Bakara 13-16 Münafıkların müslümanlara bakışı




Ömer Nasuhi Bilmen tefsiri :
13.   Gerçek şu ki, her zaman, her yerde böyle bir takım yanlış düşünceli şahıslar bulunmaktadır. Bunlar kendilerini bilgili, aydın, ilerici zannederler. Başkalarına bir hakaret gözüyle bakarlar, kendileri gibi düşünmeyenleri fikirden, zekâdan mahrum sayarlar, onların medeniyete ilerlemeye karşı olduklarını sanırlar. Zavallılar kendilerinin nasıl bir cehalet ve gaflet çukuruna düşmüş olduklarının farkında değildirler. Kendilerinin o acınacak "karanlık hallerini bir saadet, bir aydınlık hali zannederler" Ne diyelim, Cenâb-ı Hak cümlemize uyanıklık nasip buyursun.
14. Bu mübarek ayetler münafıkların ahlâk ve tavırlarını açıklamakta onların hidayetten mahrum olduklarını ihtar etmektedir. Şöyle ki: (Onlar) yani münafıklar, ciddiyetten mahrum olan kimseler (İman edenlere rastgelince) hakiki müminlerle karşılaşınca onları aldatmak, şahsî menfaatlerini elde etmek için (biz İman ettik.) bizde sizin gibi mü'min kimseleriz (derler.) Hakikate aykırı olarak müslüman olduklarını iddia ederler. Fakat (kendi şeytanları ile) yani reisleri ile, kendilerini aldatmış kimseler ile (yalnız kalınca) ıssız yerde konuşunca da (biz sizinle beraberiz) biz sizin yolunuzdan ayrılmayız (biz) İman ettik demekle (ancak o İman edenler ile) müslümanlar ile (alay eden kimseleriz derler.)
Mü'minleri kandırmak, onlar ile alay etmek isteriz diye söylenirler. İşte samimiyetten uzak, geçici menfaatlere düşkün olan vicdansız kimselerin hali böyledir.
15.    Halbuki o münafık kimseler aldanıyorlar. (Allah Teâlâ ise onlar ile) o münafıklar ile (alay eder) yani onlara hikmet gereği bir müddet hayat, nimet verir. (Onları kendi azgınlıklarında şaşkın bir halde bırakır.) Onların o azgınlık, dinsizlik içinde bir müddet daha şaşkın şaşkın bir halde yaşamalarına mühlet verir. Artık onlar bu mühlet içinde elde edebildikleri geçici ehemmiyetsiz nimetlerden, makamlardan dolayı gururlu bir halde yaşarlar. İşte bu hal onların hakkında bir manevî, ilâhî alay demektir ki neticesi pek acıklıdır.
16.     Evet: mü'minler ile alay ettiklerini sıkılmadan söyleyen o pis topluluk yok mu? Onlar pek aldanmışlardır. Evet: (Onlar) o münafıklar (O kimselerdir ki hidâyet karşılığında dalâleti) küfür ve isyanı (satın almışlardır.) Böyle bir alışverişte bulunmuşlardır. (Onların) o münafıkların (bu ticaretleri) bu gayretleri hakikî (bir kazanç temin etmemiştir.) Bilâkis pek büyük bir zarara, felâkete maruz kalmışlardır (Ve onlar hidayete ermiş kimseler değildirler.) Evet; onlar hakiki bir ticaret yoluna, manevi bir kazanç sahasına yol bulmuş değildirler. Ne yazık ki onların, bu feci sonuçtan haberleri yoktur.
Artık uyanık mü'minlere lâzımdır ki o gibi beyinsiz kimseleri iyice tanısınlar, onların aldatışlarına kapılmasınlar, kendi sahalarını o gibi uğursuz kimselerin zararlı ve helak edici telkinlerinden korumaya çalışsınlar.

Ali Küçük Tefsiri :
13:"Onlara, insanların inandığı gibi siz de iman edin! denilince."
Kendilerine: “Şu mü'minlerin, şu insanların inandıkları gibi siz de inanın! Siz de onlar gibi mümin olun!” Denildiği zaman da. “Yâni siz de onlara benzeyin! Onlar gibi olun! Eğer İslâm’ı kabul ettiğinizi iddia ediyorsanız, onu samimiyetle yaşayan bir mü'min gibi İslâm dairesine girin! İmanınızda onlardan yana olun! Veya imanınızın görüntülenmesi onlara benzesin!” Denildiği zaman.
Yâni eğer namaza inanıyorsanız haydi kılın! Tesettüre inanıyorsanız haydi örtünün! dendiği zaman. Yâni mü'minler gibi imanınızı görüntüleyin! dendiği zaman. Çünkü Allah namaza da iman diyor Bakara’da. Öyle değil mi? Hani mü'minlerin kıblesi Kudüs’teki Mescid-i Aksa’dan Mekke’deki Mescid-i Haram’a çevrilince liderlik İsrâil oğullarından alınıp İsmail oğullarına, müslümanlara devredilince bunu hazmedemeyen yahudiler şu yaygarayı basmışlardı: Nasıl olur? Eğer şu anda döndüğünüz kıble doğruysa önceki kıldığınız namazlar boşa gitmiştir. Yok eğer dünkü kıbleniz doğru idiyse şu andaki kıldıklarınız boştur! diyorlardı da Allah  buyurdu ki: Üzülmeyin ey mü'minler:
"Allah  asla sizin imanlarınızı zayi edecek değildir. Allah kullarına karşı Raûf ve Rahîmdir" (Bakara 143)
Buyuruyordu. Dikkat ederseniz zayi oldu dedikleri namazdı. Halbuki Allah "Sizin imanlarınızı zayi edecek değildir." buyuruyor. Yâni bakın burada amele de iman dendi. Öyleyse amel de imandır, iman da ameldir. Bunlar birbirinden ayrılmaz iki bütündür. İşte onlara siz de Mü'minler gibi iman edin! Siz de mü'minler gibi imanlarınızı görüntüleyin! Siz de mü’minler gibi imanınızı amele dönüştürün! Siz de mü’minler gibi iman kaynaklı bir hayat yaşayın! Dışarıdan bakıldığı zaman sizin hayatınızda da mü’minler gibi imanınızın eseri görülsün! Denildiği zaman derler ki:
"Biz de o beyinsizlerin inandığı gibi mi inanacağız? derler."
Yâni şimdi bizler de şu âdi, şu bayağı insanlar gibi mi iman edeceğiz? Bunlar gibi mi amel edeceğiz? derler. Yaşayan yaşasın! Biz konuşuyoruz derler. Bu işin yaşayıcıları ayrı, konuşucuları ayrı. Bizler edebiyatını yapanlardanız, yaşayanlar da yaşasın, biz onlardan değiliz derler.
"Dikkat edin! Gerçek sefihler, gerçek beyinsizler kendileridir. Fakat farkında değiller."
Gerçi beyinsizler, beyinsizliklerini ne zaman bildiler ki! Sapıklar, sapıklıklarını ne zaman anladılar ki? Bakın bu sözleriyle kimi kast ediyordu bu adamlar? Kime sefih diyorlardı? Arkadaşlar onların bu  sefih dedikleri sahabeydi. Sahabeye sefih diyorlardı. Bu sefihler gibi mi iman edeceğiz? Bugün de bu münâfık karakterli insanların aynı şeyleri söylediklerine şahid oluyoruz. Adama diyorsunuz ki; “Arkadaş, sahabe böyleydi, gel biz de böyle olalım! Biz de onlar gibi olmak, onlara benzemek zorundayız!” Çok rahat şunu diyebilmektedir adamlar: “E canım onların da ağzının tadı yokmuş yâni! Zevkleri yokmuş efendim! Yaşamayı bilmeyen insanlarmış. Hayatı tanımayan insanlarmış.”
Yâni gerçek müslüman tavrına davet edildiklerinde onu akılsızlıkla, beyinsizlikle itham edebiliyorlar. Veya evinde şunlar şunlar olmasın! denildiğinde: Yok ya! Bunu ancak zevkini bilmeyenler söyler! Diyebiliyorlar çok rahat. Ne bilecek bu enayiler ağzının tadını! Halbuki devir değişti! Filan diyorlar. İhtiyaç konusunda, ev tefrişi konusunda, hanımına karşı davranışları konusunda, sofrası, işçisine muamelesi konusunda, hademesine davranışları konusunda Allah’ın istedikleri hatırlatılınca çok rahat: İyi iyi anladık da arkadaş, hangi devirde yaşıyoruz? diyebiliyorlar. Bu devirde bunların modası çoktan geçmiştir diyebiliyorlar.
Meselâ bir arkadaş bilirim, bugüne kadar tanıdığım sanayiciler içinde dükkanında çalıştırdığı işçilerine en iyi davranan, en güzel muamelede bulunan birisi. Paralarını bol bol veriyor; izinlerde, düğünlerde, bayramlarda haklarını fazlasıyla veriyor. İşçilerinden kendileri veya hanımları, çoluk çocukları hastalanınca yakından ilgileniyor, evlerine gidiyor, hal hatır soruyor, onlara elinden gelen her şeyi yapıyor. Ama buna rağmen geçen seneler hep onun arabasını artırdı, evini artırdı, parasını artırdı. Yâni onun her şeyi artarken, her şeyi değişirken, lâkin onun dükkanında çalışanlar hâlâ bisikletle gelip gidiyorlar.
Peki sormak lâzım şimdi: Onun her şeyi değişirken berikiler neden yerinde sayıyor? Ya da nereden kazanıyor bu arkadaş? Kazandıklarının tümü berikilerin emeği olarak çıkıyor ortaya değil mi? Öyleyse onlar sahabeydi efendim! Biz onlar gibi yapamayız ki! Veya devir değişti efendim! Kapitalist bir toplumda müslümanca davranışa yer kalmadı! Ne yapalım eğer dediklerinizi yaparsak bu toplumda yok olup gideriz! Gibi münâfık laflarını bırakalım da çalıştırdığımız insanları, ya da sırtından kazandığımız insanları kendi hayat standartlarımıza yakın bir hayata çıkarmanın yollarını aramak üzere bunu Allah’a ve Resûlüne sormaya çalışalım. Bu konuda ne dersiniz ey Allah’ım? Ey önderim! Demeyi öğrenelim inşallah. Hep asgari ücret belirleyen zalimlerin dediklerini dinlemeyim. Allah ve Rasulüne sormadan düzen yapanların düzenlerini can simidi bilmeyelim inşallah. Çünkü az önce de dediğim gibi onların yaptıklarının tamamı ifsattır, bozmadır.
Peki ne demek sefih? Sefih kim? Bakın onu, sefihin kim olduğunu Rabbimiz anlatıyor:
"Kim İbrahim dininden yüz çevirir işte sefih odur" ( Bakara: 130 )
Sefihler İbrahim’in dininden, İbrahim’in yolundan yüz çevirenlerdir. Öyleyse adamlar kendilerini tam karşıda görüyorlar. Mü'min aynaydı ya zaten, bakıyorlar aynaya ve kendilerini görüyorlar. Yâni sefihler kendileridir. Çünkü kendileri İbrahim dininden yüz çeviriyorlar, Müslümanları gösterip, hadi sizler de bunlar gibi olun! Denilince de diyorlar ki onlar sefih. Görüyor musunuz? Adamlar imanı fakirlere, düşkünlere mahsus kabul ediyorlar da kendileri gibi şan şöhret sahiplerinin iman etmelerini düşüklük kabul ediyorlar. Bu iman ve amel işi o ağzının tadını bilmeyen zevksizlere aittir, bizler onlar gibi iman edemeyiz diyorlar.

14: “İnananlarla karşı karşıya geldiklerinde derler ki: İnandık!"
"Şeytanları (kendilerini aldatan akıl hocaları) ile baş başa kalınca da, biz sizinleyiz! Biz onlarla sadece alay ediyoruz! Derler."
Evet, müslümanlarla karşı karşıya kaldıkları zaman biz de müslümanız, biz de inanıyoruz derler. Sizin mü’mini olduğunuz şeylerin biz de mü’miniyiz derler. Ama müslümanlardan uzak akıl hocalarıyla özel mahfillerde buluştukları zaman da onlara derler ki: Biz sizinle beraberiz! Biz sizin safınızdayız! Biz sizin yanınızdayız! Kalbimiz sizinle beraberdir! Bakmayın siz bizim müslüman göründüğümüze! Aldırış etmeyin siz bizim müslümanca lâflar ettiğimize! Bütün bunları biz o müslümanları kandırmak için yapıyoruz! İnandığımız için filân değil! Aslında bu yaptıklarımızla biz müslümanlarla alay ediyoruz! Şu seçim sathi mahallerinde Allah, peygamber, din, iman, Kur’an, ezan, başörtüsü gibi bir kısım lâflar ettiğimize bakıp ta sakın bizim bunlara inandığımızı sanmayın! Biz aslında bunların hiç birisine inanmıyoruz! Biz aynen sizin gibi düşünüyor, sizin gibi yaşıyoruz! Sadece bu tür lâkırdılarla onların oylarını alabilmeyi hedefliyoruz! Bu enayilerle sadece alay ediyoruz! Ne yapalım, çaresiz onlardan görünmek zorundayız! Değilse bu enayiler bizi desteklemezler! Diyerek dostlarının, akıl hocalarının, kâfirlerin desteklerini kendilerinden çekmemelerini sağlamaya çalışırlar. Onlara karşı küfür tazelemesinde bulunurlar.
Amerika’daki, İsrail’deki, batı dünyasındaki kâfirlerle gizli gizli buluşmalarında, özel mahfillerde onlara sadâkat yeminleri veren bu alçakları inşallah bu saf müslümanlar bir gün anlayacaktır. Müslümanlarla karşılaştıkları zaman biz de müslümanız diyerek kendileriyle alay ettikleri halde hayatlarında inandık dedikleri İslâm’ın kokusunu bile göstermeyen bu sahtekârları tanıyacak bir gün inşallah bu müslümanlar. Kitaplarının bu âyetlerini tanıdıkça, Rablerinin bu uyarına kulak verdikçe, hadîseleri Allah rehberliğinde yorumlama basiretine ulaştıkça olacak yakında inşallah bu. Ama bu işin hızlandırılması için bilen müslümanlara çok iş düşüyor. Bir an evvel bu Allah âyetlerini insanlara ulaştırabilirsek, hem kendimizi, hem de çevremizi bu Allah âyetleriyle diriltmeyi hızlandırabilirsek olacak inşallah bu. Şüphesiz ki bu alçakların alçaklıkları, Allah  tarafından bu kadar açık ve net bir biçimde ortaya konulunca, mü'minlerin gayızları kaynar, sinirleri kabarır. Onların hemen işini bitirmek için Cenabı Hakkın hemen bunları kahretmesini veya kendilerine: "Bu hainlerin hemen kökünü kesin! İşlerini bitirin bu alçakların!" gibi bir emir, bir âyet, bir işaret göndermesini beklerler Allah’ın. Mü'minler bu hale gelirler. Onlara karşı gayızla, kinle, nefretle bilenirler. İşte Cenab-ı Hak mü'minlerin hamiyet-i diniyyelerinden ötürü bu dereceye geldikleri böyle son derece nazik bir noktada, bütün bu heyecanları yatıştırmak, mü'minleri teskin etmek için bakın şöyle buyuruyor:

15:"Hakikatte Allah  onlarla alay eder ve kendileri-ni taşkınlıkları ve azgınlıkları içinde bocalar bir halde bırakır."
Sanki bu âyetleriyle Rabbimiz biz müslümanlara şöyle buyuruyor: Siz sakin olun kullarım! Ben onlarla istihza ediyorum! Ben  onları maskaraya çeviriyorum, çevireceğim de daha. Âdeta Rabbimiz azgınlıklarına meydan veriyor, fırsat veriyor. Peki bu istihzayı nasıl anlayacağız acaba? Yâni nasıl bir istihza ediyor Allah  onlarla? Anlayabildiğimiz kadarıyla bunun mânâsı şudur Allahu âlem:
1- Dünyada bu adamlara müslüman muamelesi yapılıyor. Gerek ibâdet ve gerekse muamelât konusunda İslâm ahkâmı müslü-manlara uygulandığı gibi aynen bunlara da tatbik edilir. Çünkü bu adamlar her ne kadar müslüman değillerse de müslüman görüntüsü sergileyen insanlardır. Müslüman olmadıkları halde biz de müslüma-nız diyen insanlardır. Kalpleri kâfir, ama dilleri ve dışları müslüman görüntüsü veren insanlardır. Onun içindir ki bunlara da İslâm hukuku uygulanır. Bunun sebebi:
A- Böylece bunları bu kalben inanmadıkları İslâm ahkâmının tatbikine mecbur ederek her lahza gönül azabı içinde bırakmak ve münâfıklıklarının cezasını dünyada da çektirmektir. İşte istihza-i İlâhîden kasıt budur Allahu âlem. Düşünebiliyor musunuz? Adamlar inanmadıkları bir dinin namazını kılmak zorunda kalacaklar, inanmadıkları bir dinin orucunu tutmak zorunda kalacaklar. Azap bu yahu! Kalben kâfir iken dış görünüşü ile müslüman gibi görünmeye çalışmak adamı mahveder ya hu! Ruh dengesi bozulur insanın. Ama işte mertçe seçimlerini yapamamış, açıkça tercihlerini ortaya koyamamış bu insanlar böyle kendi elleriyle kendilerini bir tür azabın içine atmaktadırlar. Ve işte Allah böylece onlarla alay etmektedir. İşte istihza-i İlâhiyi böyle anlamaya çalışıyoruz.

B- Bir ikincisi de bunlar kendileri vapuru kaçırdılar ama bunların çocuklarından ciddi müslümanlar çıkmasına imkân hazırlamak için, Allah onlara imkân tanıyor. Böylece çocuklarına İslâm’ı duyurma imkânı hâsıl oluyor demektir. Yâni Allah bu adamları deşifre etmiyor. Yüzlerindeki maskelerini indirivermiyor. Münâfıklıklarına izin veriyor. Açık seçik âyetler göndererek bunların kimliklerini ortaya koyuvermiyor ki İslâm toplumu içinde yaşayan çocuklarına mesaj ulaştırılabilsin. Kendileri boşa gitse bile çocukları kurtulsun. İşte istihza-i İlâhiyi bir de böyle anlıyoruz.

C: Bir de hadislerde anlatıldığına göre Allah, bu münâfıklarla yarın istihza edecek. Bu istihzayı kıyamet günü gerçekleştirecek. Nasıl? Şöyle: Yarın Rabbimiz cehennemin kapılarını açıp: “Haydi ey kâfirler çıkın! Azabınız, cezanız bitti!” Buyurarak onlarla istihza edecekmiş. Onlar Allah’ın bu müjdesini duyunca sevinçten çılgına dönmüş bir biçimde cehennemin açılan kapılarına yönelecekler ve tam çıkmak üzere kapıların önüne geldikleri zaman da Allah kapıları kapatıverecek ve bunlarla bu şekilde alay edecekmiş. Düşünebiliyor musunuz? Binlerce, on binlerce yıl azabın içinde mahvolmuş, kahrolmuş insanlar bir anda Allah’tan âzât müjdesi alıyorlar. Onlardaki sevinci, heyecanı bir tasavvur edin.
Ve kurtulmak üzere tam kapıların ağzına geldiklerinde bir anda kapıların kapatılıp kurtulma ümitlerinin bittiği andaki tükenişlerini, kahroluşlarını bir tasavvur edin. Peki niye böyle istihza ediyor Rabbi-miz onlarla? Çünkü onlar da dünyada böyle yapmışlardı müslüman-lara. Onlarda önce özgürlük var efendim, din ve vicdan hürriyeti var, isteyen istediği gibi giyinebilir. İsteyen istediği gibi bir hayat yaşayabilir diyerek müslümanların önlerini açıyorlar, müslümanları tespit ediyorlar, samimi müslümanları fişliyorlar, ama sonra tüm kapıları kapatıp tek tek müslümanları topluyorlardı ya. İşte “Elcezaü min cinsil amel” Fehvasınca onların amelleri, yaptıkları cinsinden onlara ceza vermektedir anlıyoruz.

16:"İşte bunlar hidâyet yerine dalâleti satın almışlardır. Ama ticaretleri kâr getirmemiştir. Doğru yolu da bulamamışlardır."
Hidâyet tam ellerine geçmişken onu bırakıp da dalâleti, sapıklığı tercih ettiler. Hidâyet yerine dalâleti satın aldılar. Hidâyeti dalâletle değiştirdiler. Hidâyeti verip dalâleti tercih ettiler. Böyle bir alışverişte bulundular ama onların bu ticaretleri kendilerine kâr getirmedi. Kâr yolunu bulma imkânları da kalmadı. Ticarette iki maksat vardır:
1- Sermayeyi korumak, 2- Kâr etmek,
Bunlar kâr etmek şöyle dursun sermayeyi bile koruyamadılar. Sermayesi olmayan, sermayeyi koruyamayan bir adamın kâr etmesi düşünülebilir mi? Bırakın kâr etmeyi mevcut sermayeyi bile kaybettiler bu adamlar diyor Rabbimiz. Peki neydi bu sermaye? Sermaye imandı, sermaye hidâyetti. Hidâyeti kaybeden, imanı kaybeden bir adam nerde kaldı kâr etsin. Zira imansız hiçbir amelin kıymeti yoktur. İmandan kaynaklanmayan her amel boştur. Kâfirlerin yaptıkları her şey boştur. Onların yaptıkları zahiren insanlık için hayırmış gibi görünen tüm amelleri, tüm eserleri imandan kaynaklanmadığı için yarın değerlendirmeye bile tabi tutulmayacaktır.

Diyanet tefsiri :
13. İman ve inkâr yalnızca akıl ve bilgi işi olsaydı bütün akıl ve bilgi sahipleri inanır veya inanmazlardı. Halbuki tarih boyunca ileri düzeyde akü ve ilim sahibi kişiler arasında hem iman edenler hem de inkâr edenler bulunmuştur. Bu sebeple iman edenler akıllarıyla övünmezler; hidayeti, imana kavuşmayı, kendi irade ve tercihleri yanında Allah'ın hidayet ve yardımına da bağlarlar, O'na şükrederler. İnkarcılar ise yalnız akıllarına güvenir, akıl üstü varlıklara inanmaktan kurtulduklarını düşünür, iman ehlini akılsızlıkla, saflıkla, ekonomik ve kültürel yönlerden geri kalmışlıkla vasıflandırırlar, imanı bu etkenlere bağlarlar. 13. ve yukarısındaki âyetler işte bu tavır ve psikolojiyi açığa çıkarmakta; asıl akılsızların, aklını doğru kullanmayanlar, tercihlerini iman ve İslâm yönünde yapmayanlar olduklarını ilân etmektedir.
14-16. "Alay etmek, aldatmak, tuzaklara karşılık vermek" gibi fiillerin Allah'a nispet edilmesi, bunları yapanları, fiillerine uygun bir şekilde cezalandırması, kazdıkları kuyuya kendilerini düşürmesi sebebiyledir; nispet bu mânaya yöneliktir. Münafıklar durumlarını gizlediklerini ve müminleri aldattıklarını zannederek işlerini yürütürken ve bunda başarılı olduklarını düşünerek kendi aralarında müminleri alay konusu edinirken, Allah her şeyi bildiği ve Hz. Peygamber'e durumu bildirdiği için -yaptıkları, gizli kameradan ekrana aktarılan kimseler gibi-kendilerini alay konusu haline getirmektedirler. İkiyüzlülüğün dünyadaki cezası bununla da kalmamakta; kendilerini akıllı, iman edenleri de akılsız ve ahmak sananlar, kendilerine emanet edilen hayat, akıl ve irade sermayesiyle hidayet yerine sapkınlığı aldıkları için hayat ticaretini de iflasla kapatmaktadırlar. İnsanoğlunun hayat çizgisini belirleyen âmiller yalnızca onun kendi akıl ve iradesi, kendi çabasıyla elde ettiği bilgiler değildir; bunların ve daha başka âmillerin yanında eğitim çevresinin, rahman veya şeytandan gelen yönlendirici etkilerin önemli tesirleri vardır. Şeytanın cin türünden yardımcıları olduğu gibi insanlar arasından edindiği iş birlikçileri de vardır. 14. âyet "şeytanlarıyla baş başa kaldıklarında..." diyerek bu saptırıcı etkiye işaret etmekte ve insanları, kimlerle beraber olduklarına, kimlerin tesiri altında kaldıklarına dikkat etmeleri konusunda uyarmaktadır.

Prof. Bayraktar Bayraklı tefsiri :
Münafıklar İnananları Beyinsizlikle İtham Ederler; Gerçekte Kendileri Beyinsizdir:
13. Onlara, 'İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin!' denildiği vakit, 'Biz hiç beyinsizlerin iman ettikleri gibi iman eder miyiz!' derler. Biliniz ki, beyinsizler ancak kendileridir, fakat bunu bilmezler.
Onlara iman edin denildiğinde ifadesindeki, İman edin emrini kim vermektedir? Şüphesiz öncelikle Allah ve Peygamber. Vahyin muhatabı Peygamber vefat ettiğine göre, bu görev din eğitimcilerine düşmektedir. Zira, denildiği zaman ifadesi, ayetin bir zaman dilimine sıkıştırılamayacağını ve her zaman ve mekanda geçerli bir daveti ifade etmektedir.

Niçin "insanların iman ettiği gibi" şeklinde bir kıyaslama yoluna gidilmiştir? İman psikolojik bir olgu ve değer olduğu için, ölçülemez ve tartılamaz, bu nedenle de imanlar arasında bir karşılaştırma yapmak mümkün değildir. Buna karşılık imanın doğruluğunu veya yanlışlığını bilebilir ve davranışlarla ölçebiliriz. Zira iman kıyas kabul etmez ise de davranışlar kıyas kabul edebilir. İnanan insanların davranışlarındaki farklılık ve imanın etki derecesi böyle bir karşılaştırmayı mümkün kılmaktadır. Burada münafıklar, mü'minleri beyinsiz olarak nitelendirdiklerinden dolayı, onlar gibi iman etmeyeceklerini söylemekle büyük hatâ yapmaktadırlar. Onlara göre, akıllı insan iman etmez veya iman eden akılsızdır.
Bu insanlar neye iman edeceklerdi? Bunun cevabı Bakara/8'dedir. Allah'a ve ahirete iman eden insana; imanın diğer esaslarını kabul ettirebilirsiniz. Allah'a iman ile ahirete iman, diğer iman esaslarını çağıracaktır.
Yüce Allah bu tarz bir imanı beyinsizlik olarak nitelendirenlerin, kendilerinin beyinsiz olduklarını bilmediklerine dikkat edilmesi gerektiğine işaret etmektedir. Biz bu ayetin analizinden psikolojik bir ilke çıkartabiliriz. Bazen insanlar, kendi ruh hallerini anlatırken, karşısındaki insanı kullanır. Karşısındaki insanın boy aynasında kendisini görür ve böylece gördüğü ile kendisini anlatmaya çalışır. Aslında münafığın kendisi beyinsiz olduğu halde, beyinsizliği iman edenlere yükler ve böyle bir değerlendirmede bulunur. Bu durum bir şahsiyet bozukluğudur; özbenlik yerine ayna benlikle olayları değerlendirmektir. İşte Yüce Allah bu psikolojik projeksiyonu anlatarak, böyle bir yaklaşımla münafıkların kendilerini tanımladıklarına dikkat çekmektedir.
Başkalarında kendini görüp anlatmanın hangi psikolojik saikle meydana gel-diği sorusunun cevabı, (Fakat onlar bunu bilmezler) ifadesi ile verilmektedir. Kendi özelliğini başkalarına yansıtma yanlışlığı, hatta ruh hastalığı, ''bilgisizlikken kaynaklanmaktadır. Kendi iç alemi ile ilgili gözlem yapamayan ve kendi psikolojik yapısını tahlil edecek bilgiye sahip olamayan seviyesiz ve hasta ruhlu insanlar ancak böyle isabetsiz bir değerlendirme yapabilirler.

Münafıklar İki Yüzlüdür, İnsanlarla Alay Ederler:
14-15. İnananlarla karşılaştıklarında, İman ettik' derler, reisleriyle başbaşa kaldıklarında ise, 'Biz sizinle beraberiz, biz sadece alay ediyoruz' derler. Allah onlarla alay ediyor ve taşkınlıkları içinde şaşkınca dolaşmalarına süre tanıyor.
Münafıkların çifte standardının diğer bir tezahürü de, inananlarla karşılaşınca takındıkları tavırla, şeytanları ile buluştuklarında takındıkları tavrın birbirine uymamasıdır.
Bu iki ayet birlikte değerlendirildiğinde şu hakikatleri yakalamamız mümkündür:

a) Ayetler insanlığın önemli bir hastalığı olan ikiyüzlülüğe ışık tutmaktadır. İkili davranma şeklindeki münafıklık, insanlığın yakasını tarih boyu bırakmamıştır. Bu demektir ki münafıklar her zaman bulunacaktır.
b) Ayette geçen şeytan kavramı, reis manasına da gelir. Böyle düşünülünce, insanlardan da şeytan olduğu ortaya çıkmaktadır. İnsan, bizzat İblis'in kendisi olmaz ama geliştirdiği bozuk kişilikle şeytan ruhlu ve davranışlı olabilir. Veya şeytan onların yanında bulunur ve sürekli şeytanın dediğini yaparlar,  onun  gibi  davranırlar.  Bu  manada   'ins  şeytanı'ndan  sözedilir. En'âm/112'de bu hususa işaret edilmekte ve şöyle buyrulmaktadır:
(Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. Onlar, aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar).
İblis cinlerden olduğu halde, şeytan hem cinlerden, hem de insanlardan olabilir. Eğer bir insan diğerini kötü manada etkileyip yoldan çıkarıyorsa, o onun şeytanıdır:
"İnsanların kalplerine vesvese sokan, pusuya çekilen cin ve insan şeytanının şerrinden, insanların rabbine, insanların melikine ve insanların ilahına sığınırım" de). [Nâs/16]
İnsanların gönlüne vesvese nasıl verilir? Cinlerden olan şeytan için bu kolaydır, ama insten olan şeytan bunu nasıl yapabilir? Sözlü ve yazılı iletişimle insanların beyinleri bulandırılır ve insanlara vesvese verilebilir. Özellikle günümüzde medyaya dikkat etmek gerekir. Eskiden, yüz yüze gelmedikçe bu vesveseyi vermek mümkün değildi. Yakın ve kapalı grupların içinde bu vesvese verilebiliyordu. Ama şimdi teknoloji dünyayı küçültmüş ve tek bir grup haline getirmiş; vesvesenin alanını genişletmiş, vasıtalarını da artırmıştır. Çağımızda, ins şeytanının gücü cin şeytanının gücünü aşmış ve etkisi daha yaygın hale gelmiştir. İns şeytanının alanı, gücü ve araçları arttıkça, cin şeytanının görevi azalmaktadır.
Bir zamanlar, peygamberlere düşmanlık yapan bu cin ve ins şeytanları, işlevlerini yüzyüze ve kulaktan kulağa yapıyorlardı. Peygamberlerin tebliğini engelliyor, onların ardından hadîs uyduruyor ve faaliyet alanlarını daraltmaya çalışıyorlardı. Bu manada şeytanlar, faaliyetlerini çok dar bir alanda sürdürüyorlardı; ama teknolojik devrim, bu vesvese alanını genişletmiş ve reislerinde de değişim yapmıştır. Bunun sonucu olarak, münafıkların reisler de sayıca fazlalaşmıştır.
Şeytan kelimesi şe-ta-ne'den türemiştir, manası uzak olmaktır. Şeytan Allah'tan uzak olduğu için, insanı da Allah'tan uzaklaştırmaya çalışır. İnsanı uzaklardan etkileyen insan şeytanları da aynı görevi yapmaktadırlar. Ayrıca şeytan uzak durulması gereken varlıktır.
Diğer taraftan şe-ta-ne kavramı, bağlamak, bitiştirmek, düğümlemek manalarına da gelmektedir. Bu anlamda şe-ta-ne kelimesi şeytanın insanı bağlamasını, onun algı aktlannı düğümlemesini, aklını kullanamaz hale getirmesini ifade eder.

c) Ayetin, (Biz ancak alay ediyoruz) kısmında geçen müstehziûn kavramı he-ze-e fiilinden gelmekte olup hafiflik, hızlı koşmak, olduğu yerde ölmek manalarına gelir. Diğer taraftan alay etmek, eğlenmek anlamlarını da ifade eder. Onun için ayetin sonu Alay ediyoruz diye bitiyor, "Onlarla alay ediyoruz" demiyorlar. Eğer inananlar, iman etmeselerdi, onlarla alay edilmeyecekti. En'âm/33'de buna işaret vardır:
(Onların söylediklerinin, gerçekten seni üzmekte olduğunu biliyoruz. Aslında onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o zalimler açıkça, Allah'ın ayetlerini inkar ediyorlar).
İşte bu ayete göre, yalanlanan Hz. Peygamber değil, Allah'ın ayetleridir. Bu ayeti, konumuz olan Bakara/14 ayetine taşırsak ortaya şu sonuç çıkacaktır: Onlar inananlarla değil, onların imanlarıyla alay ediyorlar. Demek ki, inkar ve alay gibi şeyler insanın zatına değil inancına, düşüncesine ve bilgisine yapılmaktadır. Böylece ayet bize, eğitimin şu ilkesini vermektedir: İnsanların birbirlerine tepkileri, bu tepkilerin inkar ve alay halini alması ve bu eylem sahiplerinin ikili oynamaları, hep düşünce alanında meydana gelmektedir. Düşünce ve iman alanı daima çatışma halinde sürüp gideceği için Yüce Allah bunu burada açıklamaktadır:
(Eğer onlara, niçin alay ettiklerini sorarsan, elbette 'Biz sadece lafa dalmış şakalaşıyorduk' derler. De ki: 'Allah ile, O'nun ayetleriyle ve O'nun peygamberi ile mi alay ediyorsunuz?') [Tevbe/65]
En'âm/33 ayeti ile bu ayeti bir araya getirince, münafıkların kiminle, ne ile ve nasıl alay ettikleri ortaya çıkmaktadır. Bunun için yalanlamakla alay etmek hemen hemen aynı manaya gelmektedir:
(Gerçekten onlar, kendilerine Hak geldiğinde onları yalanlamışlardı. Fakat yakında onlara alay ettikleri şeyin haberi gelecektir). [En'âm/5]
Ayetin başında yalan sonunda da alay yer almaktadır. Allah, "Yalanladıkları şeyin haberi gelecektir" demeyip, Alay ettikleri şeyin haberi demiştir. Bu ayette alay, yalanlama yerine kullanılmıştır:
 (Sonunda, Allah'ın ayetlerini yalan sayarak ve onları alaya alarak kötülük yapanların akıbetleri pek fena oldu). [Rum/10]
Aynı şekilde bu ayette de, yalan saymakla alay etmek, kötülük bakımından eş manalı eylemler olarak kabul edilmiştir.
İnsanlar Allah'la alay edemezler, Allah adına peygamberle alay edilmiştir. Ancak bu olay onların kişiliklerine değil, tam tersine getirdikleri mesaja yöneliktir. Bu nedenle Tevbe/65'de yer alan Allah ile alay etmek eylemi, Allah'ın gönderdiği mesajla alay etme anlamında yorumlanmalıdır.

Eğer bu yalanlamalar ve alaylar hakikatin karşısında bir engel teşkil etmeselerdi, şimdi insanlık başka çizgide ve medeniyetin başka bir seviyesinde olabilirdi. İnsanlık bu yalan ve alaylar yüzünden çok geri kalmış ve çok günahlar işlemiştir.

Münafıklar, inananlarla nasıl alay ederlerdi? Bu sorunun cevabını şu ayetlerde bulmaktayız:
Suç işleyenler, inananların üstüne kükrerlerdi. Onların yanından geçtikleri zaman, birbirlerine kaş göz işaretleri yaparak, onları küçümserlerdi. Ailelerine döndükleri zaman da eğlenmeye başlarlardı. İnananları gördüklerinde, 'Şunlar sapık insanlar' derlerdi. Oysa kendileri onların üzerine bekçi gönderilmemişlerdi. İşte bugün de inananlar, kâfirlerin üzerine kükrerler. [Mutaffîfin/29-35]
Kaş göz hareketleriyle küçümsemek, inananlara inancından dolayı deli muamelesi yapmak, alay etmenin çeşitlerindendir. Birbirine yakın bir yerde yaşayan insanların alayı bu şekilde olabilir ama, uzaklardan alay etmenin başka metotları vardır. Birbirini tanımayan gruplar, ideolojik bakımdan birbirleriyle mücadelelerini sürdürürken, diğer gruplar hakkında senaryolar yazarak ve onları tiyatro ve filmlerde oynayarak da alay ederler.
Günümüzde iletişim vasıtaları fevkalade çoğalmıştır. Ancak bu vasıtaların belli güçlerin eline geçmesi belirgin tehlikeler taşımaktadır.
Düşüncelerinden dolayı insanlarla alay etmek, bir hamlığın, yobazlığın ve seviyesizliğin eseridir. Alay etmek, insan onuruyla oynamak olduğu için büyük günahtır. İnsanın, insana reva gördüğü bu muamelenin karşılığında Allah, onlarla alay etmektedir. Onun için Bakara/l5'de Allah onlarla alay ediyor buyuruluyor. Çünkü alay etmek 'tuğyan'dır. Tuğyan ise, aşın derecede isyan etmektir.
Suyun sınırı aşıp taşması manasına gelen tuğyan, insan ilişkilerini bozan taşkınlıktır. Taşkınlık içinde bocalar halde onları bırakmak suretiyle Allah da onlarla alay etmektedir.
Allah da kendileriyle alay eder ve onları taşkınlıkları içinde bırakır, bocalayıp dururlar.
İnsanın insanla alay etmesi, bir taşkınlık, bir isyan ve bir bocalamadır. Bunu yapan insanları zamanla utanılacak hale düşürmesi ve böylece alay edilecek hale gelmeleri, Allah'ın onlarla alay etmesidir.
İmandan sonra, fasıklık ne kötü bir isimdir! Kim de tevbe etmezse, işte onlar zalimlerdir. [Hucurât/11]
Ayıplama, kötü lakap takma gibi davranışları Yüce Allah fasıklık olarak nitelendirmektedir. Bu günahtan ötürü tövbe edilmesini istemektedir. Tövbe etmeyenleri de zalim olarak vasıflandırmaktadır. Müslümanlıkla münafıklığı ayıran çizgide, insanların birbirlerini ayıplamaları yer almaktadır. Eğer bir grup müslüman erkek ve kadın, alay etmeyi ahlâk edinirlerse, münafıklık alanına girmiş olurlar. Bir müslüman, dinî hayatını, servetini ve statüsünü kullanarak başkalarıyla alay edemez. Bunu yaptığı zaman müslümanlıkla münafıklığın arasında yer alan fasıklık alanına girmiş olur. İşte, Yüce Allah yukarıda zikrettiğimiz ayetleriyle, alayın bir alameti, ahlâkı olduğunu söyleyerek, müslümanların nasıl davranmaları gerektiğini anlatmakta, öğretmekte ve eğitimini yapmaktadır.

Hidayete Karşılık Sapıklığı Satın Alırlar:
16. İşte onlar, hidayete karşılık sapıklığı satın alanlardır. Onların bu ticareti kazançlı olmamış, kendileri de zafere erecek değillerdi.
Yukarıda zikrettiğimiz münafıkların davranışları bu ayette tek bir kavramla: dalâlet kavramıyla ifade edilmektedir. Yoldan sapmak, haktan sapmak, hata etmek, kaybolmak, mahvolmak, batıl olmak, bir şeyi gömmek, Allah'ın dininden sapmak, şaşkınlık manalarına gelen dalâlet kavramı, münafıkların davranışlarına verilen bir sıfattır.
Dalâlefin karşıtı olan ve gündüz, yol, doğru yol manalarına gelen hidayet kavramı, münafıkların davranışlarının zıddını ifade etmektedir. Hidayet, aynı zamanda zafere giden yol demektir. Dalâlet de, insanı mahva ve mağlubiyete götüren sapık yoldur.
Allah bu ayette, münafıkların, inanç ve davranışlarıyla kendilerini Allah'tan uzaklaştıran yolu tercih ettiklerini, onu satın aldıklarını; o yolun uğruna doğru yolu bıraktıklarını vurgulamaktadır. Yüce Allah bu işlemi ticaretle örneklendirmektedir. Bu ticaret, çürümüş ve işe yaramayan malı satın alan, bunun yerine sağlam ve işe yarayan mallan bırakan adamın ticareti gibidir.
Aslında hidayet, evrensel değerlerin oluşturduğu bir değerler sisteminin adıdır. Hidayet insanın nefsine, şeytana ve sapık fikirlere karşı aklın kazandığı zaferdir. Bu zafer insanı Allah'a götüren başarının kendisidir.
Münafık, insanı Allah'a götüren yolu bırakıp, O'ndan uzaklaştıran yolu satın almakla iflas eden bir tüccar gibidir.
Dikkat edilirse, satın alma eylemini insanın kendisi yapmaktadır. Bundan dolayı da sorumludur. Bu öylesine bir satın alma eylemidir ki, bir daha zafer yolunu, ticaret yolunu, başarı yolunu bulma ihtimalini de kapatmaktadır.  (Doğru yolu da bulamadılar) ibaresi, bunu ifade etmektedir.

Bakara 8-12: Kur'an münafıkları tanıtıyor



Prof. Seyid Kutub tefsiri:
Bu tablo, o günlerin Medine'sinde canlı bir realite olarak gerçekten vardı. Fakat zaman ve mekân sınırlarını aşınca; bu tablonun, insanlığın bütün kuşakları boyunca tekrarlanan, yeniden yaşanan bir örnek olduğunu görürüz. Bu tür münafıklara toplumların üst tabakasını oluşturan kesiminde rastlanır. Bunlar hakk karşısında ne onu açıkça kabul edecek cesareti ve ne de onu açıktan açığa inkar edecek cüreti gösterebilirler. Bunlar aynı zamanda kendilerini halk kitlelerinden üstün görürler ve her şeyi onlardan daha iyi bildiklerine inanırlar. Bundan dolayı biz bu ayetleri belirli bölge ve zaman sınırlamasından soyutlayarak algılama eğilimindeyiz. Onları her kuşaktan münafıklara ve insan nefsinin her kuşakta değişmez kalan özüne dönük olarak yorumlayacağız.
İnsanların bu kesimini oluşturan kimseler Allah'a ve Ahiret gününe inandıklarını ileri sürerler, ama aslında bu dediklerine inanmış değillerdir. Onlar inkârcı olduklarını söylemeye ve "müminlere karşı gerçekten ne düşündüklerini açıkça ortaya koymaya cesaret edemeyen ikiyüzlü münafıklardır.
Onlar kendilerini sıradan halk kitlelerini aldatabilen zeki, hatta dahi kimseler sanırlar. Oysa Kur'anı Kerim onların bu eylemlerinin mahiyetini tanımlıyor. Bu tanıma göre onlar müminleri değil, doğrudan doğruya Allah'ı aldatıyor, daha doğrusu aldatmaya yelteniyorlar.
Bu ve buna benzer ayetlerde önemli bir gerçekle, yüce Allah'ın onurlandırıcı büyük bir iltifatı ile karşılaşırız. Kur'anı Kerim'in sürekli biçimde vurguladığı, gözler önüne serdiği bu önemli gerçek; yüce Allah ile müminler arasında sıkı bir ilişki olduğu realitesidir. Bu realitenin ifadesi olarak yüce Allah müminlerin safını kendi safı, müminlerin işlerini kendi işi ve müminlerin durumunu kendi durumu sayıyor. Onları kendi zatına ekliyor, himayesi altına alıyor, düşmanlarını kendi düşmanı biliyor ve onlara yöneltilmiş olan hile ve tuzakları kendine dönük kabul ediyor.
Bu, yüce ve onur bağışlayıcı bir iltifattır. Müminlerin statülerini ve gerçek mahiyetlerini en yüksek düzeye yükselten, bu evrende iman realitesinden daha büyük ve daha onurlu bir realite olmadığını düşündüren bir iltifat... Ayrıca müminin kalbini sınırsız bir güvenle dolduran bir iltifat. Sebebine gelince mümin, bu ayetleri okurken yüce Allah'ın, onun problemini kendi problemi, onun kavgasını kendi kavgası, onun düşmanını kendi düşmanı saydığını, onu kendi safına aldığını ve kendi yakınına yücelttiğini görür. Bu durumda olan bir mümin için, düşmanların hileleri, aldatmaları, baskı ve eziyetlerinin ne anlamı olabilir, ne değer ifade edebilir ki!..
…….
Bu gerçek, bir yandan müminler tarafından değerlendirilip onların hiçbir hilekârın hilesini, hiçbir sahtekârın aldatmacasını ve hiçbir zorbanın eziyetini umursamadan, güvenle ve sebatla, yollarına devam etmelerini sağlayıcı bir nitelik taşırken öte yandan müminlerin düşmanları tarafından da değerlendirilip korkmalarına, ürkmelerine, kimle savaştıklarını öğrenmelerine ve müminlere sataşınca kimin sillesini yemeyi hak edeceklerini anlamalarına yolaçacak bir ağırlık taşır.
"Oysa sadece kendilerini aldatıyorlar, ama bunun farkında değildirler."
Onlar öyle ağır bir gaflet, bir sarhoşluk içindedirler ki, farkında olmadan sadece kendilerini aldatıyorlar. Çünkü yüce Allah onların aldatma girişimlerini biliyor. Bunun yanında müminler de yüce Allah'ın himayesi altında oldukları için O, onları bu aşağılık aldatma girişimi karşısında koruyor. Fakat o hilebazlar gaflet içinde yüzdükleri için kendi kendilerini aldatıyorlar, kendi kendilerine oyun oynuyorlar. Kendilerini aldatıyorlar; çünkü bu iki yüzlülükle kazançlı çıktıklarını, istedikleri kârı elde ettiklerini ve müminler arasında kâfirliklerini açıklamanın sakıncalarından korunduklarını sanıyorlar. Bunun yanında içlerinde kâfirlik gizlerken dışarda takındıkları münafıklık çehresi yüzünden kendilerini tehlikeye atmış, kendilerini kötü bir sonuca mahkûm etmiş oluyorlar. Fakat acaba münafıklar neden böyle çirkin bir yola başvuruyor, niçin böylesine bir hile yapmaya girişiyorlar? Sorunun cevabını yüce Allah veriyor:
"Onların kalplerinde hastalık vardır."
Yani karakterleri bozuktur, hasta ruhludurlar. Açık ve dosdoğru yoldan sapmalarına ve bu yüzden yüce Allah'ın bu anormalliklerini daha da arttırmasını hak etmelerine tek sebep ruhlarının hasta oluşudur.
"Allah da bu hastalıklarını arttırmıştır."
Sebebine gelince; hastalık, başka bir hastalık doğurur. Sapıklık, işin başında basit, önemsiz görünür. Fakat yanlışa doğru atılan her adım sonunda doğru çizgi ile aradaki açı genişler, böylece sapma büyür. Bu değişmez bir kanundur. Bütün nesnelerde, bütün şartlarda, bütün duygu ve davranışlarda geçerli olan ilâhî bir kanun.
Bu duruma göre onlar belli bir akıbete, yüce Allah'ı ve müminleri aldatmaya girişenlerin hak ettikleri kaçınılmaz akıbete doğru doludizgin ilerlemektedirler. Bu akıbet şudur:
"Bu yalancılıkları yüzünden onları acı bir azap beklemektedir"
Bu münafıkların, özellikle Hicret olayının başlarında kavimleri arasında sosyal mevkii, otoritesi, liderliği olan Abdullah b. Ubeyy b. Selul gibi ileri gelenlerin bir başka sıfatı daha var. Bu sıfat, toplumda yolaçtıkları bozgunculuğu ısrarla savunma ve yaptıklarının cezasını görmemenin verdiği şımarıklıkla tutumlarının doğru olduğunu inatla ileri sürme sıfatıdır. Yüce Allah onların bu niteliğini bize şöyle tanıtıyor:
"Onlara "yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayın" denildiği zaman "Biz yapıcı, düzeltici kimseleriz" derler. İyi bilesiniz ki, onlar bozguncuların ta kendileridirler, fakat bunun farkında değildirler."
Yani, bunlar sadece yalancılık ve aldatma ile yetinmiyorlar, bu kötü sıfatlarına küstahlığı ve kör inadı da ekliyorlar. Bunun sonucu olarak kendilerine "Yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayın" denilince bozguncu olmadıklarını söylemekle yetinmiyorlar, "Biz yapıcı, düzeltici kimseleriz" demekle daha da ileri giderek işi şımarıklığa ve yaptıklarını haklı göstermeye dökmektedirler
En iğrenç bozgunculuğu yaptıkları halde kendilerinin yapıcı ve düzeltici olduklarını ileri sürenlerin sayısı her devirde çoktur. Bunlar böyle derler, çünkü ellerindeki değer ölçüleri, kriterler bozuktur. Çünkü insanın vicdanındaki ihlâs ve sırf Allah'ı amaç bilme ölçüsü bozulunca diğer ölçülerinin ve değer yargılarının da bozulması kaçınılmaz olur. Başka bir deyimle yüce Allah'a ihlâsla bağlı olmayanların, kalplerinde böylesine kesin inanç barındırmayanların bozguncu davranışlarının farkına varmaları imkânsızdır. Sebebine gelince; böylelerinin vicdanlarındaki iyilikkötülük, yapıcılık ve bozgunculuk ölçüleri kişisel arzu ve ihtiraslarına göre sık sık değişir, hiçbir zaman ilâhî bir kaidenin üzerine oturamaz.
İşte bundan dolayı şu gerçekçi tanım ve kesin akibet bildirimi ile karşı karşıya geliyorlar:
"İyi bilesiniz ki, onlar bozguncuların ta kendileridirler, fakat bunun farkında değildirler"
Onların diğer bir özellikleri de halk kitleleri karşısında büyüklük taslamaları, kendilerini üstün görmeye kalkışmalarıdır. Onlar bu yolla halkın gözünde sahte bir mevki kazanmayı amaçlarlar

Prof. Bayraktar Bayraklı tefsiri :
8. İnsanlardan bazıları, inanmadıkları halde 'Allah'a ve ahiret gününe inandık' derler.
Bakara/8'den, 21. ayete kadar, bu büyük azaba duçar olanların ruh haleti ve davranışları çeşitli boyutlarıyla açıklanmaktadır.
İnanmadığı Halde İnandığını Söylemek:
Ayette ele almamız gereken kavramlardan biri 'insan' kavramıdır. Çünkü bütün davranışların arkasında insan tabiatı vardır. Bu yaratılışa dikkat çekmek için Yüce Allah ayette 'insan' kavramına yer vermiştir. Bu kavramın manasından, davranışlara gitmek ve davranışları tahlil etmek uygun olur.
İnsan kelimesinin kendisinden türediği ne siy e kelimesi 'unutmak' anlamına gelir. Kendisinden bir söz, ahid alındığı ve bu ahdini unuttuğu için ona bu ad verilmiştir. Bu manada insan kelimesinin fiil hali şu ayette yer almaktadır:
Andolsun biz, daha önce de Âdem'e ahid vermiştik. Ne var ki o, unuttu. Onda bir azim de bulmadık. [Taha/115]
Unutup yanlış harekette bulunmak, insan olmanın doğasında bulunan bir özelliktir. Gerçeğe karşı çıkmak, unutma zaafının ürünüdür. İnsanın bu yönünü vurgulamak için Yüce Allah, bu ayette 'insan' kavramını kullanmıştır.
"Allah'a ve ahirete inandım" dediği halde inanmamak, gönül ile dilin ayrı olduğunu, aralarında bir birliğin bulunmadığını gösterir. Dil ile gönlün bir bütün teşkil etmesi, tevhidi meydana getirir. Bu sebeple ilahî dinlerin temeli tevhid esasına dayanır. Bu durum aynı zamanda mü'min olmanın gereğidir. Dil ile gönül bir olmayınca insanın şahsiyeti ikiye bölünmektedir. İnsanın kendisini ikiye bölmesi, onu çifte şahsiyete götürür. Bu çifte şahsiyetli insanlara Allah 'münafık' demektedir. Münafıklık çok fena bir sıfat ve çok yaralayıcı bir eylemdir, ikili yani bölünmüş, ya da parçalanmış bir şahsiyet, yalancılığın üzerine oturur. Ayette bu durum, Allah, münafıkların kesinlikle yalancı olduklarına şehadet etmektedir Münafıkûn/1] şeklinde ifade edilmektedir.
Kalpte olmayanı dil ile söylemek, insanın kendisini yalanlamasıdır. Kendi kendisiyle çelişen bir psikolojik yapı, insan için rencide edici bir durumdur.
 (Ağızlarıyla kalplerinde olmayanı söylüyorlardı. Halbuki Allah, onların içlerinde gizlediklerini daha iyi bilir). [Âl-i İmran/167]
 (Onlar kalplerinde olmayanı dilleriyle söylerler). [Fetih/11]
Demek ki, dil ile gönlün birbiriyle tutarsız olması, şahsiyet bütünlüğünü bozmaktadır. İman ettiğini itiraf ettiği halde, imanın gönüllerinde yer etmediği insanlar da aynı gruba dâhildirler:
 (Bedevî Araplar, 'İman ettik' dediler. Siz iman etmediniz, müslüman olduk deyin. Çünkü iman, henüz kalbinize girmedi). [Hucurât/14]
İmanın kalbe ulaşması ve oraya girmesinin kanıtı, orada meydana getireceği manevî gelişim ve değişimdir. Kalp, iman etmezden önceki katılığını muhafaza ediyorsa, iman oraya girmemiş demektir. İman kalbe girmediyse, dil de değişime uğramayacak, durmadan yalan konuşacaktır. O zaman insan, kendi içinde çifte standardı yaşayan bir varlık olacaktır. Böylesine bir tutarsızlık ve çifte standartlılık, insanın münafık damgasını yemesine sebep olmaktadır. Böylece münafıklık insana çok çirkin bir statü kazandırmakta, bu nedenle ahirette de en büyük azaba duçar olmaktadır:
(Kesinlikle münafıklar, ateşin en alt tabakasındadırlar). [Nisa/145]
Demek ki münafık, kâfirden daha aşağı bir statüde bulunacaktır. [53]

Münafığın Davranışı Aldatmaya Yöneliktir:
9. Allah'ı ve iman edenleri aldatıyorlar. Halbuki onlar kendilerini aldatıyorlar da, bunun bilincinde değillerdir.
Allah'a ve ahirete inanmadığı halde, inandım diyen insan, aslında Allah'ı ve inananları aldatma amacındadır. Yüce Allah, kalbi ile dilini ayıran insanın beşerî ilişkilerinin hangi temele oturduğuna işaret etmektedir. Aldatma gibi bütün insanlığın kötü kabul ettiği bir davranış biçimi ile Allah ve iman edenlerle iletişim kurmaya kalkışmak, münafığın önemli bir vasfıdır. İnsanlar niçin böylesine bir aldatma yoluna girerler? Ayetteki 'aldatma' fiilini Hz. Peygamber dönemi için ele alırsak, bunun sebeplerini şöyle sıralayabiliriz:
* Hz. Peygamber ve mü'minlerin yanında mü'min muamelesi görmek; inananların statüsüne sahip olmak,
* Mü'min görünerek mü'minlerin sırlarını öğrenmek ve kendi yandaşlarına casusluk yapmak,
* Öldürülme korkusundan uzak kalmak; çünkü, 'tevhid' kelimesini söyleyen insanlar öldürülmez.[54]
* Ganimetlerden istifade etmek.
Râzî'nin zikrettiği bu sebepler, o gün için doğrudur. Ama günümüzdeki münafıkların aldatmalarının boyutları ve sebepleri daha farklı olabilir. Ancak bu sebeplerden ilk ikisi evrensel sebepler arasında yer alır.
Allah, münafıkların bu özelliklerini anlatmakla neyi gerçekleştirmeyi amaç edinmektedir? Yüce Allah münafıkların bu özelliklerine dikkati çekerek, müslümanların dikkatli olmalarını istemektedir; münafıkların iç alemini ve onların çifte standartlı davranışlarını anlatmakla müslümanların bilincini geliştirip, eğitmeyi gaye edinmektedir. Müslüman, meselelere Allah'ın ışığı ile bakıp, bunu da aldanmamasıyla gösterir. Her insanın sözüne güvenmek, bağlanmak ve kapılmak, başarının elden gitmesine neden olur. Burada müslümanların da dikkat etmesi gereken bir husus mevcuttur. Ayet birbiriyle ikili oynayan müslümanların da münafık olacaklarının işaretini vermektedir. Onlar sadece kendilerini aldatıyorlar demekle Yüce Allah, aldatmanın, kendi kendini sokan akrep gibi, aldatan insana geri dönüp ona zarar verdiğine işaret etmektedir. Sosyal ilişkilerde, aldatma ile verilecek zarar ve kurulacak tuzak, geri teperek sahibine zarar verecektir.
İşte, bunun farkına varmak bir şuur işidir; bir olgunluk ve bir eğitilmişlik seviyesidir. Şuurunda değillerdir sözü ile Yüce Allah, münafıklann davranışları arkasındaki nedenlerden birini şuursuzluğa bağlamaktadır. Demek ki, çifte standartlı olmak, aldatmaya, aldatma da şuursuzluğa bağlı olarak çalışmaktadır. Böylece Yüce Allah, bir davranış psikolojisinin analizini yapmış olmaktadır. Bu analizde şunu görüyoruz: Gönül ile dilin arasındaki uyumsuzluk ve aldatma duygusu, bir şuur dağılması, bir bilinç bozukluğu ve farkına varamama gibi psikolojik bir hastalık meydana getirmektedir.

Münafıkların Kalpleri Hastadır:
 10. Onların kalplerinde bir hastalık vardır. Allah da onların hastalığını artırmıştır. Yalan söylediklerinden dolayı, onlara acı veren bir azap vardır.
İnsanda maddî kalp bir tane olmasına rağmen manevî kalp türlü türlüdür. Bunlardan biri de "hasta kalp" ya da "içinde hastalık olan kalp"tir. Nefis tarafından işgal edilmiş kalp bu adı alır. İnsanın iç aleminde akıl ile nefis, kalp ülkesinde savaşmaktadır. Kalbin siyasî erki nefsin eline geçince, kalpteki bütün güçlerin hastalanması mukadder oluır. Nefisten, iki yüzlülük, aldatma ve yalan gibi hastalıklı davranış virüsleri kalbe sızınca, gönül hastalanır.
Hasta kalp hangi davranış bozukluklarına sebep olur?
1. Hastalık derecesinde insana korku getirir:
Kalplerinde hastalık bulunanların; 'Başımıza bir felaketin gelmesinden korkuyoruz' diyerek onların arasına koşuştuklarını görürsün. [Maide/52]
Hasta gönüle sahip olanlar korkaklık psikolojisine bürünürler; yapmamaları gereken davranışları sergilerler. İnkarcıların düşmanlıklarından korktukları için, onlarla dost olmanın çarelerini ararlar. Kendilerine, toplumlarına ve düşmanlarına karşı iki yüzlü bir tavır içinde olurlar.
2. Değerlendirmelerinde hata yaparlar:
O zaman münafıklarla, kalplerinde hastalık bulunanlar: 'Bunları, dinleri aldatmış' diyorlardı. Halbuki, kim Allah'a dayanırsa, bilsin ki Allah mutlak galiptir, hikmet sahibidir. [Enfal/49]
Müslümanlara bakıp, dinlerinin onları aldattığını söyleyecek kadar yanlış değerlendirme yapmak, münafıklık alâmetidir.
3. Haktan uzaktırlar:
Kalplerinde hastalık olanlar ve kalpleri katılaşanlar için, şeytanın attığı şeyi bir deneme yapsın. Zalimler, haktan uzak bir ayrılık içindedirler. [Hac/53]
Kalbi hasta olanlar, Rahmanî olan mesajla, şeytanın iğvasını (vesvesesini) ayıramaz ve bunun neticesinde haktan uzakta kalırlar. Hastalık, insanla hakikat arasında bir mesafe oluşturur. Hasta kalpli insanlar, haktan o kadar uzağa düşerler ki, ona uzanma imkanları kalmaz.
4. Cinsel sapıklıkları vardır.
Aklın nefis üzerindeki kontrolü ortadan kalkınca, cinsel arzular öne çıkmaktadır. Öne çıkan cinsel arzular, insan davranışlarını etki altına alır ve erkek kadını sadece bir seks aleti olarak görmeye başlar. Bu tip istismarın sınırı yoktur. Yüce Allah, bu sınırsızlığı anlatarak dikkat edilmesinin önemine işaret etmektedir:
Ey Peygamber hanımları! Eğer korunmak istiyorsanız çekici bir eda ile konuşmayın; sonra kalbinde hastalık bulunan kimse, size karşı niyetini bozar. Doğru söz söyleyin. [Ahzab/32]
Yüce Allah bu ayette, manevî kalp hastalığının tanımını yapmakta, insan davranışlarına olan etkisini belirtmekte ve kalbi hasta olan insandan korunmanın zorunluluğuna dikkat çekmektedir.
Yüce Allah hasta olan kalbin hastalığını depreştirecek hareketi tasvip etmemektedir. Ayeti başka bir açıdan ele alınca şu gerçeği de yakalamamız mümkündür: Kalp hastalığına dönüşen cinsel içgüdünün tedavisi çok zordur; bu hastalığın etkisinde kalanların ondan sakınması en doğru yoldur. Kalp hastalığı denecek kadar yozlaşmış bir cinsel içgüdü sınır tanımaz.
5. Yapılan bir işten netice çıkartamazlar.
Kalbinde hastalık olanların anlayış ve değerlendirme kapasiteleri kıttır. Bu hastalık, aklın meselelere sonuç çıkartacak bir şekilde yaklaşmasını önler. Meselelerin sadece zahirini görür, iç yüzünden haberi olmaz ve onlar dünyadaki olayların sadece zahiri ile ilgilenirler; bilgileri yüzeyseldir:
(Onlar dünya hayatının görünen yüzünü bilirler. Ahiretten ise, onlar tamamen gafildirler). [Rum/7]
Meselenin iç yüzüne inmek, özünü anlamak ve ondan neyin kastedildiğini bilmek, hastalıklardan uzak bir kalp ister:
Kalplerinde hastalık olanlarla kâfirler, 'Allah bu misalle ne demek istemiştir' desinler. [Müddessir/31]
Kalplerinde hastalık olanların anlayış kanalları gerçekten başka yönlere çevrilmiş olduğundan, anlamaları imkansızdır. Hasta olan kalp, ızdırap içinde olduğundan sağlıklı düşünemez, olumlu değerlendirme yapamaz ve kendisine sunulan bilgilerin neden ve niçinini anlayamaz.
Kalbi hasta olan insana bir şey öğretemez, onu herhangi bir konu üzerinde yoğun bir şekilde düşündüremezsiniz; zira o, hasta kalbinin meseleleri ile meşguldür. Kalbi hasta olan kişi, meselelerin özünü anlayamadığı gibi, küfrü de artar. Bunu şöyle açıklayabiliriz: İnkâr eden kalp, hastalanır; hastalanan kalp küfrünü daha da artırır. Böylece, inkar ile kalp hastalığı arasında derinden bir ilişki olduğu esası kendini göstermiş olur:
(Kalplerinde hastalık olanlara gelince, onların da inkarlarını kat kat artırır ve onlar artık kâfir olarak ölürler). [Tevbe/125]
Demek ki kalp hastalığı, inkarı, tükenmeyen bir süreç haline getirmektedir. Kur'an, kalp hastalığı ve inkar gibi üç önemli kavram bir araya gelince, ilginç bir tavır ve davranış biçimi ortaya çıkmaktadır. Hasta kalp Kur'an'la karşılaşınca, öylesine aşın bir tepki göstermektedir ki, inkarını kat kat artırarak, Kur'an'a karşı kendi etrafında bir çeşit duvar örmektedir. İşte o zaman, insan aklının Kur'an'a uzanan anlayış kanalları tıkanmakta; aşılması zor perdeler oluşmaktadır.
Tevbe/125'deki rics kelimesi, devenin kükremesi, bulutların şiddetli gürlemesi, çirkin iş, pislik, binanın sarsılması, murdar manalarına gelir. Fahruddîn Râzî rics kavramına batıl inançlar, yahut kötü huylar manasını vermektedir. Birinci mana ile, Kur'an'a karşı inkarlarına inkar eklemişlerdir. İkinci manaya göre ise, haset ve düşmanlıklarını ileri götürmüşlerdir.
Rics kavramının lügat manası ile Râzî'nin verdiği anlamları birleştirdiğimizde ilginç bir psikolojik analiz ortaya çıkacak, davranış psikolojisinin önemli bir boyutu tesbit edilmiş olacaktır. Hasta kalp cerahatlanmış bir çıban gibi depreşmektedir. Depreşen bu yaraya dışarıdan dokunulduğunda sancısı iyice artar ve kişi, çıbanlı organına dokunan şeyden ani bir refleksle uzaklaşır. Hasta gönüle, Kur'an tedavi etmek üzere dokununca, dokunanın doktor olup olmadığına bakmaksızın kükrercesine bir tepki gösterir. İşte bu tepkinin adı rics'dir. Bu tepki zamanla Râzî'nin dediği gibi huy halinden mizaç halini alır. Bu öylesine bir depremdir ki, şahsiyet binasını temelinden sarsar. İnsanı murdarlaştıran bu tepkinin şiddetini Yüce Allah şöyle anlatmaktadır:
(Böyle iken onlara ne oluyor ki, adeta arslandan ürküp kaçan yaban eşekleri gibi Kur'an'dan (öğütten) yüz çeviriyorlar?) [Müddessir/49-51]
Yüce Allah'ın Onlara ne oluyor ki? sorusunun cevabı, kalplerindeki hastalığın verdiği rahatsızlıktır. Kalp hastalığı, insanı "gerçek"ten uzaklaştırır. Hz. Nuh'un davet olayında da aynı gerçek yaşanmıştır:
(Nuh, 'Rabbim!' dedi, 'Doğrusu ben kavmimi gece gündüz davet ettim. Fakat benim davetim, ancak kaçmalarını arttırdı"). [Nuh/5-6]
Ayetteki Kaçmalarını artırdı ifadesi, gönül hastalığına tedavi için dokunan davetin, büyük bir tepkiyle karşılaşmasını anlatmaktadır. Bir davetin, öğretilen bir bilginin her zaman olumlu tepkiyle karşılanması mümkün değildir. Fakat tepkinin, insanın psikolojisine göre oluşan kısmıyla, olumlu veya olumsuz olması aynı derecede muhtemeldir. Bu ihtimali olumsuz yöne kaydıran şey, kalp hastalığıdır. Ayette şöyle buyurulmaktadır:
(Kendilerine bir uyarıcı gelirse, herhangi bir milletten daha çok doğru yolda olacaklarına dair bütün güçleriyle Allah'a yemin etmişlerdi. Fakat onlara uyarıcı gelince, bu, onların haktan uzaklaşmalarından başka bir şeyi artırmadı). [Fâtır/42]
"Haktan uzaklaşmayı artırmak" beklenenin ve verilen sözün aksine hareket etmektir. İnsan hakikate, uyarıcıya, Kur'an'a sırtını dönünce, Bakara/10 ayetinin ikinci bölümü olan "Allah da onların hastalığını artırmıştır" eylemi gerçekleşmektedir. Allah durup dururken, kulunun manevî hastalığını arttırır mı? O zaman kuluna zulmetmiş olmaz mı? İşte yukarıda verilen ayetlerin bütünü ele alınınca şu gerçek ortaya çıkmaktadır: Kul hakikat karşısında gösterdiği tepkilerini kat kat artırınca, Allah da bunu onaylamaktadır.
Allah'ı ve iman edenleri aldatmayı amaçlarken, şuursuzca kendilerini aldatan bu insanların kalplerindeki manevî hastalığı Yüce Allah daha da arttırmaktadır. Kalbi hasta olduğu halde doktordan kaçan insanın hastalığı nasıl artarsa, Allah'tan uzak kalan insanın da manevî hastalığı da öyle artar.
Kalp hastalığının Allah tarafından artırılışının ardından, bu insanlar yalan konuşmaları nedeniyle elem veren azaba uğrayacaklardır
(Yalan söylemeleri nedeniyle, onlar için elîm bir azap vardır). [Bakara/10]
Elîm azabın kula gelmesi, kendi yaptığı amelin neticesidir. Ayetin bu kısmında, yalan söylemenin karşılığının elim azap olduğu söylenmektedir. Kul kendi azabını, kendi elleriyle hazırlamakta, kendi amelleriyle tutuşturmaktadır:
Gerçekten 'Allah fakir, biz ise zenginiz' diyenlerin sözünü, yemin olsun Allah işitmiştir. Onların dediklerini, haksız yere peygamberleri öldürmeleri ile birlikte yazacağız ve diyeceğiz ki: 'Tadın o yakıcı azabı.' Bu, dünyadayken kendi ellerinizle yapmış olduğunuzun karşılığıdır. Yoksa Allah kullarına zulmetmez.
Bu ve benzeri ayetler, kulun azabını, kendi elleriyle hazırladığını göstermektedir.

Münafıklar Bozguncudur:
11-12. Onlara 'Yeryüzünde fesat çıkartmayın!' denildiğinde, 'Biz ancak ıslah edici kimseleriz' dediler. Onların fesatçı olduklarını iyi bilin. Lakin onlar bunun bilincinde değillerdir.
Çifte standartlı olan münafığın diğer bir özelliği de toplumda bozgunculuk yapmasıdır. Bu şekildeki davranışıyla o, münafıklığın şahsî olan boyutundan sosyal boyutuna geçmekte ve toplumu ifsat etmektedir:
 (Onlara 'Yeryüzünde fesat çıkarmayın!' denildiğinde, 'Biz yalnızca ıslah ediyoruz' derler. İyi bilin ki onlar fesatçılardır, velakin şuurunda değiller). [Bakara/11-12]
Ayette ele alınması gereken kavramlar fesat ve ıslahattır. Fesat, bozulma, kuraklık, kıtlık, darlık, telef, kokuşmak manalarına gelir. Ahlâk ile beraber kullanılınca, ahlâk bozukluğu anlamını ifade eder.
Islah ise, iyileştirmek, düzeltmek, aralarını bulmak, barış yapmak manalarına gelmektedir. Münafıklara "Bozgunculuk yapmayın!" uyarısını kimler yapmaktadır! Ayette bulunan denildiği zaman ifadesindeki demek kelimesinin faili çoğul ve fiilin de meçhul olması, meseleye evrensel bir boyut kazandırmaktadır. Ayetin muhataplarını dönemin münafıkları ile sınırlandırmak yanlış olur. O zaman, ayetin evrenselliğini ortadan kaldırmış oluruz. Kıyamete kadar her toplumda bozguncular çıkacak, onları bu yanlış davranışlarından dolayı uyaracak insanlar da olacaktır. Ancak bu münafıklar her defasında ıslah edicilik iddiasında bulunacaklardır. Halbuki onların, ıslah edicilerin sıfatları ile sıfatlanmaları mümkün değildir. Âl-i İmran/104'de gerçek ıslah edicilerin özellikleri şöyle zikredilmektedir:
Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.
"Yeryüzünde fesat çıkartmak" ne manaya gelmektedir? İnanmadığı halde, inandım diyerek insanların din duygularını sömürmek, kendini ve insanları aldatmak, değerlendirmelerinde hatâ yapmak, haktan uzaklaşmak, cinsel ahlâkı bozmak, düşünme kapasitesini kaybetmek gibi tutumlar ve davranışlar önce kişiyi ve sonra da ilişkilerini bozgunculuğa götürmektedir.
Bu tip insanlar, insan ilişkilerini kirlettikleri için toplumsal hayatın bozulmasına ve çöküşüne sebep olmaktadırlar. Bozgunculuk yapmalarından daha kötüsü, bozduklarının farkında olmayıp, ıslah ettiklerini söyleyecek kadar pişkin davranmalarıdır. İnsan ilişkilerine zarar veren, insanları bölen ve düşmanlık tohumlarını eken bu iki yüzlü insanların, "Islah ediyoruz" demeleri dikkat edilecek bir husustur. Onun için Yüce Allah bunlara "dikkat edin" emrini vermektedir.
Elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir felaket gelince, hemen, 'Biz yalnızca iyili etmek ve arayı bulmak istedik' diye yemin ederek sana nasıl gelirler! [Nisa/62]
Münafık insanlar, kötü amelleri işlerler, başlarına bela gelince de iyilik yapmak istedikleri konusunda yemin ederler.
Bu tip insanlar toplumun siyasî erkini ele geçirmek suretiyle yeryüzünde fesat çıkarmaya başlarlar ve bu bozgunculuklarını akrabalık bağlarının koparılmasına kadar uzatırlar. Bunu Yüce Allah şöyle anlatır:
 (Demek, iktidarı ele geçirince, hemen yeryüzünde fesat çıkaracak ve akrabalık bağlannı koparacaksınız?) [Muhammed/22]
Yüce Allah bu soruyu niçin soruyor? Münafıklar, sinsice takiyye yaparak iktidarı ele geçirmek isteyebilirler. İktidarı ele geçirince de gerçek niyetlerini ortaya koyar, toplumda fesat çıkarmaya başlar ve insanların sevgiden oluşan gönül bağlarını koparmaya çalışırlar. Ayetteki "akrabalık bağlannı koparma" durumu değerlendirildiğinde, soy birliğinin toplum bütünleşmesindeki rolünün ne derecede önemli olduğu ortaya çıkmaktadır. Yüce Allah akrabalık bağını kesenleri fesatçılıkla suçlamaktadır. Böyle bir faaliyet yapacak olanların niyetlerini ifade ederek, iyi insanları uyarmaktadır. "Akrabalık bağlannı kesme" kültürü helak edip gençliği manevî değerlerinden koparmak manasına da gelir:
 (O, dönüp gitti mi, (yahut bir iş başına geçti mi) yeryüzünü fesada vermek, kültürü tahrip edip nesilleri bozmak için çalışır. Allah bozgunculuğu sevmez). [Bakara/205]
Toplumun kültürünü bozmak, gençliği helak etmek, beşerî ilişkileri çıkmaza sokmak, toplumun mutluluğa giden yolunu engellemek gibi fesat hareketleri, öldürmeye denktir. Başka bir ifadeyle insan öldürmekle, fesat çıkartmak   aynı   derecede   günahtır.   Allah   bunu   şöyle   ifade   etmektedir:
 (îşte bu yüzdendir ki, İsrailoğulları'na şöyle yazmıştık: Kim bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın bir cana  kıyarsa,  bütün  insanları  öldürmüş  gibi  olur).   [Maide/32]
İnsanlar arasında fesat çıkartma eylemi, bu ayette insan öldürmeye denk tutulmuştur. Ayette yer alan 'veya' kelimesi, öldürme ile fesadın aynı derecede kötü olduğunu ifade etmektedir. Toplumun düzenini bozmak, bütün insanlığı öldürmek kadar kötü olarak takdim edilmektedir.
Ekonomik yapıyı bozmak ve fakirlerin elinden tutup kaldırmamak da fesat kavramının içine girmektedir:
Allah'ın sana verdiğinde ahiret yurdunu iste; ama dünyadan da nasibini unutma. Allah sana iyilik (ihsan) ettiği gibi sen de iyilik et, yeryüzünde fesadı (bozgunculuğu] arama. Şüphesiz ki Allah bozguncuları sevmez. [Kasas/77]
Yüce Allah, kendisinin ihsan ettiği gibi, insanların da ihsan etmesini istemektedir. Bu ilahî amelin, yeryüzünde yansımasını ve yaşatılmasını istemektedir. İnsanlara iyilikte bulunmak, fakirlerin elinden tutup kaldırmak, bu ilahî fiilin yaşatılması demektir. İmkanı olduğu halde bunu yapmamak, fesat çıkartmaktan başka bir şey değildir. Fesatçılar, Allah'ın nefretini kazanmaktadırlar. Allah fesatçıları sevmez ifadesi, onlardan nefret eder demektir.
Fakirin elinden tutmak, ekonomik dengesizlikleri biraz olsun ortadan kaldırır. Bunu yapmayanlar, dengeleri büsbütün alt-üst etmektedirler. Fakirlik toplumsal hayatta bir urdur. İyilik, bu urun kansere dönüşmesini önleyecektir. Çare aranmayan fakirlik, kitlesel açlığa ve bu ur da kansere dönüşecektir. Kanserli organın vücutta meydana getireceği rahatsızlığı, açlık haline dönüşen fakirlik de toplum hayatında meydana getirir.

Karayı ve suyu kirletmek de fesat kavramının kapsamına girmektedir. Yüce Allah yeryüzünü insanlar için bir beşik, bir döşek olarak yaratmıştır. O döşeği kirletmek, orayı fesada vermektir. Çünkü insana faydalı olan ve insan hayatını kolaylaştıran şeylere zarar vermek bir fesattır.
İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde fesat çıktı (düzen bozuldu] ki Allah yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın. Belki de dönerler. [Rum/41]
Ayette geçen "kara ve deniz" ifadesi, maddî anlamda yeryüzündeki kara ve denizleri ifade etmekte ise de, 'kara' kavramını madde, 'deniz' kavramını da mana olarak tefsir etmek mümkündür. Bundan şu sonucu çıkarabiliriz: Münafıklar haram lokma ile maddî rızkı fesada uğratırlar; aklı ve namusu kirletmekle manayı bozarlar; aklı kullanmamak, gönüldeki iman ve sevgiyi tahrip etmekle de manevî alemi kirletirler. İşte bu kirletme işini Yüce Allah 'fesat' olarak nitelendirmektedir.
Tabii olarak, beyni ve gönlü kirlenmiş bir insan, kara ve suyu da kirletecektir. Fizikî çevrenin kirliliği insanın ruh kirliliğinden kaynaklanmaktadır. Öyleyse fizikî çevre mühendisliğinden önce, manevî çevre mühendisliğinin oluşturulması doğru bir hareket olacaktır.
Allah, insanlardan maddî ve manevî çevrelerini kirletmemelerini istemektedir. Bu, fesadı önleyecektir. Ayetin sonundaki Belki dönerler ifadesi, değişim konusunda ilahî bir beklentiyi ifade etmektedir. Maddî ve manevî çevreyi kirleten kimselerden, bu kirliliğe çare bulmaları istenmektedir.
Siyasî erk sahiplerinin zorba bir idare tarzı tutturmaları, büyüklük taslamaları, halka zulmetmeleri, halkı gruplara ayırıp tefrika çıkarmaları, ayırdıkları gruplardan bazılarını tutup, diğerlerini küçük görmeleri, onları zayıflatmak için ellerinden geleni yapmaları; bundan daha da ileri giderek, zayıf düşürmek istedikleri grubun erkek çocuklarını öldürtüp kızlarını sağ bırakmaları da, fesat kavramının manası içindedir:
 (Hakikat, Firavun yeryüzünde büyüklük taslamaya kalktı, ora ahalisini fırkalar haline getirdi. Onlardan bir grubu zaafa uğratıyor, bunların oğullarını boğazlıyor, kızlarını diri bırakıyordu. Çünkü o fesatçılardandı. [Kasas/4]
Devlet bir şemsiyedir; toplumda mevcut bütün sosyal grup ve kurumların anlaşması ile vücut bulur. Bu nedenle devlet, farklı inanç ve kültürde olan alt gruplar arasında tarafsız ve bütünleştirici olmalıdır. Devletin vazifesi bu sosyal grup ve müesseselerden bir üst kültür meydana getirerek bunları kendine bağlaması ve topluma hayat vermesidir. Ama devleti idare edenler, bu gruplardan birini tutar da diğerini veya diğerlerini ezmeye kalkışırlarsa, bunun adına fesat denir. İstemedikleri grupların çocukları büyür de zamanla iktidarı elde eder endişesi Firavun'u zorbalaştırmış ve erkek çocukların öldürülmesi gibi korkunç bir zulme itmiştir

Ali Küçük Tefsiri:
:"İnsanlardan kimileri de derler ki, inandık Al­lah’a ve âhiret gününe! Ama onlar inanmamışlardır."

Ama insanlar! Ama kullarım! Ama muhataplarım! Beni dinle­yen­ler! diyor sanki Rabbimiz. Şunu da iyice bilin ki, şunu da asla  unutmayın ki, böyle kesin çizgilerle insanların ayrıldığını her zaman göremezsiniz! Her zaman böyle baktınız, birine takvalı damgası vura­caksınız. Veya baktınız, bir başkasına kâfir damgası vuracak­sınız. Pek öyle her zaman kesin çizgilerle bunları ayırt edemezsi­niz. Veya:
"Bunlar kitabın temelidir, ama bir de müteşabihler vardır. Onun tevilini Allah’tan baş­kaları bilemez"
(Âli İmrân: 7)

Yâni Kur’an’ın topluma indirgenmesini gerçek olarak her­kes bi­lemez. Ama Allah  kesin bilir.

"İlimde Râsihûn olanlar der ki, biz buna inandık."
(Âli İmrân:8)
Yâni âyetlerin anlatmak istediğini anlayabiliriz belki, ama o âye­tin anlattığı ile toplumsal problemlerin çözümünü birleştirmek her­kes için mümkün olmayabilir. Âyetin anlattıklarını toplumsal problem­lerin çözümüne indirgeyip uyarlamak herkesin işi değildir. İşte bunun adına fıkıh diyoruz. Yâni; meselâ bu âyet şu problemi böyle çözer, ama şu âyet de vardır denilince, hayır o âyet şunu anlatır da bunu şu âyet çözer gibi âyetleri topluma yansıtma işinde kesinlikle herkes bilgi sahibi olamaz; hepimiz onu beceremeyiz. Herkes kapasitesi kadar becerir bunu.

İşte nitekim Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer Efendilerimiz ba­zen ya­nılıyorlardı. Meselâ Rasulullah Efendimizin vefat haberi Hz. Ömer Efendimize ulaşınca "Kim Rasûlullah’ın vefat ettiğini söy­lerse ona şöyle şöyle yapacağım!" diyen Hz. Ömer’e karşı Hz. Ebu Bekir Efen­dimiz Âli İmrân sûresindeki şu âyeti hatırlatır:
"Muhammed peygamberden başka bir şey değil­dir. Ondan önce de pek çok peygamberler gelip geçmiş­tir. Şimdi o ölür veya öldürülürse siz ökçelerinizin üze­rinde gerisin geriye mi döneceksiniz? (yâni tekrar küfre mi dö­neceksiniz) Her kim gerisin geriye dönerse bilsin ki Al­lah’a hiçbir zarar verecek değildir.”
(Âli İmrân:144)

Âyetin olayla bağlantısını veya âyetin o hadîseye intibakını öğ­renen Hz. Ömer Efendimiz; "Hayret sanki bu âyeti yeni duymuş gi­biyim"! diyordu. Halbuki belki de bu âyeti sürekli na­mazlarında da okuyordu Ömer Efendimiz. Ama âyetin bu olayla irtibatını bir anda ku­ramamıştır. Aslında Hz. Ebu Bekir Efendimiz de Hz. Ömer Efendimiz de bildiği vahiyle hareket ediyorlardı. Ba­kın âyet diyor ki:
"İnsanlardan kimileri de vardır ki."

E kim bunlar? Münâfıklar mı? Allah öyle dememiş. Ya ne? Kimi­leri de var ki. Demek ki Kur’an karşısında net iki tavır var. Kur’an karşısında iki uç tavır var, iki net tavır var. Birisi Kur’an’la yol bulanlar. Kur’an’la yol bulanların tavrı. İkincisi de Kur’an’a karşı ilgisiz kalanla­rın tavrı. Bunlar Kur’an karşısında net ve belli tavırlardır. Ama işte bu âyetin anlat­tığına göre bir üçüncü grup, bir üçüncü tavır daha varmış. Bunlar da bu iki grup arasında, bu iki tavır arasında gider gelirlermiş. Hani Nisâ sûresi şöyle diyordu:
"Onlar imanla küfür arasında bocalayan tabansızlar­dır. Ne onlardandır ne bunlardandır..."
(Nisâ: 143)

Demek ki bunlar böyle tıpkı bir sarkaç gibi imanla küfür ara­sında gidip gelenlermiş. Onlar münâfıklar olunca ve âyetlerin sonunda da Allahu Teâlâ şöyle buyurunca:
"Şüphesiz ki münâfıklar cehennemin en aşağı ta­ba­kasında olacaklardır."
(Nisâ: 145)

…….

Yâni bu insanların kâfirlikleri beyan ediliver­miş. Ama nedense ecdat bu bölümü görmemişler mi? Yoksa okumuşlar da demeye dilleri mi varmamış bilmem? Çünkü bu sa­yılacak işleri yapan, bu sıfatları üzerlerinde taşıyan insanlara kâfir demeye ecdadın, selef ulemânın pek cesareti olmamış. Bizim tekfirci kardeşlerin, ellerine geçirdikleri fırçayla Allah’tan muhasebe memurluğu görevini üstlenmiş gibi önüne gelen herkese kâfir ve müşrik damgası vurmayı kendile­rine iş edinmiş, dert edinmiş, kardeşlerin kulakları çınlasın.

Evet ecdat bu konuda çok titiz ve edepli davranmış. Bunlara kâ­fir demeye dilleri varmamış. Öyleyse ukalâlığın gereği yoktur. Yâni öyleyse biz de edepli davranalım bu konuda ve onların kâfir demediğine biz de kâfir demeyelim. Yâni bu aşağıda sayılacak özellikleri üzerinde taşıyan insanlara kâfir demeyelim; ama bu özelliklerin küfür özellikleri olduğunu da bilelim yâni. Bu ikisi, ayrı ayrı şeylerdir. Yâni biz nifak nedir biliriz ama, bu adam münâfıktır! demeye dilimiz varmaz, cesa­retimiz olmaz. Şirki biliriz, şirki tanırız. Adamda şirk özelliği görürüz, ama bu adam müşriktir demeye cesaretimiz olmaz.

Neden? Çünkü Peygamber Efendimiz kendisinde câhiliye alâmeti gördüğü Ebu Zer hazretlerine: "Ey Ebu Zer! Sende câhiliye özelliği görüyorum! Sende şirk özelliği görüyorum! Onu temizle!” de­miştir, ama “sen kâfirsin! Sen müşriksin!” dememiştir. Demek ki bir adama sen müşriksin! Sen kâfirsin! Demek ayrı, sende şirk alâmetleri görüyorum! Demek ayrı ayrı şeylerdir.

Demek ki kişide bir an için bir özelliğin var oluvermesi, şirk özel­liği veya nifak özelliğinin var oluvermesi onun müşrik veya münâ­fık olmasını gerektirmeyecektir. Ama adam onun şirk olduğunu, mü­nâfıklık olduğunu anlamış, kavramış, kabullenmiş ve benimse­mişse, varlığından razı olmuşsa, ondan rahatsız olmayacak biçimde onu ka­bullenmişse, işte artık o zaman o kişi müşrik veya kâfir olacaktır el­bette.

……

Dikkat ederseniz sûrenin başında Rabbimiz beş âyetiyle mü’minleri, muttakileri anlattı. Sonra iki âyetiyle de kâfirleri anlattı. Şimdi burada da uzunca münâ­fıkları anlatmaya başlıyor. On üç âyetiyle bu münâfıkların duru­munu, bu insanların karakterlerini anlatacak. Münâfıkların sıfatla­rını anlatan âyetlerin kâfirlerden söz eden âyetlerden daha çok ve daha kapsamlı olduğunu görüyoruz.

Herhalde bunun sebebi şudur: Küfür meselesi de, iman me­se­lesi gibidir. Bunların her ikisi de kesin ve net bir çizgi ifade ederler. Yâni bu iki kesim de; mü'min de, kâfir de akide ve hayat konusunda tavrını net ve açık ortaya koymaktadır. İnançları konu­sunda her iki ta­rafta da bir kompleks söz konusu değildir. Açık ve nettirler. Hareketle­rinde, tavırlarında, amellerinde ve düşüncelerinde onları tanımak ko­laydır. Mü’min de, kâfir de belirgindir.

Ama şimdi anlatılacak olan münâfıklar çifte standart uyguladıkla­rından onları tanımak ve ortaya çıkarmak kolay değildir. Çizgileri, tercihleri, safları belli değildir adamların. Mü’min ve kâfir gibi inancı, düşüncesi, tavrı net ve açık değildir. Onun içindir ki Allahu âlem Rabbimiz bu bölümde uzun uzun bu insanların özelliklerinden söz edecek. Bu çetin ve çetrefilli insanları uzun uzun örnekleriyle bize tanıtacak.

Bir de münâfıklar İslâm ve müslümanlar için kâfirden çok daha tehlikeli olduğu için uzunca anlatılmıştır diyoruz. Bir Ebu Cehil’in kâfir olarak İslâm’a ve müslümanlara verdiği zararın yanında bir münâfık olarak Abdullah İbni Übey’in verdiği zararın büyüklüğünü ve tehlikesi­nin boyutunu biliyoruz. İşte belki bu se­beplerden dolayı birkaç âyetle bize kâfiri tanıtan Rabbimiz bu bölümde uzun uzun münafığı anlat­maya başlayacak. Bakın der­ler ki bunlar:

"Derler ki; inandık Allah’a ve âhiret gününe! Ama onlar inanmamışlardır."

Bunu diyen Allah’tır. Değilse ben bilemem ki inanıp inanma­dığını. Nitekim Allah’ın Rasûlü bir seferde kelimei şehâdeti söyleyen bir adamı öldüren bir sahabeye; “Neden yaptın bunu? Nasıl öldürdün onu? Demek şehâdet kelimesini söyleyen bir kimseyi öldürdün, öyle mi?” şeklindeki azarlamasına karşılık, o sahâbenin; “Ey Allah’ın Rasûlü, o aslında müslüman olmamıştır, ölümden korktuğu için ke­lime-i şehâdet söylemiştir” diyerek savunmasına son derece gazaplanan Allah’ın Rasûlü şöyle buyurmuştu:

“Kalbini yardın da baktın mı?"

Öyleyse inandım! Dediği halde, şu aşağıda sayılacak işleri yapan insana, veya inandım dediği halde şu özellikleri üze­rinde taşı­yan kişiye inanmayacağız. İnandım dese de, ben de mü'minim dese de onun bu sözüne inanmayacağız. Çünkü:

9: "Bunlar Allah’ı ve mü'minleri aldatmaya çalı­şır­lar."

İnandım sözlerinin altında bu aldatmaca yatmaktadır. De­mek ki o inandım diyen adamın hayatına bir bakacağız. Ya da inandım di­yen benim hayatıma bir bakacağım ben önce. Çünkü Kur’an herkes­ten önce beni anlatır. Herkesten önce bana seslenir Kur’an. Hafaza­nallah eğer ben, benden önce karşımdakini anla­maya çalışır, benden önce karşımdakini anlatmaya çalışırsam, Al­lah  korusun da o zaman ben, bir sonraki sayfada anlatıldığı gibi ateş yakıp; yaktığı bu ateşle çevresini aydınlatan, ama sonra ken­disi karanlıklar içinde kalan insan gibi olurum. İşte eğer öyle olmak istemiyorsam, o duruma düşmek istemiyorsam, önce ben kendime bakmalıyım. Kendime bir bakıyo­rum: Allah’a inanıyorum diyorum. Âhirete inanıyorum diyorum. Söz olarak öyle diyorum ama, ya inanmayanlardansam! Ya kendi kendimi aldatıyorsam! Ya inanmadığım halde iman iddiasında bulunuyorsam! Peki neymiş bunun ölçüsü? Nasıl anlayacakmışız bunun aslını?

“Bunlar Allah’ı ve mü'minleri aldatmaya çalışır­lar."

Allah’ı ve mü'minleri aldatırlarmış onlar. Allah’la ve mü'minlerle dalga geçerlermiş. Eh biraz serinledik değil mi öyle olunca? Çünkü elhamdülillah ki, böyle bir derdimiz yoktur. Allah’a şükür Allah ve mü’minleri aldatma yolunda değiliz. Ama Allah korusun da ya bizim durumumuz şöyleyse: Allah: Şöyle şöyle yapın! dedikçe, Allah: Böyle böyle yapmayın! diye emrettikçe, şöyle diyerek Allah’la dalga geçen­lerdensek: Tamam Ya Rabbi! Anladım ya Rabbi! Dediğin gibi ya Rabbi! Doğru Ya Rabbi! Ama ne yapayım anam ya Rabbi! Ne yapa­yım babam ya Rabbi! Ne yapayım toplum ya Rabbi! Tamam, anladım da ya Rabbi, şu anda ortam müsait değil! Tamam, namaz, iyi, kılaca­ğım da ama şu anda vaktim yok ya Rabbi! Tamam, anladım, örtüne­ceğim de okul bit­medi henüz! Tamam, kitabınla ilgi kurmam gerekti­ğini anladım da ya Rabbi, ama ne yapayım, işim, aşım elvermiyor! Amirim izin ver­miyor! Yönetmelikler yolumu kesiyor! Âdetler ağır ba­sıyor! Modaya karşı gelemiyorum! Toplum yadırgıyor! Çevrem müsa­ade etmiyor! diyerek Allah’la dalga ge­çenlerdensek.

Ya da kitap ve sünnete çağrıldığımız zaman. Her şeyden ve herkesten önce kitabı ve sünneti tanımadan müslüman olamayaca­ğımız gerçeğini öğrendiğimiz zaman: Allah Kerîm be! Allah bekler yahu! Allah kusura bak­maz! diyerek Allah’la alay edenlerdensek, bekleyenlerdensek o zaman Allah korusun, bu âyetlerde anlatılacak insan biziz demektir.

Onlar Allah’ı ve mü'minleri aldatmak isterler. Allah ve mü'minlerle dalga geçmek isterler. İnanmadıkları halde iman gösterisinde bulunarak, mü’min olmadıkları halde mü’min maskesi takarak kullan­dıkları sloganlarla Allah’ı ve insanları al­datmak isterler. Daha önceki âyetlerde söylediğim gibi iman, sadece dil ile ben inandım demekten iba­ret değildir. İman; dilin tasdiki, kalbin tasdiki ve fiilin tasdikidir. Yâni inandım dediği konunun fiille, amelle görüntülenmesidir. Eğer sadece dil ile ben inandım demek yeterli olsaydı, o zaman tüm mü­nâfıkların da müslüman sayılmaları gerekecekti. Zira onlar da biz müslümanız diyorlardı. Halbuki:

“Onlar kalplerinde olmayan şeyi dilleriyle söyle­yip duruyorlar!" (Âli İmrân: 167) buyurur âyeti kerîme.

Bakın bu tip insanlara diyor ki Allah :
"Oysa onlar sadece kendilerini aldatırlar da far­kında değillerdir."

Allah buyurur ki: Sizler ey inanmadıkları halde iman iddia­sında bulunan münâfıklar! Bu tür iddialarınızla ancak kendinizi kandı­rabilirsiniz! Ne Allah’ı, ne de müslümanları kandıramazsınız! Allah’ı zaten kandıramazsınız da, mü’minleri de kandıramazsınız. Çünkü bu aldatmacalarınızla mü'minin, ancak malını alabilirsiniz. Bu yalanlarla mü'minin en fazla canını alabilirsiniz. En fazla öldürür­sünüz onu. Ama ne fark eder, gerekirse ben bir daha veririm ona! Ama ona can cen­nette lâzım zaten.

Evet bunlar, inanmadıkları halde iman gösterisinde buluna­rak Allah’ı ve mü'minleri kandırdıklarını zannederler. Ama bakın, Allah kendini mü'minlerin safında kılıyor. Mü'minlere karşı tertiplenen komployu, kendisine yapılmış kabul ediyor. Bu mü'minler için hem en bü­yük bir şeref, hem de onlardan korkma­maları konusunda en büyük bir destektir. Aynı zamanda münâfık­lar için de en büyük bir tehdittir.

Yâni onlar bu tür davranışlarıyla başkalarını değil, ancak kendi ken­dilerini aldatıyorlar. Bunu şöyle anlamaya çalışıyoruz:

1Bu zavallılar, tavırlarıyla gelecekleri konusunda, âhiretleri konusunda kendi kendilerini aldatmaktadırlar. Dünyada inanmış gö­ründüklerinden dolayı kendilerine zahiren İs­lâm’ın hükümleri uygula­nır. Ama Âhirette:
"Cehennemin en aşağısına gideceklerdir onlar." (Nisâ: 145)

2 Bunlar niyetlerini gizlemeye çalışırken Allah’ın kalpler­den ge­çen niyetleri bildiğini hesaba katmamakla kendi kendilerini aldat­maktadırlar.

3 Bir de Allah’ın onlarla ilgili âyetler göndererek durumla­rını açığa çıkaracağını bilmediklerinden durumlarının perde arka­sında gizli kalacağını zannederek kendi kendilerini aldatmaktadırlar ama:
"Şuurları da yoktur bu konuda."

Peki bu kimseler neden böyle  davranırlarmış ?
10:"Kalplerinde hastalık vardır onların. Allah  da (Kur’an’ı indirmekle) hastalıklarını artırmıştır."

Demek ki bunların kalbi hastaymış. Kalplerinde hastalık var­mış. Ama bunlar tedaviden yana da olmayınca, Allah onların hasta­lıklarını artırmıştır. Peki acaba kalbin hastalığını nasıl anlayacağız?  Kalbi hasta olmak ne demektir?

İnsan kalbini öğreniyoruz. Bu sefer üç çeşit kalp sunuyor Al­lah  bize:

1 Birincisi kâfirin kalbi: Sûrede daha ilerde gelecek:
"Bakara hadîsesinden sonra yine de inanmadılar da kalpleri kaskatı kesiliverdi! Hattâ taştan da katı ke­sildi!" (Bakara: 74)

Diyordu Rabbimiz. Kâfirin kalbi taş gibi kaskatıdır. Hattâ taştan bile katıdır. Çünkü:
"Zira öyle taşlar vardır ki içinden nehirler fışkı­rır. Öylesi de vardır ki yarılıp içinden sular akar. Kimi taşlar da Allah  korkusundan baş aşağı yuvarlanır." (Bakara: 74)

Kâfirin kalbi taştan da katıdır. Âyeti kerîmede anlatıl­dığına göre taşlar Allah’ın yağmur, kar, güneş, oksijen, rüz­gar gibi meşhûd âyetlerinden etkilenerek kimileri içinden su fışkı­rırken, kimileri yerin­den kopup aşağıya doğru yuvarlanmaktadır. Yâni taşlar Allah’ın âyetlerine yol verip içinden sular fışkırtmakta­dır. Allah’ın âyetleri taşla­rın içine kadar nüfuz edebilmektedir. Taşlar bile Allah’ın âyetlerinden etkilenip onlarla türlü şekiller alırken, kâfi­rin kalbi o kadar katı ki, ne Allah’ın yağmur, kar, güneş, rüzgar, ok­sijen gibi meşhûd âyetlerinden, görsel âyetlerinden, ne de metluv âyetler dediğimiz şu elimizdeki Kur’an âyetlerinden etkilenmektedir. Âyetler bunların kalplerine nüfuz edememektedir. Âyetler bunların kalplerinde tesir icra edememekte­dir. İşte kâfirin kalbi böyledir. Taşlardan bile kas­katıdır.

2 Bir kalp türü daha vardır ki, o da mü'minin kalbi. Allah’ın âyetleriyle itminan bulan, yatışan kalp. Allah’ın iki tür âyeti vardır. Bi­risi metlûv âyetler, yâni kulağa hitap eden işitsel dediğimiz şu elim­deki okunan Kur’an âyetleri. Ötekisi de görsel dediğimiz göze hitap eden meşhûd âyetler. Güneş gibi, ay, yıldızlar, bulutlar, in­sanlar, bit­kiler, hayvanlar gibi kâinatta Allah’ın yerleştirdiği müşa­hede edilen göze yönelik âyetlerdir. Mü'minin kalbi, Allah’ın bu iki tür âyetlerinden de etkilenen kalptir.
"Dikkat edin kalpler ancak Allah’ın zikriyle mut­main olur, doyuma ulaşır, sükûnete erer."(Ra’d: 28)

Âyeti bunu anlatır. Âyeti kerîmede anlatılan zikir, Kur’andır. Yâni kalpler ancak Kur’an’la mutmain olur. Ancak Kur’an’la itminan bulur, ancak onunla yatışır ve sükûnete kavuşur. Çünkü kalp, Allah’ın âyetlerini duydukça, tanıdıkça şüphe ve te­reddütlerden kurtulup do­yuma ve itminana ulaşacaktır.

"Mü'minler ancak o kimselerdir ki, Allah  anıldığı zaman kalpleri ürperir. Karşılarında Allah’ın âyetleri okunduğu zaman da imanlarını artırır Ve yalnız Rable­rine tevekkül ederler."
(Enfal: 2)

Demek ki Allah’ın âyetleri okundukça, âyetlerle karşı kar­şıya geldikçe mü'minlerin kalpleri coşar, taşar, sanki kabına sığ­maz hale gelir. İşte bu da mü'minin kalbidir. Bu iki âyetin bize an­lattığına göre kalplerin itminana kavuşmasının birinci yolu, elimiz­deki şu Kur’an âyetleridir. Kalbin sükûnete ve doyuma ulaşması­nın ikinci yolu da Ba­kara :260 âyetinin anlattığına göre meşhûd âyetlerdir. Hani İbrahim Aleyhisselâm: “Ya Rabbi ölüleri ölümünden sonra nasıl dirilttiğini görmek istiyorum!” demişti de Allah: “İnanmıyor musun ey İbrahim?” buyurunca: “İnanı­yorum ya Rabbi! Ancak:

"Kalbim tatmin olsun için" (Bakara 260) istiyorum bunu!” Demişti. İşte kalplerin itminana kavuşma­sının ikinci yolu da Allah’ın yeryüzündeki müşahede edilen, görülen âyetle­rini bizzat görmektir. Müminin kalbi de böyledir.

3 Bir de bu ikisinin arasındakilerin kalbi var ki; işte hasta olan kalp bu kalptir.Bu kalbin hastalığı kalbin uyum sağlayamamasıdır. Bi­liyoruz ki, kişinin ruh ve bedenindeki uyumunun adına sıhhat denir. Ruh ve bedendeki uyumsuzluğun adı da hastalıktır. Ruhtaki dengesizlik bedende gö­rülür. Çünkü ruhun morardığını kimse gör­memiştir. Eğer biz se­bepleri ve tezahürleriyle bedenin hastalığını an­layabilirsek, buna kıyasla ruhtaki hastalığı da tanıma imkânımız ola­caktır.

Bedenin hastalığı, bedenin sıhhat ve selâmetinin aslî fonksi­yo­nunun bozulmasıdır. Görme ve işitme duyularının bozulması gibi hasta olan bir bedende de idrak ve hareket bozulur. Yahut da be­den hastalandığı zaman eşyayı tamamen farklı olarak idrak etmeye başlar. Meselâ acıyı tatlı, tatlıyı acı hissetmeye başlar ve ha­zım bozuk­luğu şeklinde tezahür edebilir. Meselâ bazı gıdalardan hoşlanmaz hale gelebilir. Beden hastalıklarının tezahürü böyledir.

Bir de bedendeki bu hastalık iki şeyden kaynaklanır:

1 Madde noksanlığındandır. Uzun bir süre hiçbir şey yenme­mişse o zaman beden hastalanır. Ve gıda almaya mecburdur.
2 Madde fazlalığındandır. Beden çok fazla gıda alırsa yine hastalanır. O zaman da o gıda fazlalığını atmak zorundadır. Aynen bunun gibi kalp hastalığı da irade ve tasavvurun bozulma­sına sebep olan bir hastalıktır. Kalp hastalığının tezahürü de ki­şide irade ve ta­savvurun bozulması şeklinde gerçekleşir. Kalbi hasta olan kişide:

1 Tasavvur bozulur. Yâni hakikati göremeyecek, yahut da oldu­ğundan farklı görecek şekilde birtakım şüphe ve tereddütlere ma­ruz kalır.
2 İrade bozulur. Yâni insan o zaman, doğru olandan hoşlanma­yıp zararlı olandan, bâtıl olandan hoşlanır hale gelecektir. Meselâ İslâm’dan hoşlanmayıp küfürden hoşlanır. Tesettürden nefret edip çıplaklığı sever. Sudan tiksinip içkiden hoşlanır hale gelecektir.

Nasıl ki beden hastalığı ya gıda eksikliğinden, ya da gıda fazlalı­ğından kaynaklanıyorsa. Kalp hastalığının kaynağı da böy­ledir. Ya gıda eksikliğindendir, gıda alınmalıdır, ya da gıda fazlalı­ğındandır fazlalık atılmalıdır. Kalbin gıdası bilgidir. Bundan dolayı­dır ki:

"Onların kalplerinde maraz (hastalık) vardır."

Âyetindeki  maraz  kelimesi pek  çok müfessirlerce bilgisiz­lik, yâni şüphe ve tereddüt olarak anlaşılmıştır. Biliyoruz ki bir şey hak­kında şüphe, o konuda bilgi eksikliğinden kaynaklanır. O konu­daki şüphe ve tereddütler kalbi istila eder ve o konuda tam bilgi gelinceye kadar bu durum kalbe elem verir. O konuda tam bir bilgi elde edilince kalpteki tüm şüphe bulutları dağılıverir. Onun içindir ki Allah’ın Rasûlü:

"Bilmediklerinden sorsalardı ya! Zira cahilliğin şi­fası sormaktır."

Buyurur. Kalbin sahibi ve doktoru olan Allah; yukarıdaki âyet­lerde, onun doyuma ve sükûnete kavuşmasının iki yolundan bahset­mişti. Bunlardan birisinin Metluv âyetler dediğimiz şu Kur’an âyetleri, ikincisinin de meşhûd âyetler dediğimiz kâinatta serpişti­rilmiş görsel âyetler olduğunu haber vermişti. Bu münâfıklar bu âyetlere yönelme­diklerinden, tedaviden yana olmadıklarından Kalbin gıda­sını alma­dıklarından dolayı kalpleri hastadır. Kalbin gıdası olan gerçek bilgiye, Allah bilgisine, vahiy bilgisine yönelmediklerinden dolayı kalpleri hastadır. Allah’tan gelen mutlak doğru bilgiler onların kalplerine gir­mediğinden kalpleri şüphe, tereddüt ve cehalet bulutları tarafından is­tila edilmiştir.

Bir de beden nasıl ki, ondan zararlı şeyleri atıp faydalı şey­leri almakla gelişip sıhhatli oluyorsa, kalp de ancak onun sıhhatini boza­cak zararlı şeylerden onu koruyup, bilgisizlik, şüphe ve günahlar gibi zararlı şeyleri atıp, faydalı şeyleri almakla sıhhatine kavu­şacaktır. Kalpte atılması gereken zararlı gıda fazlalığı vardır. Adam felsefe okumuştur, sosyoloji bilgileri almıştır, zararlı şeyler okumuştur ki, bunlar atıl­malıdır. İşte bu insanların kalbi uyumsuzdur. Ama uyuma gitme­diklerinden, uyumu aramadıklarından, tedaviyi istemediklerinden kâfir olamıyorlar, ama mü'min de olmuyorlar. Bu ikisi arasında kal­dıklarından dolayı hastalıkları arttıkça artıyor.

Burada aslında Cenabı Hak, nifakın sebebini anlatıyor. Mü­nâ­fıklığın nereden kaynaklandığını anlatıyor. Nifakın sebepleri tespit ediliyor. Âyetten anlıyoruz ki nifak, insanın kalbini, içini ke­miren psi­kolojik bir komplekstir. Çünkü bir insan, bir şeye ya inanır ya da inkâr eder. Her iki halde de durum normaldir ve sağlıklıdır. Kişi iman ya da küfür tercihinin gereğini yapar ve rahat eder. Eğer iman etmişse, ha­yatında iman çizgisini sürdürür. Eğer kâfirse bu sefer küfür, onun ha­yatına birtakım programlar yerleştirir ve onu takip eder gider.

Ama bir adam düşünün ki ne iman adına, ne de küfür adına tercihini yapamamışsa, mü'min değilken mü'min gibi ameller işle­meye mecbur kalmışsa, işte bu normal bir şey değildir. Böyle inanmadığı bir hayatı yaşayan, ya da hayatı imandan kaynaklan­mayan kişi, kalben hasta demektir.

Maraz aslında bir şeyin aslîyetini, aslî fonksiyonunu bozan illet­tir. Fıtratı aslîyesi gereği her kalp sıhhatlidir. Ama bun­lar kalpleri­nin kendisiyle itminan bulacağı, yatışacağı kalbin gıdası olan Kur’an’la ilgi kurmadıklarından, ya da kalbi sükûnete ulaştıra­cak bilgiden mah­rum olduklarından kalpleri hep şüphe içindedir. Bunlar:
Olan Kur’an’dan şüphe ederler. Allah’tan şüphe ederler, mü'minlerden şüphe ederler, her şeyden şüphe ederler. Hattâ kendilerin­den bile şüphe ederler. Kendilerini merkez kabul ederler, bu konuda ve kendileri şüphede ise, herkesi ve her şeyi şüphede görürler. Yâni kıyası nefs ederler. Allah, peygamber, kitap, mü'minler, dağlar, taş­lar, denizler, ağaçlar hep kendilerini aldatı­yor zannederler. Ama zevklerine, keyiflerine o kadar düşkündürler ki, bu adamlar hiç onlar­dan şüphe etmezler. Acaba bunların aslı esası var mıdır? Acaba bu gidişimin sonu nereye varacaktır? Bundan hiç şüphe etmezler. Mümin değilken bile kendilerini mü'min zannederler. Mü'min yanında mü'min, kâfir yanında da kendilerini kâfir zannederler. Bütün bunları da ne için yaptıklarını hiç düşünmezler. Çünkü şuurları da yoktur bunların diyor Rabbimiz.

"Allah  da onların hastalıklarını artırmaktadır."

Bunun bir kaç mânâsı vardır:

1 İkiyüzlülüklerinin bir müddet için başarılı sonuçlar verdi­ğini görünce onun iyi bir yol olduğuna inanırlar ve emin bir şekilde yolla­rına devam ederler. Böylece Allah onların nifaklarını artır­maktadır.

2 Ya da onların nefislerine ağır gelecek, yeni yeni âyetler gön­dererek, yeni yeni emirler, yeni yeni teklifler göndererek onların kalplerinin hastalığını daha da arttıracak Allah, demektir bunun mâ­nâsı.

3 Bir de hastalık, hastalığı doğurur. Maraz, marazı davet eder demektir bu. Öyle bir zulmet ki; zulmet, zulmeti doğuracaktır. Bir hata yapacak, bir hatası başka bir hatayı çağıracaktır. Bir israf yapacak, ardından diğer bir israf onu takip edecektir. Bir yalan söyleyecek, ikinci, üçüncü bir yalan peşinden gelecektir. Gözle zina edecek, arka­sından bir fırsatını bulacak elle zina edecek, daha ile­ride nihâyet be­denle bu işi yapmaya kalkacaktır. Bir kadeh alacak, sonra arkasından ikinci bir kadeh, üçüncü bir kadeh ve en so­nunda sarhoş olup hanı­mını boşamaya kadar götürecektir işi. Bir video ala­caktır evine, sonra çirkin bantlara uzanacaktır. Sosyalleşme diye başlayacaktır önce işe, sonra da şeytanın kucağında bulacaktır kendisini. Önce politik diye­cek, sonra da politize olmak isterken dün çok sevdiği adamın yarın karşısına dikilecek ve onu yemeye çalışacaktır. Bir hastalık daha başka hastalıkları doğuracaktır.
İşte aynen bunun gibi münâfıkların kalpleri hastadır ve Al­lah bunların hastalıklarını artırmaktadır. Peki acaba bu eylemin Allah’a izâfesini nasıl anlayacağız? Yâni nifakı ve münâfıklığı lâ­netleyen Al­lah, acaba niçin onların nifakını artırıyor? Allah’ın, onla­rın nifakını ar­tırması, aslında Cenabı Hakkın yeryüzünde eşyanın tabiatı olarak belirlediği doğal yasalar açısındandır. Yâni ister iman olsun ister nifak olsun, tüm fiillerin gerçekleşmesi için gere­ken şartları ve imkânları hazırlayan Allah’tır. Lâkin bu eylemi biz­zat kendi hür iradesiyle ger­çekleştiren insanın kendisidir. Yâni onlar iradelerini bu yolda kullan­mışlar, Allah da istedikleri şeyi ya­ratmıştır, diyoruz.

Zira bu adamlar böyle bir duruma gelmeyebilirlerdi. Dahası, hattâ şu anda bile bu durumdan kurtulma, nifaktan vazgeçme im­kân­larını yitirmiş değillerdir. Her ân vazgeçebilirler, her ân dönebi­lirler bu durumdan. Her ân tevbe imkânına sahiptirler. Dönüş yaptıkları anda Allah onların dönüş kapılarını açık tutmaktadır.
"Yalan söyleye geldikleri için onlara acıklı bir azap vardır."

Yalan saymalarından ötürü onlar için elim bir azap, elem ve­rici bir azap, dayanılmaz bir azap vardır. Yalan sayıyorlardı on­lar.

Yalan sayıyordu onlar. Yalan saymak. İnkâr ediyorlardı de­ğil ba­kın. Yalan sayıyorlar. Peki ne demekmiş yalan saymak? Yalan saymak, inkâr etmekten ayrıdır. Yalan saymanın ne demek olduğunu, yalan sayma işinin toplumda nasıl örneklenmesi gerek­tiğini bugüne kadar bilmiyordum. Bunu örnekleme konusunda gerçekten çok zorla­nırdım. Ama Buhârî’yi okuyordum elhamdülil­lah, Buhârî’de Allah  kar­şıma çıkarıverdi. Allah’ın Rasûlü buyurur ki:

"Çarşı pazarda insanlar dükkan ve tezgahla­rıyla uğraşırken bir atlı koşarak gelse ve dese ki: "Sa­vulun! Dağılın! Kaçın! Başınızın ça­resine bakın! Bir ordu geliyor şuradan! Hepinizi kılıçtan geçirecek” Bu haberi tasdik eden­ler, saddaka yapanlar hemen hazırlanıp kaçarlar. Ama tekzip edenlerse, kezzebe yapanlarsa: “Yok ya! Bu adam ya­lan söylüyor! Bu adam benim ticaretimi kıskanıyor da ondan! Bana kini var, benim kazanmamı istemiyor da ondan! Bana oyun oynayıp paza­rıma konmak istiyor da ondan!” diyerek habere ve haberciye aldırış etmezler. Hiçbir tedbir almadan böyle oyala­nıp dururken başlarına nelerin geleceğini bilemezler” diyor.

Rasûlullah Efendimizin bu beyanına göre kezzebe; inkâr et­mek değildir aslında. Adam sözü anlıyor, söz olarak kabulleniyor. Ta­mam, atlı gelmek nedir? Bunu biliyor, kı­lıçtan geçmek, geçirilmek ne­dir? Bunu biliyor, anlıyor, ama bunu eylem ile göstermiyor. Gereğini yapmıyor. İşte yalan saymak bu­dur.

Meselâ diyorsunuz adama: Arkadaş dışarı mı çıkıyorsun? Aman dikkat et! Dışarıda çok şiddetli soğuk var, kar yağıyor! Aman pardösünü giymeden çıkma! diyorsunuz. Adam kar nedir? Soğuk ne­dir? Bunu biliyor, pardösüsünü giymesi gerektiğini biliyor, anlıyor; ama yine de giymeden çıkmaya kalkışıyorsa işte bu yalan saymaktır. Namazın farz olduğunu, kılınması gerektiğini biliyor adam, ama yine de kılmıyor gibi. Hani Müddessir sûresinin son bölü­münde anlatılı­yordu:

"Bizler din gününü yalan sayanlardandık."(Müddessir: 46)

Deniyordu. Dünyada mü'min görünen suçlular anlatılıyordu. Yâni dünyada mü'min zannedilen ama soluğu cehennemin kapısında alan bu insanlara müslümanlar, cennete girenler şaş­kınlık içinde şöyle soruyorlardı:
"Hayrola ya! niye geldiniz buraya? Bir yanlışlık fi­lan mı oldu?" (Müddessir 42 )

Siz mü'min değil miydiniz? Ne işiniz var sizin burada? Buyu­ru­lunca bunlar dört suç sayıyorlar: Bu suçlardan birisi de:
"Biz din gününü yalan sayardık." (Müddessir 46 )

Bakın din gününü inkâr ederdik değil, yalan sayardık. Me­selâ adama soruyorsunuz: Arkadaş ölecek misin? Diyor ki, evet. Dirile­cek misin? Evet. Hesap kitap var mı? Evet. Cennet, cehennem var mı? Evet. Peki Allah  kâdir mi? Yapar mı bunu? Evet, evet, evet.  Hepsine inanıyor adam. Ama bakı­yoruz bu tamam saydığı, bu inandığı konu­lara aldırış etmeden ya­şıyor. Yaşadığı hayatta bu inandığı şeylerin kokusunu bile görmek mümkün değil. Öyle bir hayat programı var ki adamın, bu inancının hiç mi hiç etkisi yok.

Yâni imanının, inandım dediği şeyin gereğini yapmıyor. Veya imanını amele dönüştürmüyor. Çok korkunç bir suç değil mi bu? Na­maz kılması gerektiğine inanıyor, ama kılmıyor. Örtünmesi gerekti­ğine inanıyor, ama örtünmüyor. Kur’an’ı, sünneti tanımadan müslümanlık olmayacağına inanıyor, ama farklı yaşıyor. Çoluk çocu­ğunu eğitmesi gerektiğine inanıyor, ama yaklaşmıyor. İşte yalan say­mak budur ve çok büyük bir suçtur. Öyleyse inandık dediğimiz şeyleri amele dönüştürmeye çalışalım inşallah. İnancımızı sadece söz pla­nında, iddia planında bırakmayalım. İmanlarımızı hayatımızla, ey­lemlerimizle yalanlayanlardan olmayalım.

11:"Kendilerine yeryüzünde bozgunculuk yapma­yın! Denildiği zaman."

Böyle yaşayanlara, bu tür insanlara denilse ki: Yeryüzünde boz­gunculuk yapmayın! Fesat çıkarmayın! Yâni yaşadığınız böl­gede. Çünkü yeryüzü hem tüm arz anlamına kullanılır, hem de ki­şinin yaşa­dığı bölge demektir. Çünkü Firavun için öyle denmişti:
"Muhakkak ki Firavun yeryüzünde bozgunculuk ya­pıyordu."(Kasas: 4)

Yeryüzünün her yeri değil tabii. Sadece Mısır’da yapıyordu Fira­vun bunu. Ama âyeti kerîmede yeryüzünde denmiştir.

Onlara: Bölgenizde bozgunculuk yapmayın! Denildiğinde. Artık bölgeniz Meram mıdır? Selçuklu mudur? Karatay mıdır? Tür­kiye mi­dir? Afganistan, Pakistan mıdır? Herkes kendi bölgesinde veya kendi evinde, kendi dükkanında bozgunculuk yapmasın! De­nildiğinde derler ki:
"Bizler ancak ıslah edicileriz! Derler."

Hayır, biz bunları, bu yaptıklarımızı düzen için yapıyoruz! Dü­zenlemek için yapıyoruz derler. Allah  diyor ki bakın:

12:"Dikkat edin! (Gözünüzü açın!) Onlar aslında gerçek bozguncular da farkında de­ğiller!"


Ey mü'minler! Ey Kur’an’ın muhatapları! Ey Kur’an’la çev­reyi ta­nıması gerekenler! Ey hadîselere Kur’an’ın gözlüğüyle bakması ge­rekenler! Ey Kur’an’la hem kendilerini, hem de çevrele­rini tanıması gerekenler! Açın gözünüzü ve dikkatli olun! Dikkatli dinleyin ki:
"Onlar aslında gerçek bozguncular da farkında de­ğiller!"

Sakın ha! Bu insanların kendi kendilerine düzenci kesilmele­rine inanmayın! Aldanmayın! Onlar aslında düzen bozu­cudurlar.

Peki düzen bozmak ne demektir? Düzen ne demektir? Bu ko­nuyu tek cümleyle özetlersek: Allah’ın düzen dediği şey düzendir, dü­zensizlik dediği de düzensizliktir. Düzen, ya da düzensizlik, fe­sat, ya da sulh, ifsat, ya da ıslah bunlardan biri mü'minin tavrı, di­ğeri de mü­nafığın tavrıdır. Veya değişik söyleyelim: Bunlardan biri imanın so­nucu, diğeri de küfrün sonucudur. İnancın gereği olan amel ameli salihtir. İmansızlığın gereği olan amel de ameli gayri salihtir.

Fesat; ıslahtan sonra yapılan şeydir. Yâni fesat bozmadır, dü­zeni bozmak demektir. Allah: Ben arzı ve ondakileri düzenle­dikten sonra sakın onu bozmayın diyor. Allah düzenlediği arzda bir vakte kadar bizim oturmamızı istemiş ve onun ıslahı ve fesa­dından bizi so­rumlu tutmuştur.

Öyleyse işimiz küfür ve şirk değil imandır. İsyan değil itaattir. Bozmak değil yapmak, ihtilal değil intizam, zulüm değil adâlet, fe­sat değil ıslahtır. Allah arzı yarattı, düzene koydu, Adem’i ve soyunu gön­derdi oraya. Adem Aleyhisselâm dünyaya geldiği zamanlar düzen de­vam ediyordu dünyada. Sonradan insanlar düzeni bozdular, ifsadı gerçekleştirdiler.

Meselâ bir eve yeni bir gelin gelir. Evin sahibi ona bir düzen­den söz eder: Bu minder burada olmalı! Bu sürahi buraya konmalı! Buraya ekmek konmamalı! Sofra şuraya serilmeli! gibi. İşte gelin bu denenler konusunda öyle yapmalı ve düzeni bozmamalıdır. Ama bu gelin denmeyenler konusunda da serbesttir ya. İşte Cenabı Hak da Hz. Ademe Aleyhisselâm yeni getirdiği bu evde, bu dünyada bir kısım düzenlerden söz etti: Kan dökmeyin! Adam öldürmeyin! Zina etmeyin! Küfretmeyin! Münâfıklık etmeyin! Namaz kılın! Oruç tutun! Buyurmuş ve böylece yeni geldikleri bu evin düzenini bil­dirmişti. Adem ve soyu bu denenlere aynen riâyet etmek zorunda iken, denmeyenler, serbest bırakılanlar konusunda da serbest hareket edeceklerdi.

İşte bir süre yeryüzünde Allah’ın koyduğu bu düzene riâyet edildi. Ama Hz. Adem’in oğlu Kabil bu düzeni bozuverdi. Adam öldürdü. Sonra her düzen bozulduğu dönem Allah Peygamber gönderdi bu bozulanlara çeki düzen vermek için. Bir Nuh gönderdi düzeldi, ama arkasından yine bozuldu. Sonra bir Peygamber daha gönderdi düzeldi, arkasın­dan yine bozuldu, yine peygamber gönderdi. Sonra Hz. İsa’yı ve en sonra da Hz. Muhammed’i, Aleyhisselâm gönderdi. İslâm’dan sonra özellikle bu iş geçerlidir. Çünkü artık başka peygamber gelmeyecektir.

Evet bozmak demek; Yeryüzünde Allah’ın koyduğu düze­nini bozmak demektir. Allah’ın isteklerinin dışına çıkmak, Allah’ın istedik­lerinden farklı yaşamak demektir ve bu münâfıkların işidir.

Meselâ bir zamanlar Afganistan’a gidenler düzen için gidiyorlardı. Vietnam’a giderken de öyle gitmişlerdi. Irak’a gelenler de öyle gelmişlerdi. Somali’ye girerlerken de orada bir bozukluk gör­düklerini ve düzeltmek için gittiklerini söylüyorlardı alçaklar. Ve nihâyet tüm dünyaya demokrasi ihraç ederlerken de hep düzen için yapıyorlardı bunları alçaklar. Ama bütün bu gidişler İslâm’a göre düzen değilse, düzensizlik, ya da düzen bozma, bozgunculuk diyorduk.

Ali Şeriatî’nin ifadesine göre Fransız Renault fabrikasının sa­hibi orta Afrika’da kabile reislerinden birinin altına son model altın kaplamalı bir araba hediye eder. Reislerinin altında bu ara­bayı gören kabile mensuplarının her biri de bu arabalardan birer tane almak zo­runda kalırlar. Böylece tüm kabile attan inip arabaya binmek zorunda kalırlar ve birden bire hayatları değişiverir. Fabri­kanın müdürü patro­nuna sorar: Mösyö, söyler misin, niye bu adamların düzenlerini boz­duk? Neden bu insanları da kendimiz gibi huzursuz yaptık? Araba fabrikasının sahibi der ki: Müdürüm biz at imal etmiyoruz, biz araba imal ediyoruz ve bize de bu iş için para lâzım, pazar lâzım, der. Evet bütün mesele para ve pazar. Bunun için de gözlerine kestirdiklerine kalkınma, ilerleme, modernizm gibi hedefler gösterirler. Sonra da on­ları asimilasyona tabi tutarak kendi kültürlerini, kendi dinlerini yerleşti­rirler.

Bu değişim, ya da toplumların düzenlerini bozma her za­man böyle kolay ve kendiliğinden olmayabilir. Kimileri bu münâ­fıkların kendilerine empoze etmeye çalıştıkları değişime karşı ayak diretebilir. O zaman bu işin imkânsız görüldüğü yerlerde de silah­lar konuşmaya başlar ve toplu imhâlâr devreye girer. Meselâ bu münâfıkların değişi­mini kabule yanaşmayan Brezilya’da virüslenmiş elbiselerle yüz bin­lerce Brezilyalı yok edilmiştir. Suçları batılılaşmamak, bâtılı münâfıkla­rın kendilerine empoze ettikleri hayat tarzını kabul etmemek, ya da kendi düzenlerini değiştirmeye yanaşmamak. Tüm dünyada düzen­leme adına düzensizliği ikâ­meye soyunan bu münâfıklar, sundukları bu düzensizliğe karşı ayak direten Afrika’dan yüz milyon, Amerika’nın yerlilerinden ise doksan beş milyon insan katletmişlerdir. Bu iş için Ortadoğu ve Asya’da öldürdüklerinin adedi belli değildir. Milyonlarca insanın kanına girerlerken bu görevi de bir insanlık borcu olarak yap­tıkla­rını söylüyorlardı. Zira beyaz Avrupalı’nın dışında herkes düzen­siz, barbardı.

1942 yılında kendini dünyanın en medeni milleti kabul eden İn­giltere, Çin'i top ateşine tuttu. Sebep neydi dersiniz? Sebep Çinliye afyon içirebilmekti. İngilizler afyon imal etmişler, bu afyonu da Çin’e Ja­ponya’ya satmak, Çin ve Japon insanına içirmek istiyorlardı.

Japon halkı ayak diretmiş, bizim törelerimizde afyon içmek yok­tur, biz bunu kullanmayacağız diyordu. İngilizlerin silahlarına he­def olan binlerce Japon bu yüzden hayatını kaybetti.

Ama işin acısı bu defa batılılar afyondan daha zehirleyici, ero­inden daha fazla öldürücü olan demokrasiyi imal ettiler. Güzel güzel ambalajlar içinde tüm dünya insanlığına bunu sunmaya başladılar. Yeryüzünün düzeni adına yapıyorlardı bunu. Bu zehiri içmeyi kabul etmeyip diretenler oldu mu silahları konuşmaya baş­ladı. Sadece Ce­zayir ve Tunus'ta iki milyon insan Fransızlar tara­fından öldürüldü. Ateşli silahlarla Latin Amerika’da, Afrika’da ve Asya’daki milyonlarca insanı köleleştirdiler. İddiaları bu insanları medenileştirmekti. Güya bu insanlar bozuk yaşıyordu da bu bo­zukluğu düzeltmeyi hedefliyorlardı.

Eğer bir ülke insanı kendi değerlerine sahip çıkıp bunların em­poze etmeye çalıştıkları düzeni reddetmeye kalkışırsa barış tehlikeye düşmüştür bunlar için. Hemen harekete geçerler. Bu ba­rış sevdalısı münâfıklar Körfezde çıkarları söz konusu oldu mu hemen gemilerini yürütüverirler. Beş yüz milyon ton bomba atarak dört yüz bin Iraklı müslümanın kanını akıtıverirler. Yeter ki orada kendi düzenleri de­mokrasi hâkim olsun. Bunlar düzen bozucu­durlar, bunlar halis münâ­fıktırlar.

Dönüyoruz şimdi kendimize: Elektrik kabloları, lavabo mus­luk­ları da dahil olmak üzere evimizdeki tüm eşyaları sokağa döke­lim. Evi yeniden düzenlemek için yeniden yerleştirelim. Eğer İslâm o yerleş­tirmeye düzen demiyorsa bozgunculuk demektir bu. Yâni İslâm onlara ihtiyaç demiyorsa, tamam bu da olmalı! Bu da ihti­yaçtır! Evde bu da bulunmalı! demiyorsa, biz Allah’a ve Peygam­bere sorarak düzen yapmadığımız için bizimki de bozuk demektir ve biz de düzen bozu­cuyuz demektir.

Çocuğumuza aktardıklarımız, kendi kafamıza yerleştirdikle­rimiz, eğer Allah ve Resûlüne sorulmadan yapılmışsa, biz de düzen bozuyoruz demektir. Biz de ifsat edenlerdeniz demektir. Kafamızı şöyle bir keselim; içindekileri bir masanın üzerine boşaltalım ve çağı­ralım kitap ve sünneti. Diyelim ki ya Rabbi, ya Rasûlallah! İşte ben bi­lir bilmez bütün bunları doldurmuşum kafamın içine! Ama anladım ki bunu size sormadan yapmışım! Şimdi pişman oldum. Bunlardan lâ­zım dediklerinizi, kalsın dediklerinizi tekrar koyacağım ve gereksiz bulduklarınızı atacağım! desek, acaba neler kalır oraya koyabileceği­miz, bir düşünün! Şimdi bu Allah’ın verdiği kafanın düzenini bozmak değil de nedir ya? Ama kendi arzumuzla kafamıza yerleştirdiklerimizi kastediyorum tabii. Yoksa biz istemeden gardi­yanların okudukların­dan öğrendiklerimiz değil tabii. Hani gardi­yanlar sürekli bir şeyler okurlar, mahkûmlar da mecburen öğre­nirler ya, o ayrı. Ben onları kastetmedim.

Soralım Rasulullah’a: Ya Rasûlallah bilir bilmez bir sürü şey yerleştirmişim ben bu kafaya, gel şunları yeniden bir yerleştire­lim! di­yelim. Nerede kullanacağımıza göre yerleştirmeliyiz ama. Meselâ adam Bakara öğreniyor para kazanmak için, Âli İmrân öğ­reniyor do­çent olmak için, Nisâ öğreniyor kitap yazmak içinse bu da bozuk dü­zen olacaktır elbette. Mahza kulluk için öğrenilenlere, amele dönüş­türmek ve hayatı onunla düzenlemek üzere öğrendiklerimize düzen diyor Rabbimiz.

Bunun dışında, meselâ şehri yeniden düzenlemek için başa ge­çirelim birini, veya adam işte okulda düzen için kurallar koyuyor, fabrikada kurallar koyuyor, evde kurallar koyuyor düzen için. Eğer Al­lah, onun koyduğu kurallara düzen demiyorsa, bizim koyduğu­muz ku­rallara düzen demiyorsa, o zaman biz de düzen bozucu­lardanız de­mektir, Allah korusun. Meselâ hanımın şöyle davran­ması için bir kural koymuşuz. Eğer buna İslâm düzen demiyorsa, düzen bozmadır bu. Biz istediğimiz kadar düzen diyelim buna. Perdenin şeklini şöyle yap­tın, döşemenin biçimini böyle yaptın, eğer İslâm buna izin veriyorsa tamam, değilse hepsi bozmadır, hepsi ifsattır bunların. Eğer şöyle di­yorsanız: Efendim burada kastedilen itikadi düzensizlik değil mi yâni? Bu anlattıklarınızla ne ilgisi var? Bunlar itikadla alâkalı şeyler değildir. Bunlar sosyal ve ameli şeylerdir, filan diyorsanız. İyi de her amel bir imandan kaynaklanmıyor mu? Yâni yeryüzünde görüntülenen bir bo­zukluktan bahsediliyor bu­rada. Amele dönüşmüş bir bozuk inançtan, bir bozuk imandan söz ediliyor âyeti kerîmede. Bakın:
"Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın."

denmiştir. Sonra da iman konusu gelecek:
Diye. Öyleyse fesat, kişinin hayatında görüntülenen bozuk­luğu­dur. Meselâ ikinci kat mesabesinde bir ev yapıyordu sahabe de Allah’ın Rasûlü razı olmuyordu buna. Çünkü imanın dışta gö­rüntü­süydü, ve düzeni bozmaktı bu. Veya Hz. Ömer Efendimiz şehir planı­nın kurallarını koyuyordu ve kim onu bozarsa bozguncu oluyordu ta­bii.

Demek ki biz, bulunduğumuz bölgenin düzenini Allah’a so­rup yapacağız. En küçük biriminden en büyük birimine kadar hayatın dü­zenini Allah’a sormadan yapmayacağız. Me­selâ kazanma ve har­cama düzenimizi, cüzdan düzenimizi Allah’a sorup yapacağız. Aksi takdirde biz de bozguncuyuz demektir Allah  koru­sun.

Meselâ insanın eğitiminde düzen, kesinlikle Allah’a sorul­madan yapılmamalıdır. Birileri bir düzen koymuş ortaya ve de­mişler ki, işte efendim önce şunlar şunlar öğretilmelidir. Eğitimde şunlar şunlar önceliklidir. Eğer bütün bunlar Allah’a ve Resûlüne sorulmadan yapı­lıyorsa, Allah’ın öncelik tanıdıklarını sonraya al­mak şöyle dursun, adına bile izin verilmiyorsa bozmadır bu. İfsattır bu. Düzen sahibi olan Allah’a sormadan, vahye müracaat etmeden hukuk yapmaya çalı­şanların yaptıklarının tümü ifsattır. Ekonomiye düzen vermeye çalı­şanların yaptıklarının tamamı ifsattır. Allah’ın düzeninden habersiz kı­lık kıyafet düzeni yapmaya kalkışanların tamamının yaptıkları ifsattır, bozmadır.


Mahmut Toptaş tefsiri:
İnsanlar içinden bir kısmı inanmadıkları halde "Allaha ve ahiret gününe iman ettik" derler.
Müslümanlar için en tehlikelisi bu münafıklardır. Çünkü bizim gibi giyinir, bizim gibi görünür. Kur'an'ı okumaz ama bizden fazla öper. Bi­zim toplantılarımıza katılır. Fikir beyan eder. Hacca gider. Cübbe giyer ama bizim gibi iman etmez. O kendi çıkarlarını ve kafir yandaşlarının çı­karlarını gözetir.
Durupdururken hiç gereği yokken Allah rasûlünün huzurunda şehadet kelimesini söyleyi verirler. Allah (c.c.) da onların yalancı olduğunu Rasûlüne bildirir.
Onları tanımak için konuşma üsluplarına dinlerken yüz hatlarına da dikkat edildiği takdirde Allah dileyince anlaşılabilir.[1]
Münafıklar, müslümanlara zarar vermek, ayrılık tohumları ekmek, Allah ve Rasûlüne harp açanlara yardım etmek için müslümanların ara­sında kalırlar. Tanınmamak için de şehadet kelimesi getirirler.[2][65]
Müslümanların yanında olmak onlara fayda veriyorsa onlara uyarlar.[3][66]
Sanki Allah (c.c.) günümüz münafıklarını bize tanıtıyor. "Sankisi" fazladan. Allah her çağın münafıklarının ortak taraflarım açıklıyor.[4][67]

(9) Allahı ve iman edenleri aldatmaya çalışırlar. Halbuki yalnız kendilerini aldatırlarda farkında olmazlar.
Münafık iki tarafada yaranamaz. Sonunda zararı kendisi görür. Alla­ha hile yapmaya kalkarlar.
Hud'a: Görüldüğünün zıddı hareketle karşı tarafa zarar verme planı­dır. Hud'a: gizlenmedir.
Allah insanların gizlediklerini de açıkladıklarını da bildiği için[5][68] Allaha hile yapmalarından kanıd, Rasûlüne yapılan hiledir. Rasûlüne Öylesine önem veriyor ki ona yapılan kötülüğü kendine yapılmış kabul ediyor. Ona yapılan biati, bağlılığıda yine kendine yapılmış kabul ediyor.[6][69]
Müminleri aldatmaya çalışanlar da geçici bir zaman için bundan çı­kar sağlayabilirler. Müminleri ihbar ederek belirli makam ve mevkiler el­de edebilirler ama bu çıkarları karanlık gecedeki yıldırım ışığından fay­dalanmak kadar ani ve geçici olur.
Tarih boyunca bu iki tarafada yaranamayan münafıkların boynu gi­yotine, idam sehpasına, takılıp kalmıştır.
Rabbimiz onları şöyle tarif eder: "Bunların arasında çalkalanıp du­rurlar. Ne onlar taraf nidadırlar, ne bunlar tarafındadırlar." (Nisa 143) Ya­ni cami ile kilise arasında kalmış insanlar.
Üstü açık kilisedeki heykelin üstüne bir kuş hergün pislermiş. Papaz bundan rahatsız olmuş. Birgün heykelin yanma şarap koymuş. Kuş gel­miş heykele pislemiş, şarapdan içmiş ve sarhoş olmuş, sızmış. Papaz ku­şu eline almış ve şöyle söylemiş: "Madem müslümandın niçin şarap içtin. Madem Hıristiyan'dın niçin heykele pisledin. Senin hakkın ölüm" deyip başını koparıvermiş.
Allah rasûlü kendi devletindeki münafıkları öldürmemiş. Bildiğini onlara bildirmemiş. Yeminlerine ve şehadet kelimelerine inanır görün­müş ama onlara karşı dikkatli olmuş.
Kendisi vefat ederken münafıkların isimlerini Huzeyfe (r.a.)'ye bil­dirmiş. Böylece devletin bunlardan zarar görmesi önlenmiş.
Günümüzde kafirlerin localarında viski, votka içen cuma veya bay­ramlarda bizimle görünen çıkarcılar bilsinler ki, iki tarafda da bir köpek kadar değerleri yoktur.
Peki bunu, bu iki yüzlülüğü neden yaparlar? Kendinden önceki mü­nafıkların kötü sonucunu gördüğü halde niye aynı nifak yolunda devam ederler? [7][70]                                                                      

(10) Onların kalblerinde hastalık vardır. Allahda onlann hasta­lığını artırmıştır ve yalan söyledikleri için onlara acıklı bir azap var­dır.
Esrarkeşin, eroinmanın içtiği şeylerin kendisini Ölüme götürdüğünü gördüğü ve bildiği hâlde yine aynı kötülüğe devam ettiği gibi münafık da küçücük dünyevî çıkarları için ileride başına gelebilecek büyük zararları görmezlikten geliyor.
Bu bir hastalıktır. Tedavisi için Rasûlullaha ve onun yolunda olanla­ra müracaat etmedikleri için Allah onların hastalığını artırdı.
Yedinci âyette "Allah onların kalblerini ve kulaklarını mühürledi" buyuruyor.
Görünüşe göre cebrilik var gibidir. Yani Allah dilediğinin kalbini mühürlüyor. Dilediğinin münafıklığını artırıyor.
Ancak Allah (c.c.) bunların yapılmasına sebeb olarak yine kişilerin yaptıkları kötülükleri gösteriyor.
Yani kul kötülüğü istiyor, rabbimizde yaratıyor. Eski batıl dinlerden bir kısım iyi niyetli bilginler şerri, kötülüğü Allah yaratmaz, O'nun sanma . yakışmaz mantığından hareket ederek hayır tanrısı ve şer tanrısı diye ilahlar türetmeye gitmişlerdir. Biz hayrı da şerri de Allah yaratır diyerek tevhide inanırız.
Bugün müslümanlara en büyük zarar müslümanlığı tam atamamış, batı standartlarını tam tutamamış ikisi arasında bocalayan hasta tiplerden gelmektedir.

(11) Onlara "yeryüzünde fesad çıkarmayın" denildiğinde: "Biz ıslahatçılarız" derler.
İlk insanın imanı tabiatın ilk yaratıldığı günlerdeki gibi tertemizdi. Karalar, denizler ve havalar müminlerin imanı gibi pırıl pırüdı.
Önce imana şirki bulaştırdılar. Allanın kanunlarını hiçe sayarak kendilerini ilahlaştırdılar. Ondan sonra tabiata da müdahale ederek gönüllerindeki pisliği tabiata da akıtmaya başladılar. Rabbimiz: "Ey iman eden­ler! Müşrikler ancak pisliktir" buyurur[8][72].  O tertemiz elbiseleri­nin içinde kara gözlüklerinin gerisinde tabiatı kirletmek, dünyanın her ta­rafında anarşi çıkartıp insanların kanını paraya çevirmek, kimyasal silah­lar satarak midesini patlatmak için koşan bu hasta adamlar: "Yahu etme­ğin, eylemeyin yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayın" deseniz, onlar "biz Yalta zırvasında, Malta zırvasında, Londra zirvesinde insanları ıslah için bir araya geliyoruz" diyorlar. Peki ama her zirvenizin sonunda Hamada, Halepçe'de, Afganistan'da İran'da, Grenada'da, Azerbaycan'da yüzbinlerce insan öldürülüyor.
Rabbimiz bizi bu ikibinli (bin dörtyüzlü) yıllarda bizi uyarıyor: