, utanmayan veya haya perdesi yırtılmış olanlar, hayvanlığa yaklaşmaktadırlar.
Hak: Var olan ve inkarı caiz olmayan, varlığı kesin olan şeydir. Dokusu sağlam olan elbise için kullanılır. Hak, Kur'an'da çeşitli kalıplarda kullanılmıştır. Fiil halinde kullanıldığında bir şeyin gerçekleşmesi anlamına gelir:
(Onlann iman etmeyeceğine dair Rabbinin fasıklar hakkındaki sözü böylece gerçekleşti). [Yunus/33][1][115]
Hak yolundan çıkmak, günah işlemek, bir şeyi kabuğundan ayırmak, isyan, zina manalarına gelen bu fasık kavramı, başka ayetlerde de geçmektedir. Ancak, Bakara/27'de fasığın şu özelliklerini topluca bulmaktayız:
a) Allah'a verdiği sözde durmamak,
b) Allah'ın emrettiği ilişkileri kesmek,
c) Yeryüzünde bozgunculuk yapmak,
d) Manen iflas etmek.
Şimdi Bakara/26'dan çıkarabileceğimiz ilkeleri ele alabiliriz:
1. Bir şeyi öğretirken, örneklerden yararlanmak.
Çok önemli bir konu anlatılırken, basit, önemsiz ve küçük şeylerden örnekler verilebilir. Mesela, Kur'anı Kerim'in, Allah'a şirk koşulamayacağını açıklarken, sineği [Hac/73], münafıkların durumunu anlatırken, ateş, şimşek, yıldırım gibi tabiat olaylarını örnek vermesi [Bakara/17, 1920], hak ile batılın ne olduğunu açıklarken sel, köpük ve kıymetli maden eşyalarını misâl göstermesi [Ra'd/17], Allah'tan başkasını dost edinenlerin durumunu örümcekle açıklaması [Ankebut/41] gibi.
Dikkat edilirse, bir tabiat olayını veya bir canlıyı, manevî olgular için örnek getiren Yüce Allah, insanlara konulan açıklarken hem nasıl örnek verileceğini ve hem de tabiatın öğretimde kullanılabileceğini öğretmektedir. Şirke sapan ve manevî yapılarını iki yüzlü davranışlarla kirleten insanların ne kadar küçüldüklerini onlara küçük canlıların durumunu örnek göstererek anlatmak, ilahî bir metottur.
Tabiattaki canlıların ve olayların yapısından ve işleyiş tarzından hareket ederek, manevî konuları açıklamak en etkili yollardan biridir. İşte Allah bu ayetinde, bu örneklemeyi alaya alanlara bunun yanlış olduğunu anlatmakta ve onların ruh halini açıklamaktadır.
Sözgelimi bir sinek veya daha küçük ve önemsiz bir şeyin misal verilmesi o kadar önemli değildir. Önemli olan, verilen örneğin, insanın ruh halini anlatan konuya denk düşmesi ve onun olumlu veya olumsuz yönünü gösterebilmesidir. Bakara/26 ayeti, bu örneklemenin hem önemini ve hem de biçimini dile getirmekte ve bunun ilahî bir öğretim usûlü olduğunu beyan etmektedir. Biz buna, tabiat kanunlarından hareketle, psikolojik oluşumların açıklanması, isbat edilmesi ve yorumlanması diyebiliriz.
2. Verilen örneğe insanlar, inançlarına göre tepki gösterirler.
(İman edenler, bunun Rablerinden bir gerçek olduğunu bilirler. Kâfirler ise, 'Allah bu örnek ile ne demek istiyor?' diye sorarlar). [Bakara/26]
İnsanların, kendilerine anlatılan bir konuya gösterdikleri tepkinin arka planında inançlarının yer aldığını anlatan bu ayet, önemli bir psikolojik olguyu dile getirmektedir. Deyim yerinde ise bir davranış psikolojisi öğretimi yapmaktadır. Hak/gerçeğe ve doğruya, ancak bilgi ve iman ile ulaşılabileceğine dikkat çeken bu ayet, bilmenin imana, imanın da bilmeye sebep olacağına işaret etmektedir. İman eden hakkı bilir; hakkı bilen iman eder. Buna göre, Yüce Allah'ın verdiği örneğin hak olduğunu bilenlerin, ancak O'na iman edecekleri, açıkça ifade edilmiş olmaktadır.
İnanmayan insanlar, anlatılanlar hakk bile olsa, ona menfî tavır takınacaklar ve olumsuz tepki göstereceklerdir. Onların bu olumsuz tepkileri, tamamen inançlarından kaynaklanmaktadır. Öyle ise, inanmak ve bilmek, konuların anlaşılması için alt yapıyı oluşturmaktadır. Kalbi ve beyni anlatılana açık olmayan insanlar hakikati idrâk edemezler. Yüce Allah bu açıklamasıyla, herkesin aynı derecede eğitimden istifade edemiyeceğini insanlara öğretmektedir. İnsanı geliştirme ve şekillendirmede en büyük engel, olumsuz bir özellik taşıyan inancını, tepkisinde kullanmasıdır. Böylece olumsuz inanç, olumsuz tepkiye, olumlu inanç da olumlu tepkiye neden olmaktadır.
3. Yüce Allah'ın kuluna takındığı tavır, kulun bilgi ve inancına göredir:
(Allah bu misâl ile birçoğunu şaşırtır, birçoğunu da doğru yola yöneltir; ancak bunlarla fasıklan şaşırtır). [Bakara/26]
Yüce Allah müşriklerle münafıkların durumunu bir örnekle anlatarak, bu örneklemenin ifade ettiği gerçeği gören insanı doğru yola götürecek, o gerçeği anlamayan ve ona menfî bir tavır takınanları da yoldan çıkaracaktır. Demek ki Allah'ın yola getirmesi ile yoldan çıkartmasına sebep olan şey, kulun hakikate veya ilahî öğretiye karşı takındığı tavırdır. Yoksa, Allah durup dururken, kulunu yoldan çıkartmaz, aksi takdirde zâlim olurdu. Kulun düşüncesi, davranışı, irade ve niyeti hangi doğrultuda tecellî ederse, Allah'ın ona olan muamelesi de o yönde tecelli etmektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder