Bakara 114 - Allah'ın adının anılmasını engelleyenler



“Kim Kur’ana dosdoğru uyarsa, Kur’an onu sapıklıktan kurtarıp doğru yola eriştirir ve kıyamet günü onu kötü bir hesaptan korur” (Hadis-i şerif)

Muhammed Esed:
Bazı özel düzenlemeleri ile ne kadar çok uyuşmazlık içinde olunsa da Allah inancını temel eksen olarak kabul eden her dine tam saygı gösterilmesi zarureti, İslam'ın temel prensiplerinden biridir. O halde Müslümanlar, ister cami, isterse kilise ya da havra olsun, Allah'a adanmış bütün ibadet mahallerini korumak ve onlara saygı göstermekle yükümlüdürler (karş. 22:40'ın ikinci paragrafı); ve başka bir inancın mensuplarını kendi inançlarına göre Allah'a ibadet etmekten alıkoyma teşebbüsleri Kur’an tarafından kutsallığa tecavüz fiili olarak nitelenmiş ve lânetlenmiştir. Bu prensibin çarpıcı bir tasviri, Hz. Peygamber'in H. 10. yılda Necran'lı bir Hristiyan heyetine karşı davranışında örneklenmiştir. Her ne kadar Hz. İsa'yı “Allah'ın oğlu” ve Hz. Meryem'i “Allah'ın annesi” olarak kabul etmeleri İslamî inançlarla temelden çatışıyor idiyse de onlara Hz. Peygamber'in mescidine serbestçe girme izni verilmişti ve o'nun kesin rızası ile orada kendi dinî ayinlerini ifa etmişlerdi (bkz. İbni Sa‘d I/1, 84 vd.).
Diyanet:
……. Bu bölümdeki âyetlerin temel konusu dikkate alınarak "mescidlerin harap olması için çalışan" İfadesiyle, Süleyman Mâbedi'ni yakan Romalı putperestlerin, "Allah'ın mescidlerinde O'nun adının aml-masma engel olan" ifadesiyle de müslümanlann Mescid-i Haram'a girip ibadet etmelerini engelleyen Mekkeli putperestlerin kastedildiği düşünülebilir. Fahreddin er-Râzî, bu hususta dört yorum zikrettikten sonra beşinci bir yoruma yer vermekte ve bunu daha güçlü bulmaktadır. Buna göre yahudiler, Kabe'ye yönelerek namaz kılınmasını hazmedemiyorlar, müşrikleri Kabe'yi tahribe teşvik ettikleri gibi kendileri de Medine'deki Mescid-i Nebevî'yi tahrip için çalışıyorlardı.
Bu tür yorumlar, âyette mutlak mânada ibadet ve mâbed düşmanlığının hedef alındığını düşünmemize de engel değildir. Buna göre, geçmişte veya gelecekte mâbedlerde Allah'a ibadet edilmesini engelleyen, oraların maddî veya manevî anlamda yıkılıp harap olması veya her ne suretle olursa olsun işlevsiz bir duruma düşmesi için çabalayan her türlü olumsuz hareketler Kur'ân-ı Kerîm tarafından kesin bir surette kınanmıştır. Zira ibadet, insanın yaratıcısıyla ilişkisini sağlamada ve bu suretle onda kulluk bilincini canh ve sürekli kılmada en önemli işleve sahip düzenli davranış biçimleri; mâbedler de sadece bu işlevin yerine getirilmesi için tesis edilmiş kutsal mekânlardır. Şu halde âyette verilen asıl mesaj, mâbedlerin dokunulmazlığı ve ibadet özgürlüğüdür. Nitekim bu temel yaklaşım dolayısıyla Kur'an, "içinde Allah'ın isminin anıldığı" (ibadetlerin yapıldığı) mescidlerle birlikte kiliselere ve havralara da saygı gösterilmesi gerektiğine işaret etmiştir. Bazı yanlışları da bulunsa, Allah inancını ana eksen olarak alan Ehl-i Kitabın ibadet özgürlükleri ve tapınaklarının saygınlığı Hz. Peygamber'den itibaren müslüman yöneticilerin titizlikle uydukları bir ilke olarak yaşatılmıştır. Hatta Hz. Peygamber, Necranlı bir hıristiyan heyetinin Medine Mescidi'ne girerek burada kendi dinlerine göre âyin yapmalarına bile izin vermiştir.  İşte diğer kitabî dinlerin ibadet ve mâbedleri için bile böylesine sayılı bir bakış getiren İslâm dini, kendi mâbedleri olan mescidlerde ibadet edilmesine engel olan ve bu mukaddes mekânların tahribine çalışanları zalimlerin en zalimi saymış (zulüm teriminin Kur'ânî anlamı için bk. Bakara 2/54); bu sebeple konumuz olan âyette onların mescidlere, ancak müminlerin gücünden, onlar tarafından yakalanmaktan korkup çekinerek girebileceklerine, bunun için de müminlerin güçlü olmaları gerektiğine; aynca mâbedlerin, kötü niyetlilerin oraları tahribe ve ibadet edilmesini engellemeye cesaret edemeyecekleri şekilde güvence altında tutulması gerektiğine işaret edilmiştir.

Ali Küçük:
Yeryüzünde zulümlerin en çirkini Allah’ın arzında, Allah’ın mescidlerinde, Allah’ın adının anılmasını engellemektir. Mescidlerde Allah’ın adının anılmasını engellemek; öncelikle Allah’ın hukukuna müdahale, sonra da müslümanların ibâdet özgürlüklerine kısıtlama anlamına gelir ki, bundan daha büyük bir zulüm düşünmek mümkün değildir. Evet Mescidi Aksa’yı, Mescidi Haram’ı ve topyekün dünya mescidlerini bu hale getirenlerden daha zâlim kim olabilir? Yeryüzünün en büyük zâlimleri bunlardır.
         Bu adamlar ki, kendilerini hâlâ cennetlik zannediyorlar. Kendilerinden başka kimseye de cenneti vermek istemiyorlar. Ama bakın ki beri tarafta, Allah’ın bu mescidlerini ve yeryüzünün her mekânı olan mescidlerinde, Rabbim Allah diyenlere hayat hakkı tanımıyorlar. Allahu Ekber demelerine tahammül edemiyorlar. Namaz kılmalarına tahammül edemiyorlar. Allah’tan başka herkesin büyütülmesine, Allah’tan başka herkesin hamd edilmesine razı oluyor adamlar da Allah’ın hamd edilmesine razı olmuyorlar. Allah’tan başka herkesin düşüncelerini sergilemesine izin veriyorlar da Allah’ın ahkâmının uygulanmasına tahammül edemiyorlar.
         Allah’ın kitabının okunmasına, Allah’ın âyetlerinin anlatılmasına izin vermiyorlar. Allah kullarına, Allah’ın mülkünde, Allah’ın istediği hayatı yaşamalarına izin vermiyorlar. Allah’ın kullarının şu yeryüzü mescidinde, şu arzda, Allah’ı hamd etmelerine yâni Allah’ın istediği biçimde giyinmelerine, Allah’ın istediği biçimde bir hayat sürmelerine izin vermiyorlar. Öylece Allah’ı övmelerine, Allah’a hamd etmelerine izin vermiyorlar. Şimdi acaba bundan daha büyük zulüm olur mu? Onun mülkünde ona hayat hakkı tanımıyorlar. Bu halleriyle nasıl oluyor da bu adamlar, hâlâ cennetlik olduklarını söyleyebiliyorlar? Halbuki Allah, onlar için zâlimlerin en kötüsü ifadesini kullanıyor.
….
Şu anda da tüm yeryüzü mescidlerinde Allah’ın âyetlerinin açık açık gündeme getirilmesine, dünya müslümanlarını rahat rahat Allah’ın âyetlerinin duyurulmasına ve tüm dünya müslümanlarının bu âyetlerle eğitilmesine imkân vermeyerek, sadece kendilerinin izin verdiği kadar âyetlerin duyurulmasına ve bunun dışındaki âyetlerin yasaklanmasına çalışanlar, bunlar mı cennetliktir? Ya da bunlardan daha zâlim kim olabilir? Bu adamların da kendilerini cennetlik görmelerine hayret etmemek mümkün değildir.
….
         Peki acaba mescidlerde Allah’ın adının anılması ne demektir? Mescidlerde Allah’ın adının anılması demek; gündem maddesi olarak Allah’ın ve Allah’ın âyetlerinin açık açık konuşulması, gündeme getirilmesi demektir. Allah’ın âyetlerinin, Allah’ın kitabının mücerret okunmasına ses çıkarmayanlar, bu âyetlerin muhtevalarının gündeme getirilmesine, âyetlerin açıklanmasına tahammül edemiyorlar. Âyetlerin mânâlarının net bir biçimde ortaya konulmasına tahammül edemiyorlar. Kendi kanunlarıyla, kendi arzularıyla Allah’ınkiler çatışınca Allah’ınkilere izin vermemeye çalışıyorlar. En iyisi mi Allah’ın arzularını duyurmayalım. Eğer insanlar Allah’ın âyetlerini, Allah’ın arzularını duyarlarsa o zaman onunkilerle bizimkiler çatışacak, insanlar bizimkileri mi dinleyecekler, Allah’ınkileri mi? Bu kaostan kurtulmak için ne pahasına olursa olsun Allah’ınkilere geçit vermeyelim diyorlar.
         Kâbe’de, Allah’ın arzında, Allah’ın mescidinde, Mescidi Aksa’da yine Allah’ın mescidinde, Allah’tan başka ne kadar tanrıça, tanrı taslağı varsa bunların hepsinin adının anılmasına müsaade ettiler, ama Allahu Teâlâ’nın adının zikredilmesine müsaade etmediler. Oralarda herkesin arzularının, isteklerinin, emir ve yasalarının duyurulmasına izin verdiler de Allah’ın yasalarının açıkça ilânına yasaklar koydular. Müslümanları oraya sokmamaya, orada namaz kılmalarına engel olmaya çalıştılar.
         Şu anda da dünyada herkesin adının zikredilmesine evet, ama Allah’ın adının zikredilmesine hayır dedikleri gibi. Gündem maddesi olarak er şeyin alınmasına evet ama Allah’ın adının anılmasına hayır dedikleri gibi. Halbuki Allah’ın adının anılmasına engel koymaya hiç kimsenin hakkı yoktur. Tüm dünya gündeminde zikredilecek tek isim, tek sistem Allah’ın ismidir, Allah’ın sistemidir. Ve Rabbimizin gündemi olan bu kitap, bize neleri gündeme alın diyorsa, onları gündeme almak zorundayız. Başkalarının gündem maddelerini konuşmak zorunda değiliz. Bunu yapınca gündem maddesi olarak sadece Allah’ın âyetlerini kabul edince, o zaman mescidleri harap olmaktan kurtarmış oluruz.
         Esasen mescidleri imar etmek demek, o mescidlerin fonksiyonunu ve misyonunu imar etmek demektir. Mescidleri yıkmak da sadece onların yapılarını, duvarlarını yıkmak değil, mescidlerin fonksiyonlarını yıkmak demektir. Mescidleri aslî fonksiyonlarından çıkarıp, başka maksatlar için kullanmaya başlamak demektir. Mescidleri harap etmek demek, onları asrı saâdet’teki işlevlerinden uzaklaştırmak mescidleri cemaatsız bırakmak, mescidlerle insanlar arasına barikatlar koyarak, insanların mescidlere gitmesine imkân bırakmamak demektir. Mescidleri harap etmek; demek mescidlerin hayatı düzenleme fonksiyonunu öldürmek demektir. Mescidleri harap etmek demek; orada Allah’ın sesinin üzerinde başkalarının seslerini yükseltmek demektir. Zira mescidlerde en gür seda Allah’ın sedası olmalıdır.
….
         Ama burada anlatılan sadece Kâbe değil, tüm arz mescidinde Allah’ın adının anılmasının, Allah’ın âyetlerinin, Allah’ın sisteminin gündeme getirilmesinin yasaklanması söz konusudur. Hani Allah’ın Rasûlü buyurur ya:
         "Tüm arz benim için mescid kılındı."
         Öyleyse tüm arzda Allah’ın adının anılmasını engelleyenden daha zâlim kim vardır? Her yerde, mektepte, adliyede, iş yerinde, dükkanda, okulda, pazarda, panayırda, evde, sokakta, Allah’a secdeyi engellemek istiyorlar. Arzın her bir makamında Allah kullarının Rablerine secdesine izin verememeye çalışıyorlar. Peki secde neydi? Secde, o konumda, her bir konumda Allah’ın emirlerini yerine getirmektir. Her yerde Allah’ı ve Allah’ın emirlerini gündeme getirmek, her bir makamda Allah’a kulluğu gerçekleştirmek zorundayız. Kimse bizi bundan engelleyemez. Kimsenin buna hakkı yoktur. Bunu engellemek şöyle dursun, Allah düşmanları, Allah’ın adının zikrine ve Allah’ın âyetlerinin gündeme getirilmesine tahammülü olmayanlar:
         "Böyleleri o mescidlere ancak korka korka girebilirler."
         Tüm arz mescidinde ancak korkarak dolaşmaya mahkumdurlar. Bunlar, bu zâlimler pek kısa bir zaman sonra bu mescidlere ancak korka korka girebileceklerdir. Yakında bunların tüm arz mescidinde güvenleri kalmayacak, tüm yeryüzünde ancak korka korka dolaşabileceklerdir. Bu âyetlerin gelişinden hemen üç beş yıl sonra Mekke putlardan temizleniyor, Kâbe’de, Allah’ın mescidinde Allah’ın büyüklüğü ilan ediliyor, tekbir getiriliyor. Kısa bir süre sonra da Kudüs fethediliyor Mescidi Aksa’da da Allah’ın hâkimiyeti gerçekleştiriliyordu.
         Bununla Rabbimiz müslümanlara şunu anlatıyor: Ey müslümanlar, düşünün ki o gün müslümanlar bir avuçtu. Allah’ın mescidi olan Kâbe ve Mescidi Aksa güçlü kuvvetli kâfirlerin elindeydi. Bu âyetler geldiği dönemde tüm dünya bunun hayal olduğunu, bu âyetlerin gerçekleşip Kâbe’nin ve Kudüs’ün müslümanların hâkimiyetine geçmesinin mümkün olmadığını zannediyordu. Ama bakın ki, çok kısa bir zaman içinde oldu bu iş.
…..
         Rabbimiz bu âyetiyle bu zulme ve zâlimlere karşı mü'minlerin sağlam durmalarını ve onlarla savaşılarak toplumda, onların güçlerinin kırılmasını emretmektedir.
         Bu zâlimler topluma hakim konumda olmamalıdırlar buyurmaktadır. Çünkü çok kısa bir dönem sonra İslâm’ın egemenliği söz konusu olacak, müslümanlar hayata egemen olacaklar, Allah’ın yeryüzüne müslümanlar hakim olacak, bu sefer de onlar tüm arz mescidinde korka korka dolaşmak zorunda kalacaklar. Çok kısa bir süre sonra. Çünkü bakıyoruz bu âyetler hicretten bir yıl sonra filan nazil olmuş ve hicretten bir altı yıl sonra Mekke fethedilmiş, Kâbe Rabbimizin adının anılması üzerine tekrar düzenlenmiş ve Mekke’nin fethinden bir sekiz on sene sonra da Kudüs fethedilmiş ve artık yeryüzünde sadece Allah’ın adının yüceltilmesine zemin hazırlanmıştır. Bu âyetlerin gelişinden beş on yıl sonra o bölgelerde bir tek müşrik, bir tek kâfir kalmamış, kimisi müslüman olmuş, kimileri de dış dünyada cizye vermek zorunda kalmışlar, müslümanların varlığına Allah’ın adının anılmasına korka korka razı olmak zorunda kalmışlardır.
         Eğer gerçekten bu âyetler bizlere de nazil olmaya devam ederse, sahabeyi dirilten bu âyetler bize de konuşmaya devam ederlerse, biz de bu âyetlerle amel edip cennete gidebilmenin yolunu bulabilirsek, hiç şüpheniz olmasın ki, kısa bir dönem sonra yeryüzünün kâfirleri acaba bizim bunlara yaptığımız gibi bu müslümanlar da bize mukabelede bulunarak yaptıklarımızın hesabını soracaklar mı  diye korku içine düşecekler. Zaten şu anda tüm yeryüzü kâfirlerinin korkulu rüyası da budur. Hafakanlar geçiriyorlar, uykularını kaybediyorlar acaba hesaplaşma zamanı geldi mi diye adamlar. Halbuki korkmaları da gereksizdir. Çünkü biz müslümanız. Bizim onlar gibi zulmetmemiz mümkün değildir. Bizler onlar gibi asla zalimler olamayız. Bizler asla onların bize yaptıklarını onlara yapamayız. Aksine bizim onlara davetiyemiz şöyle olacaktır: Gelin ey kâfirler siz de müslüman olun. Müslüman olun da dünyanın da âhiretin de nîmetleri sizin olsun. Gelin müslüman olun da sizin de bizim de Rabbimizin arzuları yeryüzünde hakim olsun, kulun kullara kulluğu bitsin bu dünyada, diyeceğiz. Gelin birinin diğerine zulmü bitsin diyeceğiz. Gelin birimizin diğerine üstünlüğü, alçaklığı söz konusu olmadan, birimizin diğerine hükmetmesi, itaat etmesi söz konusu olmadan hepimiz eşit kullar olarak Rabbimize boyun bükelim. Hepimiz Rabbimize kul olalım. Hepimizin üzerinde Allah egemen olsun. Aksi takdirde siz bilirsiniz:
         "Dünyada onlar için rüsvalık var, âhirette de elim bir azap beklemektedir onları."
         Dünyada rüsva olacaktır bunlar. Yahudiler için, hıristiyanlar için ve de Allah’ın arzularına geçit vermeyen, kendi sistemlerinin uygulanabilmesi için Allah’ın sistemine geçit vermeyen tüm müşrikler için dünyada rezillik ve rüsvalık vardır. Dünyada rezil ve perişan olacaklardır onlar.
         Bu âyetlerin gelmesinden hemen kısa bir süre sonra Mekke’nin fethiyle müşrikler, Yermük’te hıristiyanlar, Kadisiye’de mecusiler, Kureyza savaşlarıyla veya Kudüs’ün fethiyle yahudiler, Mısır’ın fethiyle Kıptiler, Ermeniler, Anadolu’nun fethiyle Rumlar, Hıristiyanlar, hepsi dünyada rezil ve perişan oldular. ….

Prof. Bayraktar Bayrakılı:
1. İbadet hakkı
Allah'ın isminin anılması, mescitte ibadet edilmesi manasına gelir. Çünkü, namazın bir adı da zikirdir [Taha/14]. İnsanlar, Allah'a ibadet etmek için belli bir mekan edinirler. Yeryüzünün mescit olmasına, yani namazın her yerde kılınabilmesine rağmen, cuma ve bayram namazları gibi bazı ibadetlerin toplu halde yapılma zorunluluğu vardır. Beş vakit namazı da cemaatle kılmanın sevabı büyüktür.
İbadetlerini belli bir mekanda yapmaları, insanların hem sosyal ve hem de dinî haklarıdır. Bu hak, mabetlerin tarihi kadar eski bir geçmişe sahiptir. İbadet hakkı, bir ibadethaneye sahip olma hakkını da beraberinde getirmektedir. İnsanları, mescitte ibadetten alıkoymak, ibadet hakkını çiğnemektir. Bu ise zulümdür. Onun için Yüce Allah böylelerinden daha zalim birinin olmadığını ifade etmektedir.
Tarihte ve Peygamberimiz döneminde böyle olayların olması, bu ayetin nüzul sebebini teşkil etmiştir. Fahruddin Razi ayetin nüzul sebebi olarak, bazı hükümdarların Beyt-i Makdis'i tahrib etmelerini, orada ibadet edenleri engellemelerini göstermektedir.
Bu ayetin, Peygamberimiz döneminde, müslümanlan mescitte ibadet yapmaktan alıkoyan müşrikler hakkında indiği görüşü, şu ayetlerle de isbatlan-maktadır:
a) Onlar Mescid-i Haram'ın görevlileri olmadıkları halde, müslümanlan oradan geri çevirirlerken, Allah onlara ne diye azap etmeyecek. [Enfal/34]
Demek ki, Hz. Peygamber döneminde, müslümanlann Mescid-i Haram'a gidip ibadet etmelerini engelleyenler vardı.
b) Onlar, inkar eden, Mescid-i Haram'ı ziyaretinizi engelleyen ve bekletilen kurbanların yerlerine ulaşmasını men edenlerdir. [Fetih/25]
Bu ayet de, hac ibadetini engelleyenleri ele almaktadır. Olay, Hz. Peygamber döneminde meydana gelmiştir.
c) Cemaatle kılınan gece namazlarında imamın sesli, gündüz namazlarında sessiz okumasının sebebini İsra/110 ayetinde bulabiliriz:
(Namazda yüksek sesle okuma, onda sesini fazla da kısma, ikisinin arası bir yol tut). [Isra/110]
Gündüz kılınan namazlarda kıraatin sesli olması halinde müslümanlara eziyet edilmesi muhtemeldi. Onun için Hz. Peygamber, gündüz namazlarında sesli okumamıştır. Bu da, bizi şu gerçeğe götürmektedir: Müslümanlann ibadetleri engellenerek ibadet haklarına tecavüz ediliyordu. Bu üç ayet, Bakara/l 14'ün nüzul sebebini net bir şekilde ortaya koymaktadır.
Belli bir mekanda ibadet etme hakkı kutsaldır; ona saygı duyulması gerekir. İşte bu hakka saygı duymayanlan Yüce Allah en zalim insanlar olarak tavsif etmektedir.

2. İbadethaneleri harab etmek
Ayetin ikinci bölümünde, mescitleri tahrib etmeye koşan, onlan yıkmak için gayret sarf eden insanlar ele alınmaktadır. İbadet hakkını engellemekle, ibadethanelerin tahribine koşmak, birbirine yakın büyüklükte günahlar olduğu için, Allah bunu da zulmün içine dahil etmiştir.
Yüce Allah, ibadethaneleri tahrip edip yıkanlan, kötü insanlar olarak vasıflandırmaktadır:
Onlar, başka değil, sadece Rabbimiz Allah'tır dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah bir kısım insanları, diğer bir kısmı üe engellemeseydi, mutlak surette, içlerinde Allah'ın ismi anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler yıkılıp giderdi. [Hacc/40]
Bu ayetten anlıyoruz ki, Yüce Allah mescitlerin, kiliselerin, manastır ve havraların yıkılmasını istememektedir. İstanbul'u fetheden Fatih Sultan Meh-med, bu ayetin hükmü gereği kilise ve havralara dokunmamışur. İyi insanlar, bu tahribatı yapanları engellemelidir. Ayet, böylelerinin engellenmemesi halinde ibadethanelerin yıkılıp gideceğine dikkat çekmektedir.
3. Onlara, mescitlere korkarak girmek yaraşır.
Ayetin üçüncü bölümü, o zalimlerin hangi psikolojik duygu ile ibadethanelere girebileceklerine ışık tutmaktadır. Onlara, ibadeti engellemek ve mescitleri harap etmek değil, oralara korku içinde girmeleri yakışır. Mescit, inanan insanlara mutluluk verirken, kafirlere korku salmaktadır. Ayet bize, ibadethanelere karşı takınılan tavrın, bir taraftan insan psikolojisinden, bir taraftan da onların farklı inançtaki insanlara saldıkları korkudan kaynaklandığını göstermektedir.
Bununla birlikte, ayetin bu kısmı, gelecekle de alakalı olabilir; şöyle ki: Müslümanların etkinliği artınca, zalimlerin gönlündeki korkunun da artacağına ve ibadethanelere korku içinde yaklaşacaklarına işaret edilmiş de olabilir. Çünkü sosyal gücü kaybetmeleri, düşmanlık yerine korkuyu getirir.
Sonuçta, şu noktaya varıyoruz: insanlık tarihi, farklı inançlara sahip olanların mücadeleleri ile doludur. Bu mücadeleler, insanlığın enerjisini heba etmiş ve insanlığa zarar vermiştir. Özellikle ibadet özgürlüğü ve bunun sağladığı hakların çiğnenmesi, insanlığın çok geri kalmasına neden olmuştur. Yü-oe Allah bunu, en büyük zulüm olarak nitelendirmiştir.
4. Onlara dünyada rezillik, ahirette de büyük bir azap vardır.
Ayetin bu kısmından iki türlü azap olduğunu anlıyoruz: Dünyadaki ve ahiretteki azap. Yüce Allah, dünyadaki azap için  (hizy) demektedir.
Hizy lügatte alçak, adi, aşağı, değersiz, pespaye, kötü, iğrenç, nefrete layık manalarına gelmektedir. Fiil olarak, gözden düşmek, rezil etmek, haysiyetsiz olmak, itibardan düşmek, utandırmak anlamlarını ifade etmektedir.
Rüsvaylık ve pespayelik manasına gelen hizy azabı, çoğunlukla bu dünyada çekilecek olan bir azaptır. Kur'an'da iki ayette de ahirette olacağına işaret edilmektedir. Kur'an'da, dokuz tür davranışın bu azapla cezalandırılacağı beyan edilmektedir:
a) İnsanların ibadet özgürlüğünü ellerinden alıp ibadet haklarını çiğnemek ve ibadethaneleri tahrib etme gayreti içinde olmak. [Bakara/114]

b) İnsan öldürmek, insanları yurtlarından çıkarmak ve çıkaranlara yardımcı olmak. [Bakara/85]
c) Allah ve Resulüne karşı savaşmak ve toplumun düzenini bozmak. [Ma-ide/33]
d) Ağzı ile inandım deyip kalbi ile inanmamak. Allah'ın hükümlerini değiştirmek. [Maide/41]
e) Allah ve Resulüne karşı koymak. [Tevbe/63]
f) Bilgisi, rehberi ve aydınlatıcı kitabı olmadığı halde, Allah yolundan saptırmak için mücadele vermek. [Hacc/89]
g) Peygamberi yalanlamak. [Zumer/25-26]
h) Yeryüzünde kibirlenmek ve Allah'ın ayetlerini yalanlamak. [Fussi-let/15-16]
i) Allah'ı aciz bırakmaya çalışmak. [Tevbe/2]
Bu davranışlardan sadece 'Allah ve Resulüne karşı koymak', ahirette aşağılık azabın nedeni olarak gösterilmektedir. Nahl/27de de hizy'in, ahiretteki alçalücı bir azap olduğu bildirilmektedir.
Bu azap çeşidinin ferdî ve sosyal boyutu vardır; yani bazen ferde, bazen de topluma verilir. Yukarıda sıraladığımız davranışlar aslında üç grupta toplanabilir: Allah'a, Peygamber'e ve topluma karşı işlenen suçlar.
Şimdi bu azabın, dünyada verilmeme durumunun olup olmadığına bakalım. Kur'an'a göre bu azabın verilmeme ihtimali vardır. İlgili ayetler şöyledir:
Yunus'un kavmi müstesna, herhangi bir ülke halkı, keşke iman etse de, bu imanları kendilerine fayda verseydi! Yunus'un kavmi iman edince, kendilerinden dünya hayatındaki rüsvaylık azabı kaldırıldı. [Yunus/98]
Dünyada rüsvaylık azabına layık görülen bir toplumdan bu azabı kaldıracak dinamik iman'dır. Değişimi gerçekleştirecek gücün iman olduğunu söyleyen Yüce Allah toplumsal değişimin, psikolojik değişim üzerine oturduğuna işaret etmektedir, inkardan imana doğru oluşan değişim, topluma gelecek rüsvaylık azabının kaldırılmasına vesile olmaktadır. Böylece ayet, toplumdaki değişimin köklerinin, fertlerin gönüllerinde olduğu gerçeğini bir kanun olarak ortaya koymaktadır. Gönüldeki inkarın imana doğru değişimi, sebep; rüsvaylık azabının kalkması da sonuç'tur. Netice olarak diyebiliriz ki: Fert ve topluma rüsvaylık azabının gelmesine sebep olan davranışların terk edilmesi ve onların yerine salih amellerin işlenmesi, gereken değişimi sağlamış olacaktır. Kulun davranışları sebep, olumlu değişimi yapan da ilahî rahmettir. [Hud/66]
Dünyada aşağılık olan bu insanları, ahirette de büyük azap beklemektedir. Ahiret azabı, dünya azabından daha şiddetli olduğu için, ayette azim yani "büyük" sıfaü yer almaktadır.
Allah'ın mescitlerinde Allah'ın isminin anılmasını engelleyenler, yani oralarda ibadet yapılmasına mani olanlar ve ibadethanelerin harab olması için gayret edenler, dünyada aşağılanmaya, ahirette de büyük azaba çarptırılacaklardır. Demek ki, insanlar kendi yaptıklarıyla azaba müstahak olmaktadırlar. Davranışlar ya cennete dönüşüyor, ya da cehenneme; başka bir ifadeyle ya ödüle, ya cezaya. [

Elmalılı Hamdi Yazır:
Allah'ın mescitlerini, içlerinde Allah'ın isminin zikredilmesinden meneden ve o mescitlerin maddeten ve manen harap olmasına, yıkılmasına, terkedilmiş kalmasına veya mescitlikten çıkarılmasına çalışandan daha zalim kim vardır! Böyle zalimlerin cennet ile ne ilişkileri v ardır? Her şeyin hakkı, onun layık olduğu yere konmasıdır. Zulüm de bir şeyi, kendi yerinden başka yere koymaktır. Demek ki, bir şey layık olduğu yerinden, ne kadar uzaklaştırılırsa, o kadar haksızlık, o kadar zulüm yapılmış olur ve o şey, ne kadar yüce v e ne kadar kutsal ise zulüm de o ölçüde aşırı gitmiş olur. Nitekim Allah'a şirk koşmak en büyük zulümdür. Allah'ın mescitlerini, içlerinde Allah denilmekten menetmek ve harap olmalarına çalışmak da hem Allahın, hem mescitlerin, hem de insanların hakkına son derece tecavüz demektir. Bunu yapabilen zalimler, hiçbir zulümden çekinmez, her türlü haksızlığı yapar, hepsine kapı açarlar. Şu halde mescitlere saldırmak ve onların maddeten veya manen harap olmalarına çalışmak, zulümlerin en büyüğüdür ve bunu yapanlar en zalim kimselerdendir. Zulmün bu derecesi ve benzerleri tasavvur olunsa bile, daha fazlası tasavvur olunamaz. Nitekim "Yalan yere Allah'a iftira edenden daha zalim kim olabilir?" (En'âm, 6-21, 93, 144) âyetlerinde olduğu gibi, diğer bazı âyetlerde de benzeri zulümler açıklanmıştır. Bu inkârî istifhamların hepsi, bu zulümlerin üstünde başka bir zulüm bulunmadığını beyan içindir. "Allah'ın mescitleri" şeklindeki isim tamlamasından çıkan hüküm, hiçbir istisnası olmayarak bu ifadenin bütün mescitler hakkında geçerli olduğunu gösterir ve âyetin hükmü genelde bütün mescitler için de geçerlidir.
Tefsircilerin çoğunluğunun beyanına göre, âyetin asıl iniş sebebi, Beyt-i Makdis'in tahribi meselesi olup, âyet Rum ve hıristiyanlar hakkındadır. Bir kısım tefsirciler, bunun müşrikler hakkında olduğunu da açıklamışlardır. En doğrusu her ikisi, yani hıristiyanların müşriklerle olan ortak özellikleri hakkındadır. Buhtü-nassar (veya Buhtünnasr) denilen hükümdar, müşrik Romalılar ve hıristiyan Bizanslılar yıkım işin d e birleşmişlerdir. Arap müşrikleri de Kâbe hakkında bunlara benzemişlerdir. Bununla beraber, paylamanın asıl hedefi Bizans hıristiyanlarıdır. Abdullah b. Abbas hazretlerinden rivayet olunduğu üzere: "Roma kayserlerinden Titos, Kudüs'e hücum etmiş, halkı kılıçtan geçirmiş, çocuklarını esir almış, Tevrat'ı yakmış ve Beyt-i Makdis'i tahrip etmiş ve mabedin içinde domuzlar kesmişler, leşler bırakmışlar..." Bundan dolayıdır ki, tefsircilerin çoğu, sadece hıristiyanları söz konusu etmişlerdir. Tarihlerin bildird i ğine göre; Kudüs ilk defa Buhtü-nassar tarafından pek feci bir şekilde işgal edilmiş, yakılıp yıkılmıştır. Hz. Davut'tan beri devam edip gelen İsrail devletine son verilmiştir. Kudüs daha sonra Pers hükümdarlarından Erdişiri Behmen tarafından yeniden imar edilmişti ki, İsrailliler buna "kirş" veya "kürş" adını vermişlerdir. İsrailoğulları yine toplanmış ve İran'a bağımlı mahallî bir hükümet kurmuşlardı. Ancak daha sonra Yunanlılar'ın, onun arkasından da Romalılar'ın idaresi altına girmişlerdi. Zekeriya ve Y ahya Aleyhisselâm'ı işte o zamanlar şehit etmişlerdi. Hz. İsa'nın göğe yükselmesinden kırk sene kadar sonra da Kudüs'ün ve Beyt-i Makdis'in, Romalılar eliyle ikinci defa tahribi meydana geldi. Bu olay da Roma imparatorlarından
Neron'un yerine geçen Ospanyanus zamanında başlamış ve rivayet olunduğuna göre, onun oğlu Titos tarafından bitirilmiştir. Bu yıkım, bir daha geri dönmemek şartıyla Yahudi devletinin sonu olmuştur. Çünkü Espasyanos, yahudileri hep baskı altında tutmuş, onları Kudüs içinde kendi haller i nde sus-pus yaşamaya mecbur etmişti. Titos ise buraya şiddetle hücum ederek gizlenip kaçabilenlerden başka bütün halkı, yahudi olsun, hıristiyan olsun hepsini kılıçtan geçirmiş, çocuklarını da esir etmiş, şehri yağmalatmış, yakıp yıkmıştır. Beyt-i Makdis d enilen büyük mabedi de oradaki heykeli de tahrip etmiş, bütün kitapları yakmış ve artık orada İsrailoğulları'ndan kimseyi, yaşatmamış. Bundan dolayı ellerinde herhangi bir belge de kalmamış. Buna da sebep, orada yahudilerin sık sık isyan edip, huzursuzluk çıkardıkları Roma tarihlerinde anlatılmıştır. yukarıda geçtiği üzere "Ve Allah'ın gazabına uğradılar. Onların başına gelen bu musibetler, Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri, haksız yere peygamberleri öldürmeleri, bir de isyan edip aşırı gitmeleri yüzünd e ndi." (Bakara, 2/61) âyeti bunu açıklamaktadır. İsrailoğulları, böylece belalarını bulmuşlardı. Fakat Romalılar da zulüm idaresini sürdürmüşlerdi. Daha sonra Kudüs üçüncü defa olarak yavaş yavaş imar edilmeye ve şehir yeniden gelişmeye başlıyordu, yahudi ve hıristiyan halk oraya yeniden yerleşmeye çalışıyordu. İbnü Esir'in "Tarih-i Kâmil"de beyanına göre; İmparator İlya Anderyanos (veya Murat Bey Tarihi'nin kaydına göre Aderyanos) hissettiği bir direniş üzerine yahudi ve hıristiyan halkın birçoğunu pek ba r barca bir katliama tabi tutmuş ve Beyt-i Makdis'i son defa olmak üzere tahrip etmiştir. Bununla beraber yedi-sekiz sene kadar sonra şehri yeniden imar etmiş, Roma ve Yunan asıllı bir kısım ahaliyi buraya yerleştirmiştir. Zühre (Venüs) namına bir de büyük h eykel bina etmiş ki, bazıları yanlış olarak bu heykeli ta Davut Aleyhisselâm'a isnad ederlermiş. O zamana kadar şehrin adı Oruşelim (veya Yaruşelim) iken bu imardan sonra şehre "İlya" adı verilmiş ki, "Beytürrab" demek imiş. Nihayet Roma'da Hıristiyanlık'ı kabul ve ilan eden, aynı zamanda İstanbul'un kurucusu olan Kostantin'in anası Hilana (Eleni), hıristiyanlarca, Hz. İsa'nın üzerinde asıldığı ve bir yere gömülüp saklandığı iddia edilen salibi (haçı) bulup çıkarmak için Kudüs'e gitmiş ve söz konusu salibi bulup çıkartmış ve çıkarttığı o gün de hıristiyanlarca "Salip Bayramı" adıyle bir bayram kabul edilmiş ve Kudüs'e varır varmaz, Hz. İsa'nın, güya gömülü olduğu iddia olunan kabir üzerine "Kamame", diğer adıyle "Kıyame" kilisesini bina ettirmiş ve bir tara f ta nisbeten tamir edilmiş bulunan Beytü'l-Makdis'i ve önündeki heykeli yerlere kadar yıktırıp üzerine de şehrin çöp ve süprüntülerinin dökülmesini emretmiş. İşte o tarihten Hz. Ömer zamanına kadar hıristiyanlar orayı mezbele (çöplük) yapmışlar ve öyle kullanmışlar. Orada Allah'a dua ve ibadet etmek isteyenleri de engellemişler. İşte Hz. Ömer orayı mezbele halinde bulmuştu ve onun zamanında Mescid-i Aksa müslümanlar tarafından yeniden bina edilmişti.
Görülüyor ki, bütün bu tarih olaylarında Bâbil, İran ve Roma müşriklerinin "Beytü'l-Makdis" hakkında izledikleri tutum ve yıkıma sonradan Bizans Hıristiyanları da katılmış, aynı şekilde hatta onlardan daha katı bir tutumla zulüm ve tahribi sürdürmüşler, bu yüzden de daha ağır sorumluluklar yüklenmişlerdir. " Beytü'l-Makdis" gibi Allah'ın eski bir mescidi hakkında böyle bir zulüm ise din ve Hıristiyanlık davasıyla taban tabana zıttır. İşte bütün bu tarihî zulümleri kısaca anlatan bu âyet-i kerime, bilhassa hıristiyanların, putperestlere katıldıkları bu zulüm g e leneğine işaret etmek için inmiştir. Yahudiler de bu işlere sebebiyet vermek ve Beytü'l-Makdis'in hakkını ödememek suretiyle bir anlamda onu tahribe çalışanlar zümresine dahil bulunmuştur. Şu halde âyetin siyakı hem yahudi, hem hıristiyan ve hem de müşrik l ere temas ederek, mescitlerin hürmet hakkını genelleştirmiştir. Hangi dinden olursa olsun, hatta isterse dinsiz ve putperest olsun, Allah'ın adı anılan mescitlere, mabetlere herkesin saygılı olması gerektiği vurgulanmıştır. Bu suretle Mekke müşriklerinin R esulullah'a ve müslümanlara Kâbe'de ibadet etmeyi yasaklamaları, baştan sona mescitler hakkında yapılmış ve yapılacak engelleme ve yıkımlar cümlesine dahil olan bir zulüm şeklidir. Gerçekten de başta hıristiyanlar olmak üzere, bu engellemeleri yapan ve ta h ribe çalışanlardan daha zalim kim vardır? İşte o zalimler yok mu? onların bu mescitlere korka korka girmekten başka bir giriş hakları yoktur. Onlar yıkmaya çalıştıkları o mescitlere yanaşamamalı, el sürememeli, şayet girerlerse can korkusuyla titreye t itreye girebilmelidirler. Onların hakkı budur. Allah Teâlâ bunu er geç tatbik edecektir. Hürmet etmedikleri o mescitler, onların elinden çıkar, başkalarının eline geçer. O zaman da oralara girmek isteseler de giremez olurlar veya çekine çekine girerler. N i tekim Kur'ân'ın bu mucizevî haberi zuhur etmiş, Kudüs Bizanslılar'ın elinden çıkmış, müslümanların eline geçmiş, Beytü'l-Makdis yeniden imar edilip mescit haline getirilmiş, o zalimler de oraya korka korka girebilir olmuşlardır ki, bu âyette bugünkü müslü m anlar için de pek büyük ders ve ibret vardır. Bunları yapan o zalimlere dünyada büyük bir felaket, bir perişanlık, bir mahrumiyet vardır. Bir gün gelecek o engellemeleri, o zulümleri yaptıranlar devletlerini, güç ve kuvvetlerini yitirecek, güçsüz kalıp p e rişan olacaklardır. Çok dikkate şayandır ki, Süddî tefsirinde bu sefalet ve perişanlıktan maksat, Kostantiniyye şehrinin ellerinden çıkması, yani İstanbul'un fethi olayı olduğu zikredilmiştir. İbni Cerir, Keşşâf ve daha başka mütekaddim ve muteber tefsirlerde de bu kavil naklolunmuştur. Bu tefsirler İstanbul'un fethinden asırlarca önce yazılmış olduğuna ve hele ilk müfessirlerden sayılan Süddî'nin fetihten beş-altı asır önce yaşamış bulunduğuna göre, bu şekildeki tefsirin kaynağı Hz. Peygamber'den rivayetl e alınmış bir mucize olduğunda şüpheye düşmemek gerekir.
Lakin o zalimler, bununla da kalmayacaklar, onlara dünyadaki bu "hizy" ve felaketten başka ahirette de pek büyük bir azap vardır. Dünyadaki ve ahiretteki böylesi azaplar işte o zalimlerin hakkıdır. Allah kıyamet günü bunu uygulayacaktır. Durumları böyle iken, bir de kalkmış cenneti tekelleri altına almak iddiasına kapılmışlardır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder