Ömer Nasuhi Bilmen tefsiri :
13. Gerçek şu ki, her zaman, her yerde böyle bir takım yanlış düşünceli şahıslar bulunmaktadır. Bunlar kendilerini bilgili, aydın, ilerici zannederler. Başkalarına bir hakaret gözüyle bakarlar, kendileri gibi düşünmeyenleri fikirden, zekâdan mahrum sayarlar, onların medeniyete ilerlemeye karşı olduklarını sanırlar. Zavallılar kendilerinin nasıl bir cehalet ve gaflet çukuruna düşmüş olduklarının farkında değildirler. Kendilerinin o acınacak "karanlık hallerini bir saadet, bir aydınlık hali zannederler" Ne diyelim, Cenâb-ı Hak cümlemize uyanıklık nasip buyursun.
14. Bu mübarek ayetler münafıkların ahlâk ve tavırlarını açıklamakta onların hidayetten mahrum olduklarını ihtar etmektedir. Şöyle ki: (Onlar) yani münafıklar, ciddiyetten mahrum olan kimseler (İman edenlere rastgelince) hakiki müminlerle karşılaşınca onları aldatmak, şahsî menfaatlerini elde etmek için (biz İman ettik.) bizde sizin gibi mü'min kimseleriz (derler.) Hakikate aykırı olarak müslüman olduklarını iddia ederler. Fakat (kendi şeytanları ile) yani reisleri ile, kendilerini aldatmış kimseler ile (yalnız kalınca) ıssız yerde konuşunca da (biz sizinle beraberiz) biz sizin yolunuzdan ayrılmayız (biz) İman ettik demekle (ancak o İman edenler ile) müslümanlar ile (alay eden kimseleriz derler.)
Mü'minleri kandırmak, onlar ile alay etmek isteriz diye söylenirler. İşte samimiyetten uzak, geçici menfaatlere düşkün olan vicdansız kimselerin hali böyledir.
15. Halbuki o münafık kimseler aldanıyorlar. (Allah Teâlâ ise onlar ile) o münafıklar ile (alay eder) yani onlara hikmet gereği bir müddet hayat, nimet verir. (Onları kendi azgınlıklarında şaşkın bir halde bırakır.) Onların o azgınlık, dinsizlik içinde bir müddet daha şaşkın şaşkın bir halde yaşamalarına mühlet verir. Artık onlar bu mühlet içinde elde edebildikleri geçici ehemmiyetsiz nimetlerden, makamlardan dolayı gururlu bir halde yaşarlar. İşte bu hal onların hakkında bir manevî, ilâhî alay demektir ki neticesi pek acıklıdır.
16. Evet: mü'minler ile alay ettiklerini sıkılmadan söyleyen o pis topluluk yok mu? Onlar pek aldanmışlardır. Evet: (Onlar) o münafıklar (O kimselerdir ki hidâyet karşılığında dalâleti) küfür ve isyanı (satın almışlardır.) Böyle bir alışverişte bulunmuşlardır. (Onların) o münafıkların (bu ticaretleri) bu gayretleri hakikî (bir kazanç temin etmemiştir.) Bilâkis pek büyük bir zarara, felâkete maruz kalmışlardır (Ve onlar hidayete ermiş kimseler değildirler.) Evet; onlar hakiki bir ticaret yoluna, manevi bir kazanç sahasına yol bulmuş değildirler. Ne yazık ki onların, bu feci sonuçtan haberleri yoktur.
Artık uyanık mü'minlere lâzımdır ki o gibi beyinsiz kimseleri iyice tanısınlar, onların aldatışlarına kapılmasınlar, kendi sahalarını o gibi uğursuz kimselerin zararlı ve helak edici telkinlerinden korumaya çalışsınlar.
Ali Küçük Tefsiri :
13:"Onlara, insanların inandığı gibi siz de iman edin! denilince."
Kendilerine: “Şu mü'minlerin, şu insanların inandıkları gibi siz de inanın! Siz de onlar gibi mümin olun!” Denildiği zaman da. “Yâni siz de onlara benzeyin! Onlar gibi olun! Eğer İslâm’ı kabul ettiğinizi iddia ediyorsanız, onu samimiyetle yaşayan bir mü'min gibi İslâm dairesine girin! İmanınızda onlardan yana olun! Veya imanınızın görüntülenmesi onlara benzesin!” Denildiği zaman.
Yâni eğer namaza inanıyorsanız haydi kılın! Tesettüre inanıyorsanız haydi örtünün! dendiği zaman. Yâni mü'minler gibi imanınızı görüntüleyin! dendiği zaman. Çünkü Allah namaza da iman diyor Bakara’da. Öyle değil mi? Hani mü'minlerin kıblesi Kudüs’teki Mescid-i Aksa’dan Mekke’deki Mescid-i Haram’a çevrilince liderlik İsrâil oğullarından alınıp İsmail oğullarına, müslümanlara devredilince bunu hazmedemeyen yahudiler şu yaygarayı basmışlardı: Nasıl olur? Eğer şu anda döndüğünüz kıble doğruysa önceki kıldığınız namazlar boşa gitmiştir. Yok eğer dünkü kıbleniz doğru idiyse şu andaki kıldıklarınız boştur! diyorlardı da Allah buyurdu ki: Üzülmeyin ey mü'minler:
"Allah asla sizin imanlarınızı zayi edecek değildir. Allah kullarına karşı Raûf ve Rahîmdir" (Bakara 143)
Buyuruyordu. Dikkat ederseniz zayi oldu dedikleri namazdı. Halbuki Allah "Sizin imanlarınızı zayi edecek değildir." buyuruyor. Yâni bakın burada amele de iman dendi. Öyleyse amel de imandır, iman da ameldir. Bunlar birbirinden ayrılmaz iki bütündür. İşte onlara siz de Mü'minler gibi iman edin! Siz de mü'minler gibi imanlarınızı görüntüleyin! Siz de mü’minler gibi imanınızı amele dönüştürün! Siz de mü’minler gibi iman kaynaklı bir hayat yaşayın! Dışarıdan bakıldığı zaman sizin hayatınızda da mü’minler gibi imanınızın eseri görülsün! Denildiği zaman derler ki:
"Biz de o beyinsizlerin inandığı gibi mi inanacağız? derler."
Yâni şimdi bizler de şu âdi, şu bayağı insanlar gibi mi iman edeceğiz? Bunlar gibi mi amel edeceğiz? derler. Yaşayan yaşasın! Biz konuşuyoruz derler. Bu işin yaşayıcıları ayrı, konuşucuları ayrı. Bizler edebiyatını yapanlardanız, yaşayanlar da yaşasın, biz onlardan değiliz derler.
"Dikkat edin! Gerçek sefihler, gerçek beyinsizler kendileridir. Fakat farkında değiller."
Gerçi beyinsizler, beyinsizliklerini ne zaman bildiler ki! Sapıklar, sapıklıklarını ne zaman anladılar ki? Bakın bu sözleriyle kimi kast ediyordu bu adamlar? Kime sefih diyorlardı? Arkadaşlar onların bu sefih dedikleri sahabeydi. Sahabeye sefih diyorlardı. Bu sefihler gibi mi iman edeceğiz? Bugün de bu münâfık karakterli insanların aynı şeyleri söylediklerine şahid oluyoruz. Adama diyorsunuz ki; “Arkadaş, sahabe böyleydi, gel biz de böyle olalım! Biz de onlar gibi olmak, onlara benzemek zorundayız!” Çok rahat şunu diyebilmektedir adamlar: “E canım onların da ağzının tadı yokmuş yâni! Zevkleri yokmuş efendim! Yaşamayı bilmeyen insanlarmış. Hayatı tanımayan insanlarmış.”
Yâni gerçek müslüman tavrına davet edildiklerinde onu akılsızlıkla, beyinsizlikle itham edebiliyorlar. Veya evinde şunlar şunlar olmasın! denildiğinde: Yok ya! Bunu ancak zevkini bilmeyenler söyler! Diyebiliyorlar çok rahat. Ne bilecek bu enayiler ağzının tadını! Halbuki devir değişti! Filan diyorlar. İhtiyaç konusunda, ev tefrişi konusunda, hanımına karşı davranışları konusunda, sofrası, işçisine muamelesi konusunda, hademesine davranışları konusunda Allah’ın istedikleri hatırlatılınca çok rahat: İyi iyi anladık da arkadaş, hangi devirde yaşıyoruz? diyebiliyorlar. Bu devirde bunların modası çoktan geçmiştir diyebiliyorlar.
Meselâ bir arkadaş bilirim, bugüne kadar tanıdığım sanayiciler içinde dükkanında çalıştırdığı işçilerine en iyi davranan, en güzel muamelede bulunan birisi. Paralarını bol bol veriyor; izinlerde, düğünlerde, bayramlarda haklarını fazlasıyla veriyor. İşçilerinden kendileri veya hanımları, çoluk çocukları hastalanınca yakından ilgileniyor, evlerine gidiyor, hal hatır soruyor, onlara elinden gelen her şeyi yapıyor. Ama buna rağmen geçen seneler hep onun arabasını artırdı, evini artırdı, parasını artırdı. Yâni onun her şeyi artarken, her şeyi değişirken, lâkin onun dükkanında çalışanlar hâlâ bisikletle gelip gidiyorlar.
Peki sormak lâzım şimdi: Onun her şeyi değişirken berikiler neden yerinde sayıyor? Ya da nereden kazanıyor bu arkadaş? Kazandıklarının tümü berikilerin emeği olarak çıkıyor ortaya değil mi? Öyleyse onlar sahabeydi efendim! Biz onlar gibi yapamayız ki! Veya devir değişti efendim! Kapitalist bir toplumda müslümanca davranışa yer kalmadı! Ne yapalım eğer dediklerinizi yaparsak bu toplumda yok olup gideriz! Gibi münâfık laflarını bırakalım da çalıştırdığımız insanları, ya da sırtından kazandığımız insanları kendi hayat standartlarımıza yakın bir hayata çıkarmanın yollarını aramak üzere bunu Allah’a ve Resûlüne sormaya çalışalım. Bu konuda ne dersiniz ey Allah’ım? Ey önderim! Demeyi öğrenelim inşallah. Hep asgari ücret belirleyen zalimlerin dediklerini dinlemeyim. Allah ve Rasulüne sormadan düzen yapanların düzenlerini can simidi bilmeyelim inşallah. Çünkü az önce de dediğim gibi onların yaptıklarının tamamı ifsattır, bozmadır.
Peki ne demek sefih? Sefih kim? Bakın onu, sefihin kim olduğunu Rabbimiz anlatıyor:
"Kim İbrahim dininden yüz çevirir işte sefih odur" ( Bakara: 130 )
Sefihler İbrahim’in dininden, İbrahim’in yolundan yüz çevirenlerdir. Öyleyse adamlar kendilerini tam karşıda görüyorlar. Mü'min aynaydı ya zaten, bakıyorlar aynaya ve kendilerini görüyorlar. Yâni sefihler kendileridir. Çünkü kendileri İbrahim dininden yüz çeviriyorlar, Müslümanları gösterip, hadi sizler de bunlar gibi olun! Denilince de diyorlar ki onlar sefih. Görüyor musunuz? Adamlar imanı fakirlere, düşkünlere mahsus kabul ediyorlar da kendileri gibi şan şöhret sahiplerinin iman etmelerini düşüklük kabul ediyorlar. Bu iman ve amel işi o ağzının tadını bilmeyen zevksizlere aittir, bizler onlar gibi iman edemeyiz diyorlar.
14: “İnananlarla karşı karşıya geldiklerinde derler ki: İnandık!"
"Şeytanları (kendilerini aldatan akıl hocaları) ile baş başa kalınca da, biz sizinleyiz! Biz onlarla sadece alay ediyoruz! Derler."
Evet, müslümanlarla karşı karşıya kaldıkları zaman biz de müslümanız, biz de inanıyoruz derler. Sizin mü’mini olduğunuz şeylerin biz de mü’miniyiz derler. Ama müslümanlardan uzak akıl hocalarıyla özel mahfillerde buluştukları zaman da onlara derler ki: Biz sizinle beraberiz! Biz sizin safınızdayız! Biz sizin yanınızdayız! Kalbimiz sizinle beraberdir! Bakmayın siz bizim müslüman göründüğümüze! Aldırış etmeyin siz bizim müslümanca lâflar ettiğimize! Bütün bunları biz o müslümanları kandırmak için yapıyoruz! İnandığımız için filân değil! Aslında bu yaptıklarımızla biz müslümanlarla alay ediyoruz! Şu seçim sathi mahallerinde Allah, peygamber, din, iman, Kur’an, ezan, başörtüsü gibi bir kısım lâflar ettiğimize bakıp ta sakın bizim bunlara inandığımızı sanmayın! Biz aslında bunların hiç birisine inanmıyoruz! Biz aynen sizin gibi düşünüyor, sizin gibi yaşıyoruz! Sadece bu tür lâkırdılarla onların oylarını alabilmeyi hedefliyoruz! Bu enayilerle sadece alay ediyoruz! Ne yapalım, çaresiz onlardan görünmek zorundayız! Değilse bu enayiler bizi desteklemezler! Diyerek dostlarının, akıl hocalarının, kâfirlerin desteklerini kendilerinden çekmemelerini sağlamaya çalışırlar. Onlara karşı küfür tazelemesinde bulunurlar.
Amerika’daki, İsrail’deki, batı dünyasındaki kâfirlerle gizli gizli buluşmalarında, özel mahfillerde onlara sadâkat yeminleri veren bu alçakları inşallah bu saf müslümanlar bir gün anlayacaktır. Müslümanlarla karşılaştıkları zaman biz de müslümanız diyerek kendileriyle alay ettikleri halde hayatlarında inandık dedikleri İslâm’ın kokusunu bile göstermeyen bu sahtekârları tanıyacak bir gün inşallah bu müslümanlar. Kitaplarının bu âyetlerini tanıdıkça, Rablerinin bu uyarına kulak verdikçe, hadîseleri Allah rehberliğinde yorumlama basiretine ulaştıkça olacak yakında inşallah bu. Ama bu işin hızlandırılması için bilen müslümanlara çok iş düşüyor. Bir an evvel bu Allah âyetlerini insanlara ulaştırabilirsek, hem kendimizi, hem de çevremizi bu Allah âyetleriyle diriltmeyi hızlandırabilirsek olacak inşallah bu. Şüphesiz ki bu alçakların alçaklıkları, Allah tarafından bu kadar açık ve net bir biçimde ortaya konulunca, mü'minlerin gayızları kaynar, sinirleri kabarır. Onların hemen işini bitirmek için Cenabı Hakkın hemen bunları kahretmesini veya kendilerine: "Bu hainlerin hemen kökünü kesin! İşlerini bitirin bu alçakların!" gibi bir emir, bir âyet, bir işaret göndermesini beklerler Allah’ın. Mü'minler bu hale gelirler. Onlara karşı gayızla, kinle, nefretle bilenirler. İşte Cenab-ı Hak mü'minlerin hamiyet-i diniyyelerinden ötürü bu dereceye geldikleri böyle son derece nazik bir noktada, bütün bu heyecanları yatıştırmak, mü'minleri teskin etmek için bakın şöyle buyuruyor:
15:"Hakikatte Allah onlarla alay eder ve kendileri-ni taşkınlıkları ve azgınlıkları içinde bocalar bir halde bırakır."
Sanki bu âyetleriyle Rabbimiz biz müslümanlara şöyle buyuruyor: Siz sakin olun kullarım! Ben onlarla istihza ediyorum! Ben onları maskaraya çeviriyorum, çevireceğim de daha. Âdeta Rabbimiz azgınlıklarına meydan veriyor, fırsat veriyor. Peki bu istihzayı nasıl anlayacağız acaba? Yâni nasıl bir istihza ediyor Allah onlarla? Anlayabildiğimiz kadarıyla bunun mânâsı şudur Allahu âlem:
1- Dünyada bu adamlara müslüman muamelesi yapılıyor. Gerek ibâdet ve gerekse muamelât konusunda İslâm ahkâmı müslü-manlara uygulandığı gibi aynen bunlara da tatbik edilir. Çünkü bu adamlar her ne kadar müslüman değillerse de müslüman görüntüsü sergileyen insanlardır. Müslüman olmadıkları halde biz de müslüma-nız diyen insanlardır. Kalpleri kâfir, ama dilleri ve dışları müslüman görüntüsü veren insanlardır. Onun içindir ki bunlara da İslâm hukuku uygulanır. Bunun sebebi:
A- Böylece bunları bu kalben inanmadıkları İslâm ahkâmının tatbikine mecbur ederek her lahza gönül azabı içinde bırakmak ve münâfıklıklarının cezasını dünyada da çektirmektir. İşte istihza-i İlâhîden kasıt budur Allahu âlem. Düşünebiliyor musunuz? Adamlar inanmadıkları bir dinin namazını kılmak zorunda kalacaklar, inanmadıkları bir dinin orucunu tutmak zorunda kalacaklar. Azap bu yahu! Kalben kâfir iken dış görünüşü ile müslüman gibi görünmeye çalışmak adamı mahveder ya hu! Ruh dengesi bozulur insanın. Ama işte mertçe seçimlerini yapamamış, açıkça tercihlerini ortaya koyamamış bu insanlar böyle kendi elleriyle kendilerini bir tür azabın içine atmaktadırlar. Ve işte Allah böylece onlarla alay etmektedir. İşte istihza-i İlâhiyi böyle anlamaya çalışıyoruz.
B- Bir ikincisi de bunlar kendileri vapuru kaçırdılar ama bunların çocuklarından ciddi müslümanlar çıkmasına imkân hazırlamak için, Allah onlara imkân tanıyor. Böylece çocuklarına İslâm’ı duyurma imkânı hâsıl oluyor demektir. Yâni Allah bu adamları deşifre etmiyor. Yüzlerindeki maskelerini indirivermiyor. Münâfıklıklarına izin veriyor. Açık seçik âyetler göndererek bunların kimliklerini ortaya koyuvermiyor ki İslâm toplumu içinde yaşayan çocuklarına mesaj ulaştırılabilsin. Kendileri boşa gitse bile çocukları kurtulsun. İşte istihza-i İlâhiyi bir de böyle anlıyoruz.
C: Bir de hadislerde anlatıldığına göre Allah, bu münâfıklarla yarın istihza edecek. Bu istihzayı kıyamet günü gerçekleştirecek. Nasıl? Şöyle: Yarın Rabbimiz cehennemin kapılarını açıp: “Haydi ey kâfirler çıkın! Azabınız, cezanız bitti!” Buyurarak onlarla istihza edecekmiş. Onlar Allah’ın bu müjdesini duyunca sevinçten çılgına dönmüş bir biçimde cehennemin açılan kapılarına yönelecekler ve tam çıkmak üzere kapıların önüne geldikleri zaman da Allah kapıları kapatıverecek ve bunlarla bu şekilde alay edecekmiş. Düşünebiliyor musunuz? Binlerce, on binlerce yıl azabın içinde mahvolmuş, kahrolmuş insanlar bir anda Allah’tan âzât müjdesi alıyorlar. Onlardaki sevinci, heyecanı bir tasavvur edin.
Ve kurtulmak üzere tam kapıların ağzına geldiklerinde bir anda kapıların kapatılıp kurtulma ümitlerinin bittiği andaki tükenişlerini, kahroluşlarını bir tasavvur edin. Peki niye böyle istihza ediyor Rabbi-miz onlarla? Çünkü onlar da dünyada böyle yapmışlardı müslüman-lara. Onlarda önce özgürlük var efendim, din ve vicdan hürriyeti var, isteyen istediği gibi giyinebilir. İsteyen istediği gibi bir hayat yaşayabilir diyerek müslümanların önlerini açıyorlar, müslümanları tespit ediyorlar, samimi müslümanları fişliyorlar, ama sonra tüm kapıları kapatıp tek tek müslümanları topluyorlardı ya. İşte “Elcezaü min cinsil amel” Fehvasınca onların amelleri, yaptıkları cinsinden onlara ceza vermektedir anlıyoruz.
16:"İşte bunlar hidâyet yerine dalâleti satın almışlardır. Ama ticaretleri kâr getirmemiştir. Doğru yolu da bulamamışlardır."
Hidâyet tam ellerine geçmişken onu bırakıp da dalâleti, sapıklığı tercih ettiler. Hidâyet yerine dalâleti satın aldılar. Hidâyeti dalâletle değiştirdiler. Hidâyeti verip dalâleti tercih ettiler. Böyle bir alışverişte bulundular ama onların bu ticaretleri kendilerine kâr getirmedi. Kâr yolunu bulma imkânları da kalmadı. Ticarette iki maksat vardır:
1- Sermayeyi korumak, 2- Kâr etmek,
Bunlar kâr etmek şöyle dursun sermayeyi bile koruyamadılar. Sermayesi olmayan, sermayeyi koruyamayan bir adamın kâr etmesi düşünülebilir mi? Bırakın kâr etmeyi mevcut sermayeyi bile kaybettiler bu adamlar diyor Rabbimiz. Peki neydi bu sermaye? Sermaye imandı, sermaye hidâyetti. Hidâyeti kaybeden, imanı kaybeden bir adam nerde kaldı kâr etsin. Zira imansız hiçbir amelin kıymeti yoktur. İmandan kaynaklanmayan her amel boştur. Kâfirlerin yaptıkları her şey boştur. Onların yaptıkları zahiren insanlık için hayırmış gibi görünen tüm amelleri, tüm eserleri imandan kaynaklanmadığı için yarın değerlendirmeye bile tabi tutulmayacaktır.
Diyanet tefsiri :
13. İman ve inkâr yalnızca akıl ve bilgi işi olsaydı bütün akıl ve bilgi sahipleri inanır veya inanmazlardı. Halbuki tarih boyunca ileri düzeyde akü ve ilim sahibi kişiler arasında hem iman edenler hem de inkâr edenler bulunmuştur. Bu sebeple iman edenler akıllarıyla övünmezler; hidayeti, imana kavuşmayı, kendi irade ve tercihleri yanında Allah'ın hidayet ve yardımına da bağlarlar, O'na şükrederler. İnkarcılar ise yalnız akıllarına güvenir, akıl üstü varlıklara inanmaktan kurtulduklarını düşünür, iman ehlini akılsızlıkla, saflıkla, ekonomik ve kültürel yönlerden geri kalmışlıkla vasıflandırırlar, imanı bu etkenlere bağlarlar. 13. ve yukarısındaki âyetler işte bu tavır ve psikolojiyi açığa çıkarmakta; asıl akılsızların, aklını doğru kullanmayanlar, tercihlerini iman ve İslâm yönünde yapmayanlar olduklarını ilân etmektedir.
14-16. "Alay etmek, aldatmak, tuzaklara karşılık vermek" gibi fiillerin Allah'a nispet edilmesi, bunları yapanları, fiillerine uygun bir şekilde cezalandırması, kazdıkları kuyuya kendilerini düşürmesi sebebiyledir; nispet bu mânaya yöneliktir. Münafıklar durumlarını gizlediklerini ve müminleri aldattıklarını zannederek işlerini yürütürken ve bunda başarılı olduklarını düşünerek kendi aralarında müminleri alay konusu edinirken, Allah her şeyi bildiği ve Hz. Peygamber'e durumu bildirdiği için -yaptıkları, gizli kameradan ekrana aktarılan kimseler gibi-kendilerini alay konusu haline getirmektedirler. İkiyüzlülüğün dünyadaki cezası bununla da kalmamakta; kendilerini akıllı, iman edenleri de akılsız ve ahmak sananlar, kendilerine emanet edilen hayat, akıl ve irade sermayesiyle hidayet yerine sapkınlığı aldıkları için hayat ticaretini de iflasla kapatmaktadırlar. İnsanoğlunun hayat çizgisini belirleyen âmiller yalnızca onun kendi akıl ve iradesi, kendi çabasıyla elde ettiği bilgiler değildir; bunların ve daha başka âmillerin yanında eğitim çevresinin, rahman veya şeytandan gelen yönlendirici etkilerin önemli tesirleri vardır. Şeytanın cin türünden yardımcıları olduğu gibi insanlar arasından edindiği iş birlikçileri de vardır. 14. âyet "şeytanlarıyla baş başa kaldıklarında..." diyerek bu saptırıcı etkiye işaret etmekte ve insanları, kimlerle beraber olduklarına, kimlerin tesiri altında kaldıklarına dikkat etmeleri konusunda uyarmaktadır.
Prof. Bayraktar Bayraklı tefsiri :
Münafıklar İnananları Beyinsizlikle İtham Ederler; Gerçekte Kendileri Beyinsizdir:
13. Onlara, 'İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin!' denildiği vakit, 'Biz hiç beyinsizlerin iman ettikleri gibi iman eder miyiz!' derler. Biliniz ki, beyinsizler ancak kendileridir, fakat bunu bilmezler.
Onlara iman edin denildiğinde ifadesindeki, İman edin emrini kim vermektedir? Şüphesiz öncelikle Allah ve Peygamber. Vahyin muhatabı Peygamber vefat ettiğine göre, bu görev din eğitimcilerine düşmektedir. Zira, denildiği zaman ifadesi, ayetin bir zaman dilimine sıkıştırılamayacağını ve her zaman ve mekanda geçerli bir daveti ifade etmektedir.
Niçin "insanların iman ettiği gibi" şeklinde bir kıyaslama yoluna gidilmiştir? İman psikolojik bir olgu ve değer olduğu için, ölçülemez ve tartılamaz, bu nedenle de imanlar arasında bir karşılaştırma yapmak mümkün değildir. Buna karşılık imanın doğruluğunu veya yanlışlığını bilebilir ve davranışlarla ölçebiliriz. Zira iman kıyas kabul etmez ise de davranışlar kıyas kabul edebilir. İnanan insanların davranışlarındaki farklılık ve imanın etki derecesi böyle bir karşılaştırmayı mümkün kılmaktadır. Burada münafıklar, mü'minleri beyinsiz olarak nitelendirdiklerinden dolayı, onlar gibi iman etmeyeceklerini söylemekle büyük hatâ yapmaktadırlar. Onlara göre, akıllı insan iman etmez veya iman eden akılsızdır.
Bu insanlar neye iman edeceklerdi? Bunun cevabı Bakara/8'dedir. Allah'a ve ahirete iman eden insana; imanın diğer esaslarını kabul ettirebilirsiniz. Allah'a iman ile ahirete iman, diğer iman esaslarını çağıracaktır.
Yüce Allah bu tarz bir imanı beyinsizlik olarak nitelendirenlerin, kendilerinin beyinsiz olduklarını bilmediklerine dikkat edilmesi gerektiğine işaret etmektedir. Biz bu ayetin analizinden psikolojik bir ilke çıkartabiliriz. Bazen insanlar, kendi ruh hallerini anlatırken, karşısındaki insanı kullanır. Karşısındaki insanın boy aynasında kendisini görür ve böylece gördüğü ile kendisini anlatmaya çalışır. Aslında münafığın kendisi beyinsiz olduğu halde, beyinsizliği iman edenlere yükler ve böyle bir değerlendirmede bulunur. Bu durum bir şahsiyet bozukluğudur; özbenlik yerine ayna benlikle olayları değerlendirmektir. İşte Yüce Allah bu psikolojik projeksiyonu anlatarak, böyle bir yaklaşımla münafıkların kendilerini tanımladıklarına dikkat çekmektedir.
Başkalarında kendini görüp anlatmanın hangi psikolojik saikle meydana gel-diği sorusunun cevabı, (Fakat onlar bunu bilmezler) ifadesi ile verilmektedir. Kendi özelliğini başkalarına yansıtma yanlışlığı, hatta ruh hastalığı, ''bilgisizlikken kaynaklanmaktadır. Kendi iç alemi ile ilgili gözlem yapamayan ve kendi psikolojik yapısını tahlil edecek bilgiye sahip olamayan seviyesiz ve hasta ruhlu insanlar ancak böyle isabetsiz bir değerlendirme yapabilirler.
Münafıklar İki Yüzlüdür, İnsanlarla Alay Ederler:
14-15. İnananlarla karşılaştıklarında, İman ettik' derler, reisleriyle başbaşa kaldıklarında ise, 'Biz sizinle beraberiz, biz sadece alay ediyoruz' derler. Allah onlarla alay ediyor ve taşkınlıkları içinde şaşkınca dolaşmalarına süre tanıyor.
Münafıkların çifte standardının diğer bir tezahürü de, inananlarla karşılaşınca takındıkları tavırla, şeytanları ile buluştuklarında takındıkları tavrın birbirine uymamasıdır.
Bu iki ayet birlikte değerlendirildiğinde şu hakikatleri yakalamamız mümkündür:
a) Ayetler insanlığın önemli bir hastalığı olan ikiyüzlülüğe ışık tutmaktadır. İkili davranma şeklindeki münafıklık, insanlığın yakasını tarih boyu bırakmamıştır. Bu demektir ki münafıklar her zaman bulunacaktır.
b) Ayette geçen şeytan kavramı, reis manasına da gelir. Böyle düşünülünce, insanlardan da şeytan olduğu ortaya çıkmaktadır. İnsan, bizzat İblis'in kendisi olmaz ama geliştirdiği bozuk kişilikle şeytan ruhlu ve davranışlı olabilir. Veya şeytan onların yanında bulunur ve sürekli şeytanın dediğini yaparlar, onun gibi davranırlar. Bu manada 'ins şeytanı'ndan sözedilir. En'âm/112'de bu hususa işaret edilmekte ve şöyle buyrulmaktadır:
(Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. Onlar, aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar).
İblis cinlerden olduğu halde, şeytan hem cinlerden, hem de insanlardan olabilir. Eğer bir insan diğerini kötü manada etkileyip yoldan çıkarıyorsa, o onun şeytanıdır:
"İnsanların kalplerine vesvese sokan, pusuya çekilen cin ve insan şeytanının şerrinden, insanların rabbine, insanların melikine ve insanların ilahına sığınırım" de). [Nâs/16]
İnsanların gönlüne vesvese nasıl verilir? Cinlerden olan şeytan için bu kolaydır, ama insten olan şeytan bunu nasıl yapabilir? Sözlü ve yazılı iletişimle insanların beyinleri bulandırılır ve insanlara vesvese verilebilir. Özellikle günümüzde medyaya dikkat etmek gerekir. Eskiden, yüz yüze gelmedikçe bu vesveseyi vermek mümkün değildi. Yakın ve kapalı grupların içinde bu vesvese verilebiliyordu. Ama şimdi teknoloji dünyayı küçültmüş ve tek bir grup haline getirmiş; vesvesenin alanını genişletmiş, vasıtalarını da artırmıştır. Çağımızda, ins şeytanının gücü cin şeytanının gücünü aşmış ve etkisi daha yaygın hale gelmiştir. İns şeytanının alanı, gücü ve araçları arttıkça, cin şeytanının görevi azalmaktadır.
Bir zamanlar, peygamberlere düşmanlık yapan bu cin ve ins şeytanları, işlevlerini yüzyüze ve kulaktan kulağa yapıyorlardı. Peygamberlerin tebliğini engelliyor, onların ardından hadîs uyduruyor ve faaliyet alanlarını daraltmaya çalışıyorlardı. Bu manada şeytanlar, faaliyetlerini çok dar bir alanda sürdürüyorlardı; ama teknolojik devrim, bu vesvese alanını genişletmiş ve reislerinde de değişim yapmıştır. Bunun sonucu olarak, münafıkların reisler de sayıca fazlalaşmıştır.
Şeytan kelimesi şe-ta-ne'den türemiştir, manası uzak olmaktır. Şeytan Allah'tan uzak olduğu için, insanı da Allah'tan uzaklaştırmaya çalışır. İnsanı uzaklardan etkileyen insan şeytanları da aynı görevi yapmaktadırlar. Ayrıca şeytan uzak durulması gereken varlıktır.
Diğer taraftan şe-ta-ne kavramı, bağlamak, bitiştirmek, düğümlemek manalarına da gelmektedir. Bu anlamda şe-ta-ne kelimesi şeytanın insanı bağlamasını, onun algı aktlannı düğümlemesini, aklını kullanamaz hale getirmesini ifade eder.
c) Ayetin, (Biz ancak alay ediyoruz) kısmında geçen müstehziûn kavramı he-ze-e fiilinden gelmekte olup hafiflik, hızlı koşmak, olduğu yerde ölmek manalarına gelir. Diğer taraftan alay etmek, eğlenmek anlamlarını da ifade eder. Onun için ayetin sonu Alay ediyoruz diye bitiyor, "Onlarla alay ediyoruz" demiyorlar. Eğer inananlar, iman etmeselerdi, onlarla alay edilmeyecekti. En'âm/33'de buna işaret vardır:
(Onların söylediklerinin, gerçekten seni üzmekte olduğunu biliyoruz. Aslında onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o zalimler açıkça, Allah'ın ayetlerini inkar ediyorlar).
İşte bu ayete göre, yalanlanan Hz. Peygamber değil, Allah'ın ayetleridir. Bu ayeti, konumuz olan Bakara/14 ayetine taşırsak ortaya şu sonuç çıkacaktır: Onlar inananlarla değil, onların imanlarıyla alay ediyorlar. Demek ki, inkar ve alay gibi şeyler insanın zatına değil inancına, düşüncesine ve bilgisine yapılmaktadır. Böylece ayet bize, eğitimin şu ilkesini vermektedir: İnsanların birbirlerine tepkileri, bu tepkilerin inkar ve alay halini alması ve bu eylem sahiplerinin ikili oynamaları, hep düşünce alanında meydana gelmektedir. Düşünce ve iman alanı daima çatışma halinde sürüp gideceği için Yüce Allah bunu burada açıklamaktadır:
(Eğer onlara, niçin alay ettiklerini sorarsan, elbette 'Biz sadece lafa dalmış şakalaşıyorduk' derler. De ki: 'Allah ile, O'nun ayetleriyle ve O'nun peygamberi ile mi alay ediyorsunuz?') [Tevbe/65]
En'âm/33 ayeti ile bu ayeti bir araya getirince, münafıkların kiminle, ne ile ve nasıl alay ettikleri ortaya çıkmaktadır. Bunun için yalanlamakla alay etmek hemen hemen aynı manaya gelmektedir:
(Gerçekten onlar, kendilerine Hak geldiğinde onları yalanlamışlardı. Fakat yakında onlara alay ettikleri şeyin haberi gelecektir). [En'âm/5]
Ayetin başında yalan sonunda da alay yer almaktadır. Allah, "Yalanladıkları şeyin haberi gelecektir" demeyip, Alay ettikleri şeyin haberi demiştir. Bu ayette alay, yalanlama yerine kullanılmıştır:
(Sonunda, Allah'ın ayetlerini yalan sayarak ve onları alaya alarak kötülük yapanların akıbetleri pek fena oldu). [Rum/10]
Aynı şekilde bu ayette de, yalan saymakla alay etmek, kötülük bakımından eş manalı eylemler olarak kabul edilmiştir.
İnsanlar Allah'la alay edemezler, Allah adına peygamberle alay edilmiştir. Ancak bu olay onların kişiliklerine değil, tam tersine getirdikleri mesaja yöneliktir. Bu nedenle Tevbe/65'de yer alan Allah ile alay etmek eylemi, Allah'ın gönderdiği mesajla alay etme anlamında yorumlanmalıdır.
Eğer bu yalanlamalar ve alaylar hakikatin karşısında bir engel teşkil etmeselerdi, şimdi insanlık başka çizgide ve medeniyetin başka bir seviyesinde olabilirdi. İnsanlık bu yalan ve alaylar yüzünden çok geri kalmış ve çok günahlar işlemiştir.
Münafıklar, inananlarla nasıl alay ederlerdi? Bu sorunun cevabını şu ayetlerde bulmaktayız:
Suç işleyenler, inananların üstüne kükrerlerdi. Onların yanından geçtikleri zaman, birbirlerine kaş göz işaretleri yaparak, onları küçümserlerdi. Ailelerine döndükleri zaman da eğlenmeye başlarlardı. İnananları gördüklerinde, 'Şunlar sapık insanlar' derlerdi. Oysa kendileri onların üzerine bekçi gönderilmemişlerdi. İşte bugün de inananlar, kâfirlerin üzerine kükrerler. [Mutaffîfin/29-35]
Kaş göz hareketleriyle küçümsemek, inananlara inancından dolayı deli muamelesi yapmak, alay etmenin çeşitlerindendir. Birbirine yakın bir yerde yaşayan insanların alayı bu şekilde olabilir ama, uzaklardan alay etmenin başka metotları vardır. Birbirini tanımayan gruplar, ideolojik bakımdan birbirleriyle mücadelelerini sürdürürken, diğer gruplar hakkında senaryolar yazarak ve onları tiyatro ve filmlerde oynayarak da alay ederler.
Günümüzde iletişim vasıtaları fevkalade çoğalmıştır. Ancak bu vasıtaların belli güçlerin eline geçmesi belirgin tehlikeler taşımaktadır.
Düşüncelerinden dolayı insanlarla alay etmek, bir hamlığın, yobazlığın ve seviyesizliğin eseridir. Alay etmek, insan onuruyla oynamak olduğu için büyük günahtır. İnsanın, insana reva gördüğü bu muamelenin karşılığında Allah, onlarla alay etmektedir. Onun için Bakara/l5'de Allah onlarla alay ediyor buyuruluyor. Çünkü alay etmek 'tuğyan'dır. Tuğyan ise, aşın derecede isyan etmektir.
Suyun sınırı aşıp taşması manasına gelen tuğyan, insan ilişkilerini bozan taşkınlıktır. Taşkınlık içinde bocalar halde onları bırakmak suretiyle Allah da onlarla alay etmektedir.
Allah da kendileriyle alay eder ve onları taşkınlıkları içinde bırakır, bocalayıp dururlar.
İnsanın insanla alay etmesi, bir taşkınlık, bir isyan ve bir bocalamadır. Bunu yapan insanları zamanla utanılacak hale düşürmesi ve böylece alay edilecek hale gelmeleri, Allah'ın onlarla alay etmesidir.
İmandan sonra, fasıklık ne kötü bir isimdir! Kim de tevbe etmezse, işte onlar zalimlerdir. [Hucurât/11]
Ayıplama, kötü lakap takma gibi davranışları Yüce Allah fasıklık olarak nitelendirmektedir. Bu günahtan ötürü tövbe edilmesini istemektedir. Tövbe etmeyenleri de zalim olarak vasıflandırmaktadır. Müslümanlıkla münafıklığı ayıran çizgide, insanların birbirlerini ayıplamaları yer almaktadır. Eğer bir grup müslüman erkek ve kadın, alay etmeyi ahlâk edinirlerse, münafıklık alanına girmiş olurlar. Bir müslüman, dinî hayatını, servetini ve statüsünü kullanarak başkalarıyla alay edemez. Bunu yaptığı zaman müslümanlıkla münafıklığın arasında yer alan fasıklık alanına girmiş olur. İşte, Yüce Allah yukarıda zikrettiğimiz ayetleriyle, alayın bir alameti, ahlâkı olduğunu söyleyerek, müslümanların nasıl davranmaları gerektiğini anlatmakta, öğretmekte ve eğitimini yapmaktadır.
Hidayete Karşılık Sapıklığı Satın Alırlar:
16. İşte onlar, hidayete karşılık sapıklığı satın alanlardır. Onların bu ticareti kazançlı olmamış, kendileri de zafere erecek değillerdi.
Yukarıda zikrettiğimiz münafıkların davranışları bu ayette tek bir kavramla: dalâlet kavramıyla ifade edilmektedir. Yoldan sapmak, haktan sapmak, hata etmek, kaybolmak, mahvolmak, batıl olmak, bir şeyi gömmek, Allah'ın dininden sapmak, şaşkınlık manalarına gelen dalâlet kavramı, münafıkların davranışlarına verilen bir sıfattır.
Dalâlefin karşıtı olan ve gündüz, yol, doğru yol manalarına gelen hidayet kavramı, münafıkların davranışlarının zıddını ifade etmektedir. Hidayet, aynı zamanda zafere giden yol demektir. Dalâlet de, insanı mahva ve mağlubiyete götüren sapık yoldur.
Allah bu ayette, münafıkların, inanç ve davranışlarıyla kendilerini Allah'tan uzaklaştıran yolu tercih ettiklerini, onu satın aldıklarını; o yolun uğruna doğru yolu bıraktıklarını vurgulamaktadır. Yüce Allah bu işlemi ticaretle örneklendirmektedir. Bu ticaret, çürümüş ve işe yaramayan malı satın alan, bunun yerine sağlam ve işe yarayan mallan bırakan adamın ticareti gibidir.
Aslında hidayet, evrensel değerlerin oluşturduğu bir değerler sisteminin adıdır. Hidayet insanın nefsine, şeytana ve sapık fikirlere karşı aklın kazandığı zaferdir. Bu zafer insanı Allah'a götüren başarının kendisidir.
Münafık, insanı Allah'a götüren yolu bırakıp, O'ndan uzaklaştıran yolu satın almakla iflas eden bir tüccar gibidir.
Dikkat edilirse, satın alma eylemini insanın kendisi yapmaktadır. Bundan dolayı da sorumludur. Bu öylesine bir satın alma eylemidir ki, bir daha zafer yolunu, ticaret yolunu, başarı yolunu bulma ihtimalini de kapatmaktadır. (Doğru yolu da bulamadılar) ibaresi, bunu ifade etmektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder