Bakara 113 - Elinizde kitap varken birbirinizi itham etmeyin, ihtilafa düşmeyin



“Sizler (kıyamet günü) Allah’ın katına Kur’an’dan daha üstün bir şey ile varamazsınız ” (Hadis-i şerif)

Ali Küçük:
Onların dayandıkları hiç bir şey yoktur dediler. Böylece her iki grup da birbirlerinin dinlerini kökünden çürütüp birbirlerini sapıklık, yolsuzluk ve dinsizlikle, küfürle itham ettiler. Rivâyetlere göre yahudi ve hıristiyanlar Rasulullah’ın huzurunda tartışırlar. Yahudiler Hz. İsa’ya da İncil’e de küfrederler. Buna karşılık hıristiyanlar da Hz. Mûsâ’yı ve ona gönderilen Tevrat’ı reddederler. Bunun üzerine bu âyet iner. Ama âyeti kerîme bu konunun böyle ferdi bir konu olmayıp, hıristiyanlarla yahudiler arasında cereyan eden yaygın bir mesele olduğunu anlatır. Her bir grup diğerini reddeder bir tavır sergilemektedirler. Halbuki:
         "Halbuki kendileri kitabı da okuyorlardı."
         Kitabı da okuyor bunlar. Kitaplarını da okuyup durdukları halde, Tevrat’ı her iki taraf da okuyup durdukları halde bunu yapabilmektedirler. Bazı anlayışlarda bazı konularda ihtilâf etmek ayrı şeydir, ama toptan birbirlerini reddetmek ayrı şeydir. Aslında kitap böyle bir çelişkiye engeldir. Kitap aslında bu tip ihtilâfları ortadan kaldırmak için vardır. Öyleyse kitaba rağmen her iki taraf da yalan söylemektedir.
         Allah bunu niçin anlatıyor bize? Ey müslümanlar bakın, bunların durumu budur, sakın ha sizler, bunlar gibi olmayın! Bunların durumuna düşmeyin diye bunları anlatır Rabbimiz bize.
         Halbuki bunlar kitabı da okuyorlar. Ama sadece okuyorlar bunlar. Anlamıyorlar, anlamadan okuyorlar, anlamaya yanaşmadan okuyorlar. Okuduklarıyla hayatlarını değiştirmiyorlar. Okuduklarını amele dönüştürüp hayatlarında görüntülemeye yanaşmıyorlar. Kitap kaynaklı bir hayata yönelmiyorlar. İşte sadece okuyorlar. Halbuki kitap anlamadan okunmak için gelmemiştir. Kitap anlaşılmak ve amel edilmek için gelmiştir. Allah’ın Rasûlü Müslim’deki bir hadislerinde bu hususu anlatırken şöyle buyurur:
         "Bir topluluk Allah’ın evlerinden birinde toplanır ve Allah’ın kitabını okurlarsa, ve de o okuduklarını kendi aralarında ders haline getirirlerse..."
         Yâni okudukları Kur’an âyetlerini anlama ve yaşama savaşı verirlerse onlar üzerine sekînet inecek ve onlar huzura kavuşacaklardır buyurur. Evet kitabı okumak budur işte. Ama bakın bunlar böyle yapmıyorlar da sadece okuyorlarmış. Anlamadan okuyorlarmış. Amele dönüştürme niyetinde olmadan okuyorlarmış.
         Tıpkı şimdi hepsi de kitabı okudukları halde, hepsi de kitaptan yana oldukları halde, her biri kitabın belli bir bölümünü bayraklaştırıp, her biri bir bölüme sarılıp, kitabın bütününe teslim olmayı beceremeyen, hepsi de birbirlerinin aleyhinde olan, hep kendilerini haklı, hep kendilerini hak yolda görüp karşılarındaki grupları yanlış yolda, bâtıl yolda gören müslüman gruplar gibi.
Öyle değil mi? Müslümanlar da aynen onların durumuna düşmemişler mi bugün? Maalesef bugün kitabı okudukları halde taassup, hizipçilik ve komplekslerle birbirlerini tekfir noktasına ulaşan müslümanlar aynen dünkü ehli kitabın yerini almışlardır. Bu halleriyle ehli kitabın konumuyla müslümanların konumu aynıdır. Onlar da aynen ehli kitap gibi kendi gruplarına pay çıkarmakta, grupçuluk bilinciyle hareket etmektedirler. Kendilerini başka müslüman gruplardan ayıran çok basit ve cüz'i farklılıkları sanki köklü ayrılıklarmış gibi ele almakta ve Allah korusun neredeyse birbirlerini tekfir noktasına bile vardırmaktadırlar. Onlar böyle yapınca da:
         "Bilmeyen bilgisizler, cahiller de onların söylediklerinin benzerini söylemektedirler."
         O günkü Arap müşrikleri, putperest insanlar da tıpkı bunların dediğini demeye başladılar. Yahudiliğin de, hıristiyanlığın da tüm semavî dinlerin de hiç birisinin aslı astarı yoktur dediler. Din bilenler böyle yaparsa ötekiler de elbette böyle diyeceklerdi. Dine inandıklarını iddia edenler, kendilerini bir dine izâfe edenler böyle yaparsa cahillerden de elbette beklenen buydu.
         Veya bugünkü ateistler de toptan tüm dinleri reddediverdiler. Din, insanları uyutmak ve uyuşturmak için uydurulmuş bir afyondan farklı bir şey değildir deyiverdiler. Elbette bilenler böyle yapınca bilmeyenler de toptan onu reddedecekti. Ama unutmayalım ki, bunun sebebi müslümanlardır. Bunun asıl suçluları bu dini bildikleri halde bildikleriyle amel etmeyen, bildikleri kitap bilgisini insanlara anlatmayan ve bildiklerini sır küpü gibi toprağın altına taşıma gayretinde olanlar, kitabı saptıranlar, kitabı kendi fikirlerine, kendi hiziplerine alet edenler, âyetleri hep kendi görüşleri istikâmetinde yorumlama çabası içine girenler ve kitabı okudukları halde birbirleriyle uğraşarak insanları bu dinden soğutan müslüman gruplardır.
         Peki bizim onlara benzemememizi emreden bu âyet, ne dememizi istiyor acaba? Biz şunu diyoruz: Mûsâ (a.s) Allah’ın hak peygamberidir. O da aynen bizim peygamberimiz gibi Allah tarafından gönderilmiş bir elçidir. Ona gönderilen Tevrat da Allah’tan gelişi açısından bizim elimizdeki Kur’an’dan farklı bir şey değildir. İsa (a.s) da Allah tarafından gönderilmiş bir elçidir, ona verilen İncil de hak kitaptır. Allah’tan geldiği şekliyle biz Tevrat’ı da İncil’i de kabul ediyoruz. Ama sonradan insanların onları bozduklarını, tahrif ettiklerini ve bunları kendileriyle amel edilemeyecek duruma getirdiklerini de biliyoruz. Öyle olmasaydı bile zaten son kitap Kur’an’ın gelişiyle bunların hükmü kaldırılacak, nesih edilecekti ve nesih edilmiştir. Bizim müslümanlar olarak bunları dememizi istiyor Rabbimiz. Yine müslümanlar olarak bizden şunu da dememizi istiyor Allah:
         Biz, kesinlikle peygamberlerin arasını ayırmayız. Peygamberler arasında böyle bir tefrik yapmayız. Birisine inanıp ötekilerini asla reddetmeyiz, dememiz gerekiyor.
         Bu âyet bir de müslümanlara, karşılarındaki grupları tanıtmaktadır. Ey müslümanlar! Sakın onların çokluğuna aldanıp korkmayın! Aslında onlar dağınıktırlar, parça parçadırlar. Bunlar kendi aralarında da bir birlik değildirler. Birbirlerinden nefret etmektedirler bunlar. Her grup kendilerinin haklılığını, karşısındakinin bâtıllığını ispatla meşguldürler. Her biri diğerinin saygı duyduğu, kutsadığı şeyleri ayaklarının altına almaktadır buyurarak, müslümanlara onların öyle korkulacak bir güce sahip olmadıklarını anlatmaktadır.                   
         Bilmeyenler de onlar gibi deyiverdiler. Kendilerinin ne kitapları ne de peygamberleri olmayan, kitap bilgisinden de peygamber bilgisinden de mahrum olan Mekke’li müşrikler de aynı şeyi söylediler. Yâni ancak bu işe bizler layığız! Cennete ancak bizler gireceğiz! Bizden başkaları giremez dediler.
         Daha önce Hz. İbrahim’in yolunu izlediklerinden dolayı onlar da kendilerini o peygambere izâfe ederek böyle diyorlardı. Halbuki o peygamberin üzerinden yıllar geçmişti. Hz. İbrahim’le uzaktan ve yakından hiçbir ilgileri kalmamış, hayatlarında o peygamber bilgisinin eseri bile kalmamış, şirke düşmüşler, Kâbe’yi putlarla doldurmuşlar, hayatlarından Allah’ı kovup, putların egemenliği altına girmişlerdi. Ama İbrahim’in dinindeydi ya bunlar, Kâbe’nin komşusuydu ya, Mekke’nin sahibiydiler ya, Haniflerdi ya bunlar, öyleyse cennete bunlardan daha lâyık kimse olamazdı. Cennete sadece kendileri gidecekti.
         Dün insanlar böyleydi, toplumlar böyleydi. Bugün Allah korusun da müslümanlar da aynen onların durumuna düşmüşler. Bazen ikili, bazen üçlü gruplar halinde hareket eden, bazen kendilerinden başka cennetlik olmadığını, ancak kendilerinin cennete gideceklerini iddia eden topluluklar görüyoruz bugün de. Dün birlikte hareket ederlerken, birlikte hareket ettikleri insanların kendilerini cennete götüreceğini iddia ederlerken, bugün onlardan ayrılınca da onların yanlış yolda olduklarını iddia etmeleri ne kadar da garip değil mi? Yâni yahudi ve hıristiyanların bazen birlikte cennetlik olduklarını iddia edip, bazen de birbirlerini sapıklıkla itham etmeleri gibi.
         Öyleyse bırakalım bu dışımızdakileri de müslümanlar bu âyetler ışığında kendilerini yeniden kontrol etmek, yeniden hesaba çekmek zorundadırlar. Şunu kesinlikle kabul etmek zorundayız ki; hiçbirimiz kendi durumumuzdan mutmain olmamalıyız. Hiçbirimiz statükodan yana olmamalıyız. Çünkü bu değişimin önüne dikilmiş en büyük engeldir.
“Ben iyiyim! Biz iyiyiz!” putu bilelim ki değişmenin önüne dikilmiş en büyük engeldir. Çünkü bugün hiç birimizin, hiçbir grubun, hiçbir ailenin, hiçbir cemaatın elinde cennetlik olduklarına dair bir senet, bir garanti yoktur. İşte âyetler bunu anlatıyor. Hiçbir kimsenin ölünceye kadar da nasıl bir çizgi takip edeceğine dair elinde bir garanti olmadığına göre öyleyse kendimizi garanti cennetlik görmeyelim, halimize mutmain olmayarak sürekli Allah’ın kitabı ve Resûlü’nün sünneti ışığında hayatımızı sağlamaya alalım inşallah.

Mustafa İslamoğlu:
Burada iki zümre de birbirini yok sayıp temelsizlikle suçlarken, referans olarak kendi kitaplarını gösteriyorlardı. Bu ibare, âyette ifade edilen karşılıklı suçlama işini önce cahillerin değil okumuşyazmışların başlattığını vurgular. Bir sonraki cümle bunun en güzel delilidir. Tarafların âlimleri bu iddiaları ileri sürer, cahil kesimleri de onları takip eder. Şu soru sorulabilir: İki zümrenin de birbirleri hakkındaki yargısı doğrudur; öyleyse bu âyetin kınayıcı üslûbunu nasıl açıklayabiliriz? Buna verilecek cevap şudur: Hayır, onların bir inanç temelinden yoksun olduğu tespiti doğru değildir. Aksine onların inancının temeli araştırılacak olursa, karşımıza insanlığın değişmez değerlerinin öbür adı olan İslâm çıkar. Hıristiyanlar Yahudileri “kâfir” ve “cehennemlik” olarak görürken, ellerinde taşıdıkları Kitabı Mukaddes’te Eski Ahid yer alıyordu. Bu durum, suçlamalarındaki samimiyetsizliğin ve keyfiliğin de bir göstergesiydi.
Kitab’ı okuyanlar yukarıdaki gibi aslında temeli tevhide dayalı olduğu halde sonradan tahrif edilen inancın temelini yok sayınca, cahil kitleler de onları takip ettiler. Tavandaki bu münakaşa tabanda daha da seviyesiz bir hal aldı ve her iki zümrede din davasını kan davasına dönüştürdüler. Bu ifadeden yola çıkarak diyebiliriz ki: âyetin kapsamına mensup olduğu zümreyi sırf aidiyetinden ve asabiyetinden dolayı cennetlik ilan edip onun dışındakilere ebedi kurtuluş kapısını kapatan herkes girer.
Bu kıyamet’i “sosyal kıyamet” olarak anlarsak (Kıyametin bu anlamda kullanıldığı bir hadis için bkz: Buhâri, İ’tisâm 14) Allah’ın onların tartıştıkları şeylerin birçoğunun gerçeğini Kur’an’da açıkladığını yine ondan öğreniyoruz (27:76). Kur’an kendi misyonunu şöyle tayin etmektedir: “bu Kitabı, geçmiş vahiyden geriye kalan hakikatleri doğrulayıcı ve onların doğrusunu yanlışından ayırt edici (muheyminen ‘ala…) olarak gösterdik” (5:48).

Prof. Bayraktar Bayraklı
Bu ayetin nüzul sebebi olarak şu olay gösterilmektedir Hristiyan Araplardan oluşan Necran heyeti Hz. Peygamber'in huzuruna çıkınca, yahudiler onların yanına geldiler. Aralarında yukarıdaki şekilde münakaşa edip birbirlerini itham ettiler. Bu olay üzerine yukarıdaki ayet grubu nazil oldu.
Bu ayetten şu sonucu çıkarabiliriz. Kendi kutsal kitaplarını okudukları ve belli bir inanca sahip oldukları halde, birbirleriyle ihtilafa düşmelerinin ve cahil insanlara kötü örnek olmalarının ne denli kötü ve zararlı olduğu bu ayet tarafından tescil edilmektedir.

1. Ayette geçen (kitap) kelimesi, belli bir kitap olduğu için, bu iki grubun da aynı kitabı okuduğu anlaşılmaktadır. Yahudilerle hristiyanlar aynı kitabı okuyor, aynı kitaba inanıyorlardı. Demek ki, aynı kitabın bilgisine sahiptiler. Tartışan bu iki inanç grubunun cahil olmadıkları, belli bir kitabın bilgisine sahip oldukları, fakat kendilerini ayrı dinî gruplara ayırdıkları net bir şekilde anlaşılmaktadır.
Bu bilgiyi veya tarihî olguyu Allah bize niçin anlatıyor? Bu tarihî olguyu günümüze taşıyarak, günümüzün hangi problemlerini çözebiliriz?
Günümüzde, aynı kutsal kitaba, yani Kur'an'a inanan ve onu araştıran insanlann gruplara ayrılmaları ve birbirlerini İslâm dışı görmeleri, yukarıdaki olgunun aynen devam ettiğini göstermektedir. Yüce Allah'ın bu tarihî olguyu anlatması, aynı kitabı okuyan ve aynı inancı paylaşması gereken insanların parçalanıp birbirlerini tekfir etmelerinin çirkinliğini göstermeye ve bu davranışın geçmişte insanlığa nelere mal olduğunu öğretmeye yöneliktir. Bu olgu başka ayetlerde "dini doğrama, dini parçalama" şeklinde ifade edilmektedir. Bu olguyu daha net bir şekilde açıklayabilmek için bu ayetlerden bir kaçını zikretmekte yarar görüyoruz:

Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi Allah'a kalmıştır. Sonra Allah onlara yaptıklarını bildirecektir. [En'am/159]

Ne var ki, insanlar dinlerini kendi aralarında parça parça böldüler. Her grup kendilerinde bulunan ile sevinip böbürlenmektedir. [Mü'minun/53]
Dinini parçalayan insanlarla Hz. Peygamber'in bir ilişkisi olamayacağını ve bu insanların işinin Allah'a kaldığını beyan eden ilk ayet, ahiretteki yargılamada bu bölünmenin hesabının sorulacağını da ifade etmektedir. Sosyal bölünmelere de neden olan bu dinî bölünmenin meydana getirdiği problemlerin çözümünün çok zor olduğu ortaya çıkmaktadır. Öyleyse, dinin sosyal ve kültürel alanlardaki yorumları din haline getirilerek kutsallaştırılmamalıdır. Dini olduğu gibi almak, din ile din kültürünün sınırlarını kesin hatlarla ayırmak gerekir. İlahî alanla, beşerî alanın iyi belirlenip, dinin doğranma ve parçalanması engellenmelidir.

2. Bilen insanların böylesine bölünerek tartışmaları, bilmeyen insanları da etkiler, ki ayette bu etkinin eğitim açısından ne kadar zararlı olduğu vurgulanmaktadır:
Allah Teala, kitabı bilenlerin de bilmeyenler gibi konuşmalarını kınamaktadır. Cahil insanların düştüğü bölünmüşlüğe, bilen insanların da düşmesi, bir olgu olarak Kur'an'a taşınacak kadar önemsenmektedir. Cahil insanların birbirini itham edip küçümsemeleri az da olsa mazur görülebilir ama, bilen insanların birbirine karşı böyle davranmalan asla mazur görülemez.
Demek ki davranışlara yansımayan bilgi, parçalanmaya neden olmakta ve cahil gibi davranmaktan insanı koruyamamaktadır. Ayet, bilenle bilmeyen arasındaki farkın ortaya çıkmasını istemektedir. Ayrıca ayette, kutsal kitabı okumanın ve onun bilgisine sahip olmanın her şeyi halledemeyeceğine, önemli olanın o bilgiyi hayata geçirip bölünmeleri ortadan kaldırmak olduğuna da dikkat çekilmektedir.

3. İhtilafa düştükleri hususlarda kıyamet günü Allah, onlar hakkında hükmünü verecektir.
Ayetin bu kısmını izah etmeden önce, aynı kutsal kitabı okuyan ve bilen yahudi ve hristiyanlann neden ihtilafa düştüklerini bulmamız gerekiyor. Bakara/2 13'te aralarındaki kıskançlıktan dolayı ihtilafa düştükleri söylenmektedir:
İnsanlar bir tek ümmetti, (ihtilaf edip) ayrılmaları üzerine Allah müjdeci ve uyarıcı olmak üzere peygamberler gönderdi ve beraberlerinde hak ile kitap indirdi ki: insanlar arasında ihtilaf ettikleri noktada hakem olsun. Bunda da kitap verilenler, kendilerine apaçık deliller geldikten sonra sırf aralarındaki kıskançlıktan dolayı anlaşmazlığa düştüler.[102]
Demek ki, ellerindeki kitabın bilgisine ve açık delillere sahip olmalarına rağmen yahudi ve hristiyanlar, sırf kıskançlık sebebiyle ihtilafa düşmüşlerdir. Demek ki insanın nefsindeki kıskançlık duygusu harekete geçerek dinî anlayışı ve sosyal hayatı parçalayan bir bombaya dönüşmektedir. Böylece Yüce Allah, ihtilafın arkasındaki psikolojik nedeni tesbit ederek bir davranış analizi yapmış olmaktadır. Kıskançlığın, bilginin etkisini ortadan kaldıracağına dikkat çeken bu ayetler, dinî grupların kutsallaşıp düşmanlık üretmesinin nedenini de beyan etmektedir. Bu ayetten, dini parçalayan, gruplara ayrılıp birbirini küçümseyen ve birbirini dinsizlikle itham eden insanlar arasında Allah'ın hüküm vereceğini de öğreniyoruz. Yaptıkları bu yanlışı, işledikleri bu büyük günahı Allah onlara kıyamet günü haber verecektir. [En'am/159]
İnsanların dini parçalamamaları ve dinde ihtilafa düşmemeleri için ne yapılması gerektiğini de şu ayetten öğrenebiliriz:
Bunun üzerine Allah iman edenlere, üzerinde ihtilafa düştükleri gerçeği izniyle gösterdi. [Bakara/213]
Yüce Allah geçmişte dinde ihtilafa düşenlerin durumunu inananlara bildirmek suretiyle onun kötülüğünü gösterdi. Demek ki, böylesi yanlış iş ve günahlardan kurtulmanın çaresi, geçmişten hale ve istikbale projeksiyon tutmak; geçmişin tecrübesi ile, yaşanan ve yaşanacak olan bu tarz problemleri çözmektir. Geçmişin tecrübesini kullanarak yaşanan problemleri çözme metodunu burada görmekteyiz. Yüce Allah'ın, dinde ihtilaf konusunda müslümanları bilinçlendirirken kullandığı bilgi kaynağı Kur'an'dır.

Bunu gösteren ayetler şunlardır:
Doğrusu bu Kur'an, İsrailoğulları'na, hakkında ihtilafa düştükleri şeylerin pek çoğunu anlatmaktadır. [Neml/76]
Biz bu kitabı sana sırf hakkında ihtilafa düştükleri şeyi insanlara açıklayasın ve iman eden bir topluma da hidayet ve rahmet olsun diye indirdik. [Nahl/64]
Bu ayetlerden çıkan netice şudur:
Kur'an ihtilafları bildirmek ve ortadan kaldırmak üzere gönderilmiştir. Dinde bölünme gibi çok ciddi sosyal olayların arkasındaki nedenleri tesbit eden Yüce Allah, ihtilaf içinde olanların, bu ihtilafları ortadan kaldıramayacağını da vurgulamaktadır. Peki ihtilafların nedenlerini açıklayıp onları ortadan kaldırmak için gönderilen Kur'an'a inanan müslümanların ihtilafa düşmesi ne ile açıklanabilir?
Buna şöyle cevap verilebilir: Kur'an'ı yeterince bilmemek, bildiğini hayata geçirmek ile. Bu cevabı, Yüce Allah'ın Hz. Peygamber'e, birbirlerinin hiçbir şey üzerinde olmadıklarını söyleyen kitap ehline söylemesini emrettiği şu sözden çıkarıyoruz:
De ki: "Ey kitap ehli! Siz, Tevrat'ı, İncil'i ve Rabbinizden size indirileni hakkıyla hayata geçirmedikçe, hiçbir şey üzere değilsiniz". [Maide/68]
Demek ki, aralarındaki kıskançlık, Tevrat'ı, İncil'i ve Allah'ın indirdiğini hayata geçirmelerine engel olmuştur. Kendi kutsal kitaplarını iyice öğrenip hayata geçirmemeleri, ihtilafın baş sebebidir. Müslümanlar da, Kur'an'ı öğrenip hayata geçirmedikçe, hem ihtilafa düşecekler, hem de hiçbir sağlam temel üzerine olamayacaklar.

Bilmeyenlerin ihtilaf etmesi, bir dereceye kadar mazur görülebilir; ama bilenlerin ihtilaf etmesi asla mazur görülemez. Kur'an, mü'minlere, kutsal kitabını bildiği halde, onu hayata geçirmeyip ahirette sorumluluk altına girmenin, inananlara yakışmadığını beyan etmektedir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder