Ali Küçük tefsiri :
Medineli müslümanlara yönelik; ama âyet bize de hitap ediyor. Muhatap herkesten önce biziz.
Medineli müslümanlar böyle bir ümit içinde bu yahudilerin müslüman olacaklarını bekliyorlardı. Çünkü daha önceleri putperest olup sonradan müslüman olan Medineli müslümanlar, âhir zaman Nebisinin geleceğini bu yahudilerden duymuşlardı. Bunlar önceden puta tapan insanlardı. Komşuları olan yahudiler tek Allah inancında olduklarını iddia ediyorlar ve onlara şöyle diyorlardı: Bizler kitabımız Tevrat’tan öğrendik ki yakında Ahmed isminde bir ahir zaman peygamberi gelecek. Hele bu peygamber bir gelsin, onun arkasında saf bağlayıp, size de, putlarınıza da, putçuluğunuza da bir son vereceğiz! diye tehditte bulunuyorlardı. Bu peygamberin kendi peygamberleri olduğunu söyleyerek onunla Araplara hava atmaya çalışıyorlardı.
......
......
Onun için Medineli bu müslümanlar yahudilerin müslüman olmalarına kesin gözle bakıyorlardı. .. Bugün olmazsa yarın, mutlaka bunlar müslüman olacaklar diye bekliyorlardı. Peygamberimiz ve müslümanlar, bu yahudileri İslâm’a kazandırabilmek için ellerinden gelen her şeyi yaparak ciddi bir çaba içine giriyorlardı. Çünkü zaman zaman onların ağzından ümit verici işaretler de alıyorlardı. Düşünüyorlardı ki ellerinde büyük bir nüfuz bulunduran bu adamlar eğer İslâm’a girerlerse, İslâm büyük adımlarla geniş kitlelere yayılma imkânı bulacaktı.
Bu yüzden peygamber Efendimiz ve müslümanların böyle büyük bir umutla onlara yönelmeleri, çabaların boşa gitmesine sebep oluyordu. Bu beklenti müslümanları ruhsal yönden de zayıflatacaktı. Onun için Allah, onların bu ümitlerini yok etmek için bu âyetini gönderiyordu.
Müslümanlar dün kendilerine akıl hocalığı yapmaya çalışan bu yahudilere diyorlardı ki: Hani bir peygamber gelecek diye bekliyordunuz! Hani ona tabi olup bizim putlarımızı kıracağınızdan söz ediyordunuz! İşte beklediğiniz geldi! Hadi ne duruyorsunuz? Neden hemen ona iman etmiyorsunuz? deyince, yahudiler hemen tavırlarını değiştiriverdiler. Bizim beklediğimiz bu değildi! Bizim beklediğimiz yahudi ırkından gelecekti! deyiverdiler. Tevrat öyle demiyorsa bile biz dedirtiriz! demişler ve yazıvermişler elleriyle bunu Tevrat’a.
Biz de dedirtiyoruz bugün Kur’an’a istediğimiz şeyleri. Efendim Kur’an’da kesinlikle cihad yoktur. Bu çağda, bu devirde kesinlikle böyle çağdışı bir şeyi Kur’an emretmez! El kesme, göz çıkarma kesinlikle Kur’an’a yakışan şeyler değildir. Baş örtme de yoktur efendim! Nereden çıkarıyorlar bunu? Kur’an’da kesinlikle böyle bir emir yoktur. Kur’an mahza bir ahlâk kitabıdır! Kur’an da demokratik bir sistem öneriyor efendim! Kur’an bundan başka bir şey demiyor ki! diyerek kimileri de bugün demediğini dedirtmeye çalışıyorlar Kur’an’a..
Kimileri de efendim işte Kur’an’daki:
"Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendisidir" (Mâide: 44)
Gibi âyetler bizi ilgilendirmez! Bunlar yahudiler hakkında inmiştir. diyerek Kur’an’ı tahrif etmeye çalışıyorlar. Tıpkı yahudilerin keyiflerine geleni Tevrat’a dedirttikleri gibi.
Evet Medineli yeni İslâm’a giren müslümanlar; eskiden din konusunda kendilerinin hocaları sayılan bu yahudiler, bu yeni dine girmeyince şüphe içine düştüler. Eğer bu iş gerçek olsaydı o zaman kitabı bilen, dini bilen bu âlim insanlar onu reddetmezdi gibi bir tereddüde düşünce, bu hatalı durumdan onları kurtarmak için bu adamlardan, bundan daha başkasının beklenmemesi gerektiğini anlatmak üzere, Allah yahudilerin geçmişlerini gözler önüne seriverdi. Buyurdu ki: Yâni tarihleri böyle olan, geçmişleri bu olan, karakterleri bu olan bu insanlardan daha ne bekliyorsunuz? …….
Kitaplarını tahrif ediyorlardı.
"Onlardan bir grup Allah’ın kelâmını işitiyorlar sonra da yuharrifune yapıyorlardı."
Burada bir yahudi karakteriyle karşı karşıyayız. Hemen akleder etmez, meseleyi kavrar kavramaz değiştiriveriyorlardı. Ya da:
Hafriyat yapıyorlardı. Kelimenin anlamı Türkçe’de de var. Hafriyat, böyle alt üst yapmak demektir. İşte bunlar kelâmı anladıktan, kavradıktan, aklettikten sonra alt üst ediyorlar, alabora ediyorlar, değiştiriyorlar. Hem de bu işi yaparken anlayamadıklarından, bilemediklerinden değil:
"Aklettikten, akılları erdikten sonra, bile bile yapıyorlardı bunu."
……
Maalesef yahudi’nin yaptığı bu kitabı tahrif işini müslümanlar da çok yapmışlar. Âyetleri yerlerinden söküp başka başka yerlerde başka başka kalıplara dökerek başka başka anlamlar yükleme işini çok yapmışlar.
Meselâ bakın Kur’an’da “şehid” diye bir kavram vardı. Şehid, yaşadığı hayatla Allah’ın varlığına şahitlik eden kişiydi. Şehid Allah adına hayatını fedâ eden kişiydi. Şehid îlâi kelimetullah uğrunda ölümü oğul balı gibi yudumlayan insan veya başkalarının dirilişi için kendini fedâ eden insandı. Ama müslümanlar bu kavramı mevzisinden kopardılar, vaz olunduğu yerden çıkardılar, farklı yerlerde, farklı kalıplara döktüler ve karşımıza çok farklı şehid anlayışları çıkıverdi. Devrim şehidi, demokrasi şehidi, vatan şehidi vs, vs.
Kur’an’da “veli” diye bir kavram vardı. Veli, müslümanlar adına onlara danışmadan tek taraflı karar verme makamında olan kişi demektir. Vali de, vilâyet de buradan gelir. O da müslümanlar adına karar verme makamı veya o makamda oturan kişi demektir. Ve Allah diyor ki; kâfirlerin müslümanlar üzerinde velâyet hakkı yoktur. Yâni müslüman olmayanlar velilik makamına, velâyet makamına oturtulmamalıdır. Müslüman olmayanlar müslümanlara danışmadan onlar adına karar verme makamına getirilmemelidir. Galiba müslümanların gözünde bu mânâyı kamufle ederek valilik ve vilâyet makamına birilerini oturtmak için mi bilmiyorum, bu kavramı Kur’an bütünlüğünden cımbızla söküp çıkardılar.
Farklı kitaplarda, farklı kalıplara döktüler ve karşımıza farklı bir veli anlayışını çıkarıverdiler. Efendim veli işte gökte alan, yerde yiyen, gaybı bilen, kalpten geçenlere muttali olan, denizde yürüyen bir insan. Halbuki Kur’an’ın anlattığı veli ile bunun uzak ve yakından hiçbir ilgisi yoktur.
Kur’an’daki zikir kavramı değiştirilmiş, takva kavramı değiştirilmiş, kıraat kavramı, ihsan kavramı, dua kavramı, lânet kavramı, iman kavramı, kabul ve ret kavramları, cennet ve cehennem kavramları, hattâ namaz kavramı bile değiştirilmiş. Bu kavramlara Allah’ın yüklediği anlamlar unutulmuş ve farklı farklı anlamlar verilmiş. Evet:
Evet onlar Allah’ın âyetlerini, Allah’ın kelimelerini tahrif ediyorlardı. Yâni bu yahudi ve hıristiyanlar veya bugünün ehli kitabı olan müslümanlar, kitabı bilenler, eğer kitapla yaşamıyorlarsa herhalde bu noktaya düşmüş olacaklardır. Bu kaçınılmaz bir sonuçtur. Yâni eğer adamın hem kitaptan haberi var, hem de kitaptan habersiz, kitabın içeriğinden habersiz ve kitaba ilgisiz bir hayat yaşıyorsa, elbette kelâmı vaz olunduğu mânânın ötesine berisine taşıracak, elbette tahrifat yapmak zorunda kalacaktır.
Yapmak mecburiyetinde kalacaktır. Yâni Allah ondan, o âyetten ne kast ederse etsin o kendi kastını, kendi anlayışını o kelâma yüklemeye çalışacak ve aynen yahudi’nin yaptığını yapacaktır. Bugünün insanlarından kim bu konuya örnekse onların hepsi buna girmektedir. Aklediyor mânâyı, anlıyor ama düzenini bozmasın diye döndürüp dolaştırıp farklı mânâya çekebileceği bir yol arıyor. Meselâ adamlar okuyorlar âyetleri: Efendim işte burada Tarikat anlatılıyor, burada parti anlatılıyor, burada bilimsel çalışma, burada örgütsel anlatım, burada zengin olmak, burada doktor olmak anlatılıyor. Ya da işte burada bizim şeyhimiz, burada bizim kavmimiz, bizim ırkımız, bizim haberimiz, bizim liderimiz anlatılıyor. Burada bunlar anlatılıyor. Kısaca bu âyetler beni, bizi anlatıyor ama kesinlikle hak olduğumuzu, hakta olduğumuzu, yanılmadığımızı anlatıyor diye kendi düzenlerine uyguluyorlar âyetleri ki işte bütün bunlar Rabbimizin bu âyetinde anlattığı tahriftir.
Geçenlerde Konya’ya bir adam geldi. Çok güzel âyet biliyor. Meselâ yüz tane âyet okuyor; ama işin garibi hepsini yanlış okuyor. Âyeti okuyor; ama âyetin ne anlama geldiğini hemen değiştiriyor. Hele aklımda kalan bir tanesi çok bariz:
"Kim tâğutu küfreder ve Allah’a inanırsa böyle sapasağlam bir kulpa tutunmuştur ki, asla kopması yoktur." (Bakara: 256)
Bu sapasağlam kulp şeyhin eliymiş, öyle diyor adam. Tarihte hiç denilmemiş yâni bu. Bu sapasağlam kulp Kur’an’dır diye herkes böyle söylüyor, ama adam böyle diyor. Allah korusun kendi kendine mânâlandırıyor âyetleri. İşte bu Allah korusun tıpkı yahudi’nin yaptığını yapmak, yâni âyetleri tahrif etmektir.
Bazen bizim de şöyle oluyor: Öğrendiğimiz âyetler hayatımızı mutlak değiştirmelidir. Yâni çizgimiz hep İslâm İslâm gitmeli iken, öğrendiğimiz âyetlerdeki artma oranı bizim hayatımızdaki değişiklikle aynı oranda değilse, hiç olmazsa at başı değilse, o zaman biz de aynı durumdayız demektir. Âyeti okuyoruz, tamam! diyoruz, anladık! diyoruz, inandık! diyoruz ama hayatımız değişmiyor. Tamam, yeni bir şeyler öğrendikçe ve bu yeni öğrendiklerimiz eski İslâmımızla çatıştıkça eyvah! Diyoruz. Eyvah meğer önceki yanlışmış diyoruz, bu güzeldir de, bu yetmeyecek ama. Bunu demekle beraber, bu pişmanlığı iliklerimize kadar hissetmekle beraber, öncekini değiştirme çabamız da ciddi olacaktır inşallah.
Öyle terslikler de vardır ama, şöyle de bir iyi tarafımız vardır değil mi? Yâni adam Kur’an’ı öğreneceğim diye çabalıyor, müslümanlık istiyor adam, bundan başka hiçbir derdi yok. Yâni yanlış da olsa, eksik de olsa, müslümanlık istiyor. Devlet planında da, millet planında da müslümanlık istiyorlar. Yiyeceğine, içeceğine, karısına kızına dikkat ediyorlar güçleri yettiği kadar adamlar. Bir şeyler yapmaya çalışıyorlar; ama galiba şu eksikliği yeniverseler yetecek, o zaman güzel olacak bu çabaları: Biz bu kadarını becerebildik! Bundan daha güzeli de vardır ama! diyemiyorlar. O hayatı en mükemmel hayat zannedip herkesi ona davet ediyorlar. E ne yapsın adam, bir tek onu gördü. Öyle bir hayattan gelmiş ki adamlar, onun yanında bu yeni hayat cennet gibidir tabii. Elbette ona çağıracaklar insanları.
Evet, buna azami dikkat etmek zorundayız. Ehli kitabın düştüğüne düşmemek için azami dikkat etmeliyiz. Demek ki onlar, Allah’ın âyetlerini okuyorlar, anlıyorlar sonra da onu değiştiriveriyorlarmış.
Peki acaba bunun sebebi neydi? Yâni kendilerince nasıl bir mantık kullanıyorlardı bu konuda? Bu işi yapma konusunda kendilerindeki bu cesaret nereden geliyordu acaba? Anlayabildiğimiz kadarıyla bunun en büyük sebebi; bunlar kendilerinin kesin doğruya sahip olduklarına inanıyorlardı. Niye inansınlardı da İslâm’a? Çünkü ellerinde kitapları vardı. Niye yönelsinlerdi de Kur’an’a? Çünkü ellerinde başka kitapları vardı. Niye ilgilensinler de Kur’an’la? Çünkü önderleri vardı, efendileri vardı ve önderlerinin yazıp çizdikleri vardı. Cemaatleri vardı, grupları vardı, âlimleri vardı. Onlar kesin doğruyu ulaştırıyordu kendilerine. Niye okusunlardı da Kur’an’ı? Çünkü kesin cennetlikti bunlar. Önderleri, üstatları, efendileri, liderleri halletmişlerdi bu işi. Çok rahattılar bu konuda.
İşte onların bu mutmain hali onların bu kitaba yanaşmalarına engel oluyordu. Bugün Allah korusun da müslüman kesimin arasında da, yâni şu anda müslümanız diyen, kendilerine müslüman gözüyle bakan bizim ehli kitabın arasında da böyle mutmain olan insanlar görüyoruz. Bu konuda çok rahat insanlar görüyoruz. Kendi efendilerine, kendi önderlerine, kendi gruplarına mutmain bir şekilde bağlanıp, sohbetlerinde ellerinden ve dillerinden düşürmedikleri kitaplarına mutmain bir şekilde bağlanıp, böylece Kur’an’a veya başka hiç bir şeye ihtiyaçları yokmuşçasına nasıl olsa bizim yolumuz kesin doğrudur! Nasıl olsa biz kesin cennetliğiz! diyen insanların da bugün Kur’an’a yönelmeleri, kulluk kitaplarını ellerine almaları gerçekten çok zor olacaktır. Sünnete yönelmeleri gerçekten çok zor olacaktır. Bu mutmain halleriyle kitaba ve sünnete gereksinim duymaları çok zor olacaktır. Çok zor oluyor da zaten.
Müslümanlar! Arkadaşlar! Kimseyi itham etmiyorum! Ama Allah için durumlarımızı sorgulamak zorundayız! Durumlarımızı bir daha sağlamaya almak zorundayız. Bakın yahudi’ye seslenen; ama bizim kitabımızda olduğu için onlardan önce bize seslenen bu âyetler karşısında durumumuzu sağlamaya almak zorundayız. Değilse şimdiki ehli kitap olan bizler, bugünün ehli kitabı olan bizler; Allah korusun dünkü ehli kitabın düştüğü konuma düşebiliriz. Hem bu dünyada, hem de öbür tarafta kaybedenlerden oluruz. Bunu çok iyi düşünelim inşallah.
Diyanet tefsiri :
Bundan önceki âyetlerde eski yahudiler hakkında bilgi verilmişti. Burada ise Hz. Peygamber'in dönemindeki yahudilerin İslâm ve müslümanlar karşısındaki tutumları anlatılmaktadır.
Özellikle Medineli müslümanlar, uzun zaman yahudilerle iç içe yaşadıkları için onların dinleri ve kutsal kitapları hakkında geniş bilgi sahibi olmuşlardı. Buna göre yahudiler, inançları ve şeriatları İslâm'a hayli yakın olan bir ümmetti; Allah'ın birliği, peygamberlik ve âhiret günü gibi iman esaslarına inanıyorlardı; yenİ bir peygamberin geleceğinden de söz ediyorlardı. Kur'ânı Kerîm de temel dinî konularda Tevrat'la çelişmek şöyle dursun, çeşitli âyetlerdeki kendi ifadesiyle "onların elindeki kutsal kitabı tasdik edici olarak" gelmişti. [206] Bu durumda onlardan, Hz. Muhammed'in nübüvvetini kabul etmeleri beklenirdi ve müslümanlarm böyle bir beklenti içinde olmaları normaldi. Ancak yahudiler, dinî olmaktan ziyade dünyevî ve siyasî sebeplerle bu beklentileri boşa çıkardılar. Esasen daha önceki âyetlerde eski yahudilerin, dinleri ve peygamberleri karşısındaki olumsuz tutumlarına ilişkin bilgiler de gösteriyor ki onlar, ilâhî gerçeklere ve bu gerçekler ışığında hidayete ulaşma düşüncesinden çok, ırkçı bir gurur anlayışına ve dünyevî menfaatlere Önem verecek, dini de bu ırkçılık ve çıkarcılığın aracı olarak kullanacak kadar yozlaşmış bir toplum haline gelmişlerdi.
Âyette bilhassa yahudilerden bir grubun (din bilginlerinin) "kelâmullâh"ı yani kutsal kitabın sözlerini işitip iyice kavradıktan sonra onu bile bile, kasıtlı olarak tahrif ettikleri belirtilmektedir. Sözlükte tahrif "bir sözün veya metnin lafzını ya da mânasını değiştirip bozma" anlamına gelir. Burada lafzın mı, mânanın mı kastedildiği konusunda farklı açıklamalar vardır. Tefsirlerde çoğunlukla buradaki tahriften yahudilerin asıl Tevrat nüshasının metnini ve lafzını değiştirip bozmalarının kastedildiği ifade edilmektedir. [207] Ancak Abdullah b. Abbas'ın buradaki tahrifi, "Tevrat'ın lafzı aynen kaldığı halde yorumunun saptırılması" şeklinde açıkladığı rivayet edilir. [208] Taberî de tahrifi bu anlamda açıklamıştır. [209] Tefsirlerde yahudilerin bilhassa, Tevrat'ta Hz. Muhammed'in peygamberliği ile ilgili haberler ile recim gibi bazı hukukî hükümlere ilişkin âyetleri tahrif ettikleri belirtilmektedir. Bu suretle kendi kutsal kitaplarını bile tahrif edecek kadar yoldan çıkmış olan yahudilerin, dinlerini terkederek İslâm Peygamberi'ni tanımalarını ve onun getirdiklerine inanmalarını beklemek aşın iyimserlik olurdu.
Âyette dolaylı olarak Allah'ın kelâmım asıl maksadının dışına çıkarılacak şekilde yanlış yorumlayıp tahrif etmenin büyük bir suç olduğuna işaret eden genel bir uyarı anlamı da vardır.
Elmalılı Hamdi Yazır :
Bu tarzdaki belağat üslubuna "telvini hıtap" adı verilir.
Ey iman ehli! Artık bu katı kalblilerin sizin iyilik dolu temennilerinizden dolayı toptan imana geleceklerini ve ahir zaman Peygamberini ve onun getirdiği kitabı tasdik eyliyeceklerini ümit mi ediyorsunuz? Halbuki bunlardan bir grup vardı ki; Allah'ın kelâmını, yani Tevrat'ı işitirler, bellerlerdi de sonra yine o nu tahrif ederlerdi, mânâsını değiştirecek bir surette kelimelerin ve harflerin yerlerini, mânâlarını değiştirirlerdi. Hem bunu anlayamadıklarından, akıl ve idrak noksanlığından dolayı değil, akılları erdikten, ne mânâsında, ne de Allah kelâmı olduğunda asla şüpheleri kalmadıktan sonra bile bile ve kasden yaparlardı. Artık böylelerinden iman ve hayır umulur mu?
Prof. Bayraktar Bayraklı tefsiri :
Hz. Peygamber'in, Medine'ye hicret edip yahudileri imana davet etmesi, onların da reddetmeleri üzerine bu ayet inmiştir.
Allah, Hz. Peygamber zamanındaki yahudilerin müslümanlara inanmayacaklarını bu kadar kesin bir dille niçin söylemiştir?
Bu sorunun cevabını bir eğitim ilkesi ile cevaplandırmamız mümkündür. Eğitimciler, herkesin eğitilebileceği görüşünden hareket ederler. Kimin eğitilip kimin eğitilemeyeceği bilinemez. Müslümanların tebliğ faaliyetinde harcadıkları emeklerinin boşa gitmemesi için Allah, tebliğden etkilenmeyecek olanları haber vermektedir.
Demek ki eğitilemeyecek insanlar da vardır, ama bunu biz değil Allah bilir. Biz bunu, ancak uzun bir zaman içinde/yoğun bir emek harcadıktan sonra anlayabiliriz. Allah, müsait olmayan tarlaya tohum atılmaması için Hz. Peygamberi ve ashabını uyarmaktadır.
Tama Kelimesi:
Ayette geçen (tama') kelimesi, istemek, arzu etmek, dilemek, hasretini çekmek, gayret etmek, ummak, tutku içinde olmak, meftun olmak manalanna gelmektedir. Bu kelimenin Kur'an ayetlerinde aldığı manaları inceleyebiliriz:
A) Ümit Etmek:
(Allah'ın ceza gününde kusurlarımı affedeceğini ümit ediyorum). [Şuara/82]
(Size, korku ve ümit vermek üzere şimşeği gösteren ve yağmur yüklü ağır bulutlar oluşturan da O'dur). [Ra'd/12]
(Korku ve ümit içinde Rablerine dua ederken). [Secde/16]
Hz. İbrahim bile, ceza günü (ahirette), hatalarının kesinlikle affedileceğini söylemiyor, sadece ümit içinde olduğunu söylüyor. Ama buradaki ümit, istemek anlamına gelmektedir.
Son iki ayette tama', insan psikolojisinin ritmini gösteren durumlardan, korkunun karşıtı olan ümidi ifade etmektedir. Tabiat olaylarının insanın ruhunda uyandırdığı korkunun karşıtı olan ümittir. Gece vakti yatağından kalkıp, Allah'a dua eden insanın içinde bulunduğu psikolojik his ümittir. [134]
B) Özlem Duymak:
("Rabbimizin bizi iyilerle birlikte bulundurmasının özlemini duyarken, ne diye Allah'a ve bize gelen gerçeğe inanmayalım?" derler). [Maide/84]
"Onların her biri, nimet cennetine gireceklerinin özlemini mi duyuyorlar). [Meâric/38]
Bu ayetlerdeki tama' kavramları insanın kendi elinde olmayan ve fakat Allah'tan beklediği veya imkânsız olan bir isteği ifade etmektedir.
C) Arzu Etmek:
(Biz, ilk iman edenler olduğumuz için Rabbimizin hatalarımızı bağışlamasını arzu ediyoruz). [Şuara/51]
(Sonra kalbinde hastalık olan kimse size karşı arzu ile hareket eder). [Ahzâb/32]
Aynı sözcük bu iki ayette, Allah'ın affına duyulan arzu ile cinsel arzuyu ifade etmektedir. Her iki ruh haleti için de kullanılmaktadır.
D) Tutkuyla İstemek:
(Arttırmam gerektiği hırsı içindedir). [Müddessir/15] Bu ayette, tutku içinde olmayı ifade emektedir.
E) Teminata Sahip Olmak:
İki Taraf arasında bir perde ve a'râf üzerinde de herkesi simalarından tanıyan adamlar vardır. Bunlar henüz cennete girmedikleri halde girme teminatları olduğu için cennet ehline, "Selâm size!" diye seslenirler). [A'râf/46]
Tama' kelimesinin bu manaları birbirine çok yakından bağlıdırlar. Ancak Bakara/75'de ümit etmek anlamına gelmektedir.
İki Grup:
(Oysa ki onlardan bir grup vardı).
Bahsi geçen grup, Hz. Musa döneminden hemen sonraki bir dönemde yaşayan bir grup mu; yoksa Hz. Muhammed dönemindeki yahudilerden bir grup mu?
Hz. Musa dönemindeki bir grubun kastedildiğini varsayarak yorum yapacak olursak şöyle bir genelleme yapabiliriz. Tebliğde bulunduğunuz Yahudiler'in size inanması mümkün değildir. Çünkü onlar, geçmişte dedelerinin bıraktığı davranış biçimini benimsemektedirler. Dedelerinden bir grup, Tevrat'ı okuyup anladıktan sonra, bile bile onu değiştirdiler. Bunların torunlarının size inanması mümkün değildir. Bu yorumdan şu çıkmaktadır: Taklit, yeniliği engeller ve öldürür. Ayeti bu şekilde anlar ve yorumlarsak, o zaman, ayetin ikinci kısmı, birinci kısmının sebebi olur. [139]
Tahrif:
Yahudilerin, Hz. Peygamber'in davetini reddetme sebeplerini ayetin ikinci kısmında buluyoruz:
Onlardan bir grup vardır; Allah'ın kelâmını dinlerler, onu anladıktan sonra, bile bile onu tahrif ederler.
Onların bu tutumu, iman etmelerini engellemektedir. O zaman, dinledikleri, anlayıp bile bile tahrif etmeye çalıştıkları Tevrat değil, Kur'an'dır. Böylece ayetin ikinci kısmı sebep, birinci kısmı da sonuç olmaktadır. Yani, Onların size inanmalarını mı umuyorsunuz? ifadesi sonuç; Onlardan bir grup vardır, Allah'ın kelamını dinlerler, onu anladıktan sonra, bile bile onu tahrif ederler ifadesi de sebeptir.
Ayette eksen kavramlar iman ve tahriftir. Tahrifata uğrayan bir metne iman etmek mümkün değildir. Allah, tahrifatla iman etmeme arasında bir bağlantı kurmaktadır. Ayetin ikinci kısmında dinleme, akletme ve bilme ifadeleri yer almaktadır.
Allah öğretim faaliyetinin önemli olan üç oluşumuna dikkat çekmektedir. Öğretimin gerçekleşebilmesi için, dinlemek veya dinletmek şarttır. Hz. Muhammed ve ashabı bunu gerçekleştirmişlerdir. Yahudiler onların kendilerine sundukları ilahî kelâmı dinlemişlerdir. Dinleme ile beyne giden duyumlar, aklın kalıplarına girerek anlayışı meydana getirir:
(Allah'ın kelamını anladılar).
Öğretim faaliyetinin amaçladığı akletme, yani anlama da gerçekleşmiştir. Anlamadan sonra bilgi doğmuş oldu. Başka bir ifadeyle, Allah'ın kelâmını dinleyenler onu anlamış ve Allah'ın kelâmı olduğu bilgisini elde etmişlerdir. Ancak tek başına bilme yeterli değildir. Bildiğinin doğru olduğuna inanmak gerekir. Bu ne demektir? Bu, öğretim faaliyetindeki devrenin tamamlanmasının gerçekleştiğini göstermektedir.
Elektrik akımında devre tamamlanınca lamba yanar ve ışık meydana gelir. Ancak en başta, bu ışığı yakma azminin bulunması lazımdır. Öğretim faaliyetinde de, dinleme, anlama ve bilme aşamaları devrenin tamamlandığını ifade etmektedir.
Devre tamamlanıp bilgi ışığı meydana geldikten sonra, kasden ilahi kelamı değiştirmek, yani tahrif etmek çok büyük günahtır. Ayette geçen tahrif kelimesi lügatte yana yatmak, alay etmek, saptırmak, çarpıtmak, altüst etmek, biçimini bozmak, tahrip etmek, ters mana vermek, yanlış izah etmek, yanlış anlamak, bir şeyin gerçek manasını tahrif etmek anlamlarına gelmektedir. Tahrif kelimesi, Kur'an'da şu manalarda kullanılmaktadır:
A) Yerinden Çıkarmak:
(Yahudilerin bir kısmı kelimeleri yerlerinden çıkarırlar). [Nisa/46]
Ayette tahrif kavramından sonra, yer kelimesi geldiği için diyebiliriz ki, yahudiler kutsal kitabın metninde yer alan bazı kelimeleri yerlerinden çıkararak metni tahrif ediyorlardı. [141]
B) Değiştirmek:
(Onlar kelimelerin yerlerini değiştirirler). [Maide/41]
Nisa/46'da tahrif kelimesinden sonra (an) harfi cerri geldiği halde, Maide/41'de eh (min) harfi cerri gelmiştir. [142]
C) Ters Mana Vermek, İfsad Etmek:
(Şimdi onların size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysa ki, onlardan bir grup, Allah'ın kelamını dinlerler, iyice anladıktan sonra bile bile ona ters mana verip ifsad ederler). [Bakara 2/75] [143]
D) Hile, Tuzak:
(Kim o gün, savaşmak için bir tuzak, ya da diğer bir gruba ulaşıp mevzilenmek gibi durumlar hariç, onlara arkasını dönerse, kesinlikle Allah'ın gazabına uğramıştır. Onun yurdu cehennemdir. Orası ne kötü yerdir). [Enfâl/16]
Bu ayette (müteharrifen) kelimesi hile ve tuzak manalarını ifade etmektedir. Zaten bir şeyin manasım değiştirmek, gerçek manasına tuzak kurmak demektir.
Allah'ın kelamı, zamanla eskimediği ve değerini yitirmediği için onda bir değişim yapmaya, kelimelerini yerlerinden çıkarıp başka kelime koymaya veya ters mana verip ifsad etmeye açık değildir. Bu durum, insanın yazdığı bir metinde yapılabilir. Çünkü insanın ortaya koyduğu metinler zamanla değerini yitirebilirler. İlahî kelam ile beşerî kelam arasındaki önemli farklardan biri de budur.
Allah'ın kelamında değişiklik yapmak, Allah'ın lanetine neden olmaktadır. Lanetlenmelerinin sebebi şöyle beyan ediliyor:
Yahudilerden bir kısmı kelimeleri yerlerinden çıkarıp değiştirirler. Dillerini eğerek, bükerek ve dine saldırarak Peygamber'e "İşittik ve karşı geldik, dinle, dinlemez olası, râ'inâ" derler. Eğer onlar, "İşittik, itaat ettik, dinle ve bizi gözet" deselerdi, kendileri için daha iyi olacaktı. Fakat küfürleri sebebiyle Allah onları lanetlemektedir. Artık pek az inanırlar. [Nisa/46]
Ayet bize birkaç mesaj vermektedir:
Dine ve peygambere karşı olanlar, bu psikolojilerini eylem haline dönüştürerek alay etmekte ve kutsal kitabın metnini değiştirecek kadar ileriye gitmektedirler. Allah'ın kutsal kitabından bazı kelimeleri çıkarma, alay ederek dine saldırmak, peygambere karşı gelip densiz kelimeler kullanmak, küfürdür. Küfrün karşılığı da lanettir.
Diğer taraftan bu insanların ne demeleri ve dememeleri gerektiğini bilmediklerine de işaret eden bu ayet, daha iyinin nerede olduğuna da ışık tutmaktadır.
Allah'ın kendilerine gönderdiği kutsal kitaptan bir kelimeyi veya ayeti kaldırıp, kendi arzularına göre düzenlemelerine dikkat çeken bu ayet, müslümanlara böyle bir hata yapmanın nelere mal olacağını öğretmekte ve onları lanetten koruma çabası vermektedir.
Allah'ın verdiği emirlerin toplumsal hayata neler getireceğini ve ferdin psikolojisini ne kadar zenginleştireceğini düşünme ve araştırma yerine, o ayetleri kendi anlayışına göre değiştirme eylemine kalkışmanın arkasında, bunalımlı bir psikolojinin yattığı bir gerçektir.
İnanmadığı halde inandığını söyleyen, inkar psikolojisine sahip olan, durmadan yalan peşinde koşan ve yalancılara kulak veren kimseler, bu ayetleri değiştirme gibi haince girişimlerde bulunmaktadırlar. [Maide/41]
Allah'ın ayetlerine böylesine kötü hilelerle karşı koymaya çalışan bir ruh, lanetlenmekten kurtulamaz. İnsanlık tarihi bu mücadelelerle doludur. Allah, Kur'an'da bunları anlatarak, gelecek nesillere, kutsal kitaba karşı nasıl bir tavır takınmaları gerektiğine bildirmektedir.
Allah Teala'nın bu rehberliği, şu ilkeye de ışık tutmaktadır: İnsanî düşüncenin sahası ile ilahî vahyin alanı ayrılmalıdır. İnsan nefsinin istekleriyle, ilahî isteklerin önemi iyice tesbit edilmelidir. İlahî vahyin alanına, nefsin arzulariyle değil, akılla girilmesi gerektiği ilkesine saygı duyulmalı ve bu ilkeye özenle uyulmalıdır. İlahî vahiy, insanî düşüncenin doğruluğunu, değerini ve kalitesini tesbit edebilir, ama beşerî düşünce ilahî vahyin açığını arayamaz. İnsanın aklın anladığı bir şeyi bile bile değiştirmeye kalkması, kendi aklını da inkar etmesi demektir. Burada nefsin, aklı saf dışı bırakması gibi vahim bir psikolojik oluşum da gerçekleşmektedir. Kendi aklına ters düşen insanın iman etmesini beklemenin yanlış olacağını vurgulayan Bakara/75 ayeti bilerek ilahî kelâmı değiştirecek olanların da bu tip adamların içinden çıkacağına işaret etmektedir.
Mahmut Toptaş tefsiri :
Âyeti kerîme Medine'deki müslümanlara yönelik, ama bizi de doğrudan ilgilendiren âyeti kerîme. Medine'deki müsîümanlara bu nazil olduğundan, Medineli müslümanlar böyle bir ümit içerisindeler. Çünkü Medineli müslümanlar bir peygamberin geleceğini, Yahudiler'den duymuşlar. Medine'deki müslümanlar, müslüman olmadan önce puta tapan insanlardı. Hıristiyan çok az varmış. Puta tapıyorlar. Yahudi de değiller. Ama etraflarında Beni Kaynuka, Beni Nadr ve Beni Kurayza Yahudileri Tevrat'ı okuyorlar ve onlara diyorlar ki, yakında bir peygamber çıkacak bizim peygamberimiz çünkü onu Tevrat söylüyor. Bir peygamber çıkacak, o peygamberin nezaretinde biz size galip geleceğiz. Biz sizin hakkınızdan geleceğiz. Onun gelmesi yakın hele bekleyin diye Medineli müşrikleri tehdit ediyorlarmış. Zaten Medineli müşriklerin, müslüman olmasına sebebin biride budur.
Medine'den bir ticaret kafilesi ve Kabe'ye gelen insanlar duymuşlar ki, Mekke'de peygamberim diyen bir insan var. Hemen hatırlarına gelmiş. Yahudiler de bir peygamber bekliyorlardı. Kendî aralarında istişare etmişler ve demişler ki, Yahudiler'den evvel biz müslüman olalım. Bu peygamberi kabul edelim. Onların elinden alalım demişler. Ve Akabe'de Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ile görüşmüşler. Ve müslüman olmuşlar. Çok da güzel hizmet etmişler.
Şimdi bu insanlar, Medine'deki Yahudilerin müslüman olmasını bekliyorlar. Zaten Yahudiler bir peygamberin geleceğini bekliyorlardı ya, işte, geldi buyurun diye onları davet ediyorlar. "Yahu siz bize haber vermiştiniz. Bir peygamber gelecekmiş, işte geldi. Biz o peygambere iman ettik, sizde buyurun iman edin" diyorlar. Ve çok bir ümitle bugün olmazsa yarın iman edecekler diyorlar ama; yani Medineli müslümanlar varacaklar, diyecekler bak peygamber bekliyordunuz geldi. O kitap okuyanlar diyecekler ki, yok canım her ne kadar biz öyle demişsek de bu sefer de Yahudi ırkından gelecek diyorlar. Peki Tevrat'ta Yahudi ırkından gelecek diye bir kayıt söylememiştiniz daha önce. Yazarız elimizle deyivermişler ve yazmışlar. Yahudi ırkından gelecekmiş. Yani buna benzer birçok tahrifat böylesi işlerden kaynaklanmış.
Pekiyi bize bakan tarafı bizimde elimizde Kur'ânı Kerîmimiz var. Bize de diyorlarki, günümüzde bak bakalım Kur'ânı Kerim'de yirminci asırla ilgili neler söylüyor. Günümüzde müslümanlarımız özellikle Kur'ânı Kerimle ilgisi olan insanlarımız üçe ayrılıyorlar: 1 Baktım Kur'ânı Kerîm'e genelde ahlâkî kurallarla ilgili bilgiler vardır. Yani hırsızlık yapmayacaksınız, yalan söylemiyeceksiniz. Ne emredilirse yerine getireceksiniz. Verileni yutacaksınız, söyleneni tutacaksınız diyor. Namazınızda kusur etmeyin. Gece gündüz namaz kılın. Orucu Ramazan'da tutun, Nafile oruçlara da devam edin. Çünkü ekonomiye katkınız olur. Yani öğle yemeğini yemiyecek olursanız topyekün Türkiye'de orucunu tutan müslümanlar, milyonlarca müslüman birer öğle yemeği yememiş olsa şu kadar ihracata katkıda bulunur. Gerisine karışmayın. Kur'ân'da zaten bunlardan bahsediyor diyen bir grup. Bunlar yalnız orta halli olanlardır. 2Şerlisi vardır. Bundan da beteri vardır. Beteri de mevcut âyetî kerîmeleri tahrif eder.
"Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, kâfirlerin tâ kendisidir."
Âyeti kerîmesi bizi ilgilendirmez. O Yahudiler'! ilgilendirir. Onlar hakkında nazil olmuştur. Müslümanlar hakkında değildir.
Bu Yahudi hahamlarının, Tevrat'ı tahrif etmeleri gibi bir şeydir. Onlar mânâda tahrif yapıyor.ar Tahrif iki türlüdür. Mânâda tahrif, diğeri de lafzın kendisinde tahrif yapılır ki, ilaveler yapmak suretiyledir. Allah'û Teâla'ya hamdü senalar olsun ki, Kur'ânı Kerîm'de lafızda tahrif olmamıştır. Yani olduğu gibi bize kadar gelmiştir. Mânâda tahrif bin dörtyüz senelik zaman içerisinde yapılmıştır. Tâ sahabe döneminde, sahabe tarafından değil, imansız kesimden yapılmıştır. Tabiin döneminde yine imansız kesimden mânâlar tahrif edilme tarafına gidilmiştir. Bu konuda tefsir kitapları yazmak, bu konuda lügat yazarak milletin inancını sakatlamıya yönelik çalışmalar olmuştur. Lügatçilik çok önemli. Çünkü bir milletin kültürünü yönlendiren lügat kitaplarıdır. Onun için Türkiye'de lügat kitapları genelde Türk lugatıyia ilgili felsefî lügat, mantıkî lügat, coğrafya lügati, tıbbî lügat vs. lugatlarla ilgili en fazla çalışmayı yapan bir Ermeni'dir. Yirminin üzerinde kitap yazdım bu memlekette diyor.
Evet niye onlar yazar. Onların kitabı lügati bütün yazarların kütüphanesinde bulunur. Bir kelimenin mânâsını bilemediler mi hemen oraya bakıverirler. Ve yazısını da ondan kaynaklanarak yazar. Orada da o kelimeyi yönlendiriverdi mi adam gayesine ulaşmış olur. Yani binlerce kalem onun dediği doğrultuda yazıp çizmeye başlar. Onun içindir ki, İslâm Tarihi'nin ilk dönemlerindede bu tür tahrif hareketi başlamış ama, Allah (c.c.) bu dinini koruyacak ya kendi üzerine almış, bu dini koruyacak âlimleri de her asırda getirmiştir. Yâni ilk hicretin birinci asrında o tabiinin büyüklerinden onu takip eden dönemlerde de yine çok değerli dil bilimcileri, tefsirciler, hadisciler ve fakihler göndermek suretiyle Allah (c.c.) bu dini, Kur'ân'mı hem lafzını korutmuş hem de mânâsını korutmuş. Günümüzde de yine mânâyı yönlendirme yolunda çalışmalar var. Yani tahrif etme yolunda çalışmalar var. Fakat onların sesleri zayıf, kokar ağızlarla Allah'ın nurunu söndürmek için uğraşanlar hakkında Rabbim;[157]
"Onlar ağızlarıyle Allah'ın nurunu söndürmek isterler ama, kâfirler istemese de Allah nurunu tamamlayacaktır."
Hahamlar tahrif etmişler, bizim içimizde de mânâ yönünden tahrif eden insanlar vardır.
3. grup ise, gücü oranında Allah'ın kelâmını anlatmaya çalışanlardır. Yani hem lafzını, hem mânâsını tahrif yapmadan doğrudan anlatmaya çalışan insanlarımız vardır. Yeterlimi bu yirminci asırda 1990 yılında. Yetersiz. Bende diğer saygı duyduğum hoca efendilerde yetersiziz. Niye? yetişmemiz için gerekli zemin hazırlanmamış. Sel suyunun bir yatak bulması vardır. Yaz gününde yağmur yağar. Ve derken çok şiddetli yağmur yağarsa sular bir yerde birleşirler. Normal suların aktığı gibi bir yatak yok. Toplanırlar bir yere varırlar. Önünde bir taş var olmadı bu tarafa gidemeyiz, öbür tarafa döner o su. Yani önüne gelen engel büyükse oradan dönüş yaparlar. Yıkabileceğini yıkarlar, yakamadiğı zaman oradan dönüş yaparlar. Böylece bir yatak aramaya çalışırlar. Yatak ararken ya bir ırmağa ulaşırlar, faydalı olurlar. Veyanutta bir ovada kaybolup giderler.
Günümüzdeki İslâm âlimlerinin ve dünyanın her tarafındaki âlimlerin yetişme tarzı da böylesine yatak arayan su gibidirler Ha şu hocadan olur, ha bu kitaptan olur. Ha surdan mı olur ha burda rnı olur. Çalışma neticesi elde edilen şeyler. Niyetler iyi olunca inşaallah hedeflerde, hedeflere varışta bereketli olacaktır, iyi olacaktır.[
Ali Arslan tefsiri :
Yahudilerden bir gurup Hz. Muhammed'in Tevrat'ta bulunan sıfatlarını, Recim hakkında vârid olan Âyeti tahrif ettiler. Veya tevil edip, istekleri istikametinde tefsir ettiler. Bu gurup, Hz. Musa ile Tür Dağına gidip Allah'ın (C.C.) kelâmım dinliyen kişilerdi. Bunlar bilâhare, «Allah'dan konuşmasının sonunda, «Eğer bu emirleri yapmaya gücünüz yeterse yapınız. Eğer dilerseniz (!) yapmayınız.» dediğini dinledik» iddiasında bulundular. İsrailoğulları'nın âlimleri böyle olduktan sonra, acaba câhil ve sefilleri ne yapmaz ki?..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder