Elmalılı Hamdi Yazır tefsiri:
Hem ilerde öyle bir günün hesap ve azabından sakının, korunun ki, o gün kimse, kimsenin adına bir şey ödeyemez, kimseden şefaat da kabul olunmaz, kimseden fidye de alınmaz, bunlara hiçbir taraftan bir meded de yapılmaz. Hasılı kimse kimsenin başına gelecek azabı hiçbir şekilde defedemez. Ne zorla def edebilir, ne kolaylıkla. Zorla def edemez, çünkü yardım yok. Kolaylıkla da def edemez, çünkü ya bedava olacak, ya karşılıklı. Bedava olacak olan bir şefaattir, o kabul edilmez. Karşılığı da ya verileceği ayniyle vermektir, halbuki ödemek yok veya başkasıyla vermektir, halbuki fidye yok. İşte böyle bir kıyamet günü vardır. O gelmeden bundan sakınmalı, bundan korunmalıdır. Demek ki bundan korunmak mümkündür. Fakat geldikten sonra ahirette
değil, o gelmeden önce dünyadayken korunmak mümkündür. Çünkü: "Melekleri gördükleri gün, işte o gün suçlulara müjde yoktur." (Furkan, 25/22) melekler görünüp olaylar başlayınca, o gün günahkârlar için bir müjdeye imkan kalmaz. Mu'tezile (mezhebinde olanlar) bu âyete dayanarak, ahirette buyük günah işlemiş olanlara şefaat edilmeyi reddetmişlerdir. Fakat burada şefaatin kabul olunmaması özellikle kâfirler hakkındadır. Ve hitap küfürde ısrar edenlere mahsustur. Zira İsrailoğulları kendilerinin babaları ve dedeleri olan peygamberlerin her halde kendilerine şefaat edeceklerine inanıyorlardı. Bu âyet, bunu reddediyor. Yoksa diğer âyetler gelecektir ve hadisler de vardır ki, Allah'ın izniyle yine şefaat olur. Yasaklanmış olan şefaat herkesin kendiliğinden ve Allah'ın iznine bağlanmadan yapılacağı düşünülen şefaatlerdir. Şu halde kendiliklerinden şefaat edebilirler zanniyle peygamberlere ve velilere tapılmamalı, ancak Allah'a ibadet etmelidir ki, o istediğine her istediği zaman şefaat ettirir. Ve bununla beraber kıyametin başlangıcı öyle korkunçtur ki, o sırada şefaat da bahis konusu değildir. Herkes kazancıyla kalabilecektir ve bu âyet o zamanı anlatmaktadır.
Diyanet tefsiri
Şefaat "bir kimsenin bağışlanması için onun adına af dileme, maddî veya manevî bir İmkânı elde etmesi için yetkilisi nezdİnde aracılık yapma", özellikle dinî bir terim olarak "günahkâr bir müminin affedilmesi veya yüksek derecelere ulaşması için Allah nezdinde mertebesi yüksek olan birinin O'na dua etmesi, dilekte bulunması" anlamına gelmekte ve daha çok bu yüksek mertebeli kulların, âhirette günahkârların bağışlanması yönünde vuku bulacak dileklerini ifade etmektedir. Mu'tezile bilginleri bu âyete dayanarak âhirette günahkârlara şefaat edilmesinin söz konusu olmayacağını, ancak sadece sevaba müstahak olanlara mükâfatlarının arttırılması yönünde şefaat edilebileceğini ileri sürmüşlerdir. Ehl-İ sünnet bilginleri ise her iki durumda da şefaatin mümkün olduğunu, günahkâr kullara peygamberler ve Allah nezdinde itibarı yüksek olan diğer seçkin insanlar tarafından şefaat edilebileceğini savunurlar. [1][133]
Ancak Allah'ın izin vermediği hiçbir kimse şefaat edemeyecektir. [2][134]
Kur'an'm ilgili âyetlerinin üslûbundan, âhirette şefaat mümkün olmakla birlikte bunun son derece sınırlı tutulacağı ve İnsanların şefaate bel bağlamadan, kendi kurtuluşları için yine kendilerinin çaba göstermesi gerektiği anlaşılmaktadır. Bu durum karşısında insan için gerekli olan şey, zaman kaybetmeden tevhid inancına sarılarak, Allah'a karşı kulluk görevlerini yerine getirmek ve ahlâkını düzeltmek, geçmişteki günahlarından dolayı da tövbe etmektir. Çünkü gerek Kur'ân-ı Kerîm'de gerekse hadislerde içtenlikle yapılacak tövbelerin geri çevrilmeyeceğine dair çok açık ve kesin açıklamalar vardır. Kur'an*in şefaat konusundaki ümit kırıcı üslûbu, şefaat beklentisinin insanları dinî ve ahlâkî hayatlarında gevşekliğe sürüklemesinden; yine Kur'an'm tövbelerin kabul buyurulacağına dair çok net ve ümit verici ifadeleri ise, tövbenin kişiye hatalı inanç ve davranışlarını terkettirme-sinden, böylece düzeltici ve ıslah edici bir fonksiyon icra etmesinden ileri gelmektedir. İşte, peygamberlerinin kendilerine şefaat edeceklerine güvenerek İslâm'ı kabul etmemekte ve Hz. Muhammed'e inanmamakta direnen yahudileri uyarmakta olan bu âyet, aynı zamanda bütün insanlar ve müslümanlar için de bir ikaz anlamı taşımakta; insanın asıl kurtuluşunun, yanlışlardan dönmesine başta imanı olmak üzere, dünya hayatında kendisinin yaptığı hayırlı işlere bağlı olduğunu vurgulamaktadır.
Ali Küçük tefsiri :
Kimsenin kimseye bir faydası olamayacak o gün! O gün ne fidye kabul edilecek, ne de kimseye yardım edilecek. Ne zorla, zorbayla kimse kimseye yardım edebilecek, ne de bir bedel ödeyerek.
Eğer bu yahudiler, şu ehl-i kitap şu andaki durumlarını değiştirip Allah’ın son kitabı Kur’an’a ve son Peygamberi Hz. Muhammed’e Aleyhisselâm tabi olmazlarsa tarihe mal olmuş bu üstünlükleri onlara hiç bir şey sağlamayacak! denilmektedir bu âyet-i kerîmede.
Mesuliyet ferdidir. Hesaplar şahsidir. O gün hiç kimse kimseyi kurtaramayacaktır. Esasen bu âyet İsrâil oğullarının bozulmalarına sebep olan, onların âhiret hakkındaki yanlış inanışlarını, bozuk itikatlarını anlatır. Onlar üstün ırka mensup oldukları için, büyük Peygamberlerin torunları oldukları için, ebedî kurtuluşa erdiklerine inanıyorlardı. İşte bu cesaret onları sorumluluk duygusundan uzaklaştırmış, Allah’ın emirlerine karşı duyarsız ve saygısız hale getirmiştir. Günahlara karşı onları daha da cesur hale getirmiştir.
Halbuki Allah bu konuyu çok güzel açıklamıştır:
"Hiç kimse diğerinin yükünü yüklenemez!"
(Fâtır: 18)
"O gün herkes kendi derdine düşmüştür!"
(Abese: 37)
"Babanın oğluna, oğulun da babaya hiç bir şey ödeyemeyeceği günden çok korkun!"
(Lokman: 33)
Ne zorla, zorbayla ne de kolaylıkla hiç kimse kimsenin başına gelecek olanları defedemez. Zorla defedemez; çünkü yardım yoktur o gün. Kolaylıkla da defedemez; çünkü şefaat da yok o gün. Ne karşılığını aynen vermek sûretiyle bir kurtuluş var, çünkü verecek karşılık yok; ne de başka bir şeyle ödemek mümkün, çünkü fidye de yoktur o gün..
Bundan sonra yine yahudileri, İslâm’a girmeleri konusunda tekrar tekrar tahrik eden nîmetlerin sayılmasına devam ediliyor. Bakın Rabbimiz buyurur. Bu uyarıdan sonra da hatırlayın nîmetlerimi diye nîmetlerin sayımına geçilecek. Ve iz, ve iz, diye nîmetler sayılmaya başlanacak.
Prof. Bayraktar Bayraklı
Hiç kimsenin başkasına fayda vermeyeceği, şefaatin kabul edilmeyeceği, fidye alınmayacağı ve yardım yapılmayacağı bir günden sakının.
Allah'ın İsrailoğulları'na verdiği nimetlerin neler olduğu ve üstün kılınmalarının sebepleri Bakara/40'da açıklanmıştı.
Burada Bakara/47'deki emirlerin 48. ayetle bağlantısını kurup farklı bir bakış açısı getirmeye çalışacağız.
Nimetleri hatırlamak, yani nankörlük etmemek ve insanlar arasında yakalanan üstünlüğü kaybetmemenin yolu da 48. ayette gösterilmektedir. Allah Teala 47. ayette, İsrailoğullan'na ekonomik, sosyal ve siyasî pek çok nimet «erdiğini ve bundan dolayı da onları diğer insanlara ve toplumlara üstün kıldığını ifade etmişti.
İsrailoğullan'na, kendilerine ihsan edilen nimetleri ve milletlerarası üstün-üğü kaybetmemelerinin yolunu 48. ayette açıklamaktadır.
Verilen nimetin kıymetini bilip, fikrî ve sosyal erdemliliği devam ettirmek çok zordur. Yüce Allah 48. ayette bunu takvaya bağlamaktadır. Nimetin değerini bilmeyi ve üstünlüğü devam ettirmeyi, ancak kimsenin kimse namına birşey ödemeyeceği, şefaatin ve fidyenin kabul edilmeyeceği ve yardım görmeyeceği bir günden sakınma psikolojisi temin edebilir. Çünkü ahiret gününden çekinmeyen insanlar, nankörlük edip sahip oldukları nimetlerin kıymetini bilmezler ve milletlerarası üstünlüklerini bir hiç uğruna kaybedebilirler.
Böylece Allah, ahirete imandan hareketle, ekonomik hayatın düzenine ve milletler arasında üstünlüğe giden yolu çizmiştir. Bu inanca sahip olmayanların ekonomik, sosyal ve siyasî güçlerini sürdüremeyeceğine işaret edilmekte ve eğitimin hangi psikolojik alanı canlı tutması gerektiğine dikkat çekilmektedir.
Bu alan, insanoğlunun istikbâldeki ahiret hayatında hangi özelliklere sahip olacağının bilinci ve inancıdır. Bu hayatın özellikleri 48. ayette sayılmakta; eğitimi yapılmakta, şuuru verilmekte ve takva duygusunun gücü gündeme getirilmektedir. [3][287]
1. (Kimse kimsenin namına bir şey ödemeyecek).
Ayetin bu kısmını, "Kimse kimsenin yerine geçemez" diye tercüme edebiliriz. Nitekim Bakara/254'de yer alan bey kelimesi bu anlamda kullanılmıştır. Fahruddîn Râzî, (teczî) kelimesinin, "yerine geçmek" manasına geldiğini ifade etmektedir ki bu, bir kimseye verilen cezayı, onun adına kimsenin yüklenemeyeceği anlamına gelir.
Ayeti bu şekilde anlarsak diyebiliriz ki: Dünyada, birinin borcunu üzeri-
mize alabiliriz; ama ahirette başka birinin cezasını yüklenemeyeceğiz. Orada herkes kendi günahı ve sevabı ile başbaşa kalacaktır.
2. (Kimseden şefaat kabul edilmeyecektir).
Ahirette şefaatin olup olmayacağı, kimin kime nasıl şefaat edeceği meseleleri, asırlar boyu ilahiyat alimleri tarafından tartışılmıştır. Bu konu mezhepler ve tarikatlar arasında öylesine gerginleştirilmiştir ki, neredeyse şirke varan yanlışlar yapılmıştır. Şefaat konusu, çok hassas, kaygan ve zor bir alandır. Kur'an'da birbirine ters gibi görünen ayetlerin yorumundan, çok farklı neticelere ulaşılmıştır. Biz bu kavgaları ve farklı görüşleri dışarıda bırakarak, Kur'an ayetlerinin ışığında konuyu ele almaya çalışacağız.
Şefaat kavramının lügat anlamından hareketle konuya yaklaşabiliriz: Birinin işini görmek, cezadan kurtarmak, bir iş için aracı olmak ve darda kalmışa yardım etmek[4][288] manalarına gelen şefaat, Kur'an'da pek çok ayette yer almaktadır. Şefaat kavramı fiil olarak ele alındığında, iki misli yapmak, astar çekmek, kaplamak, sevdirmek, ilave etmek, herkesten önce satın alma hakkını (şuf'a) vermek, araya girip tavassut etmek manalarına gelmektedir.
Bakara/48 ayetinden, şefaat meselesinin İsrailoğullan arasında da tartışıldığı ve onlara Allah'tan başkasının şefaatçi olamayacağı bir günden çekinmelerinin emredildiği anlaşılmaktadır. Demek ki şefaat konusu Kur'an'dan önceki ilahi kitaplarda da ele alınmıştır.
Hz. Peygamber'in döneminde müşrikler şöyle diyorlardı:
(Biz onlara, bizi sadece Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz). [Zümer/3]
İşte bunlar Allah katında bizim şefaatçılanmızdandır. [Yunus/18]
Müşrikler Allah'ı biliyorlardı; ama kendilerini Allah'a yaklaştıracaklarına inandıkları başka varlıklara tapınıyorlardı. Kimi zaman meleklere, kimi zaman da putlara ibadet ediyorlardı. İsrailoğullan da peygamber ve din adamlarının şefaat edeceklerine inanıyorlardı.
Zümer/3'deki, (Allah'tan başkasını dost edinenler) ifadesiyle, Allah'tan başka tapınılan, aracı ve şefaatçi kabul edilen her şey bu kavramın içine dahil edilmiştir. "Allah'tan başkası" ifadesi izafî bir kavram olduğu için, zaman içinde farklılık gösterebilir. İnsanların bir zaman melekleri, diler bir zaman din adamlarını, başka bir zaman bir tarikat şeyhlerini şefaatçi olarak kabul etme ihtimali bulunduğundan "Allah'tan başkası" ifadesi kullanılmıştır.
Şefaatin Tamamı Allah'a Aittir:
Putları Allah'a aracı ve kendilerine şefaatçi kabul edenlere Allah, şu soruyu yöneltmektedir:
(Yoksa onlar Allah'tan başkasını şefaatçi mi edindiler? De ki, onlar hiçbir şeye güç yetiremezler ve akıl erdiremezlerse de mi?) [Zümer/43]
Gücü olmayan ve bir işe aklı ermeyen varlıkları aracı olarak görmek ve şefaatleri için onlara tapınmak şirktir. Allah, sorduğu bu soruyu kendisi cevaplandırmaktadır:
De ki: "Şefaatin tamamı Allah'a aittir"). [Zümer/44]
Peki Allah Teala, şefaati niçin bütünüyle kendine has kılıyor? Çünkü;
(Göklerin ve yerin iktidarı kendisine aittir ve O'na dönülecektir). [Zümer/44]
Bu özelliklere sahip olan varlık, elbette ki şefaat yetkisini elinde bulunduracaktır. Bu özelliklere sahip olmayan bir varlığın şefaat yetkisi yoktur. Bu ayetlerden anlıyoruz ki, Allah'tan başka kimin şefaat edeceğini de, kime şefaat edileceğini de bilemeyiz. [5][290]
Kur'an'da şefaat konusu açıklanırken. Allah katında bazılarının şefaat edeceğine işaret ediliyorsa da, kimlerin şefaat edeceğine açıklık getirilmemiştir. Şefaatin tümü Allah'a aittir ayeti ile Allah'ın izin verdikleri şefaat edecektir ayeti, birbirine zıt görülmemelidir:
(Tzni olmadan O'nun katında kim şefaat edebilir?!) [Bakara/255]
Şefaatin tamamı Allah'a aittir ilkesi, Allah'ın başkasına şefaat etme izni vermeyeceği anlamına gelmez. Yukarıdaki ayet, şefaat edecek olana da şefaat iznini Allah'ın vereceğini beyan etmektedir. Demek ki şefaat izne bağlıdır:
(Allah'ın huzurunda, izin verdiği kimselerden başkasının şefaati fayda vermez). [Sebe/23]
Bu ayetle Bakara/255 ayetinden, şefaatin ahirette olacağıanlaşılmaktadır. Demek ki şefaat bu dünyada değil, ahirette gerçekleşecek bir durumdur. Ama bazı müslümanlar daha bu dünyadayken, ölülerden şefaat beklemekte ve onların şefaatine nail için Allah'a yalvarmaktadırlar. Diğer taraftan ayette, ahirette Allah'ın izin vermediklerinin şefaatinin fayda vermeyeceği vurgulanmakta, şimdiden kimin şefaat edeceğinin bilinemeyeceğine de işaret edilmektedir:
(Takva sahiplerini heyet halinde çok merhametli olan Allah'ın huzurunda topladığımız, suçluları da susuz olarak cehenneme sürdüğümüz gün, Rahman nezdinde söz ve izin alandan başkalarının şefaate güçleri yetmeyecektir). [Meryem/85-87]
(O gün, Rahmân'm izin verdiği ve sözünden hoşlandığından başkasının şefaati fayda vermez). [Taha/108]
Allah, şefaat edeceklerin önemli bir özelliğine bu ayette dikkat çekerek, sözünden razı olduğuna bu izni vereceğini ifade etmiştir. Demek ki, ahirette şefaat edebilmenin olmazsa olmazları arasında şu iki esas yer almaktadır: Allah'ın o kişinin sözünden razı olması ve ona şefaat için izin vermesi. Allah, kimlerin sözünden hoşlandığını ve hoşlanacağını söylemekte; ama bu şartı koşmakla şefaat edecek olanları sınırlandırmaktadır. [6][291]
Allah'ın ancak sözünden razı olduğu kimselere şefaat izni vereceğini ifade etmiştik; ama o ayetlerde sözünden razı olunanların kimler olduğuna açıklık getirilmemişti. Şimdi diğer ayetlerle buna açıklık getirebiliriz:
(Göklerde nice melek vardır ki, onların şefaatleri, dilediği ve hoşnut olduğu kimse için Allah'ın izin vermesi dışında bir fayda vermez). [Necm/26]
Demek ki Allah'ın şefaat için izin vereceği varlıklar, meleklerdir; bu meleklerin yerinin de gökyüzü olduğuna işaret edilmektedir. Bu ayette, daha sonra ele alınacak olan "kimlere şefaat edileceği" konusuna da açıklık getirilmektedir.
"Rahman, melekleri evlat edindi" dediler. Hâşâ, O bundan uzaktır. Melekler, bilakis lütuf ve ihsan edilmiş kullardır. Melekler Allah'tan önce konuşmazlar. Sadece O'nun emri ile hareket ederler. Allah, onlann yaptıklarını da, yapacaklarını da bilir. Allah nzasına ulaşmış olanlardan başkasına şefaat etmezler. Onlar, Allah korkusundan titrerler. Enbiya/26-28]
Bu ayetler, Necm/26 ayetini açıklamakta ve melekleri Allah'ın evlatları alarak görmenin yanlışlığını ve onların, Allah'ın razı olduğu kullara şefaat edeceklerini ifade etmektedir.
(Allah'ı bırakıp da taptıkları putlar, şefaat edemezler. Ancak bilerek hakka şahitlik edenler, bunun dışındadır). [Zuhruf/86]
Bilerek hakka şahitlik edenler ifadesini bazı müfessirler, tahkikî imana sahip olanlar diye yorumlamışlardır. Böylece şahitlik edecek olanların diğer bir özelliği de bu ayette ortaya çıkmıştır: Bilerek hakka şahitlik edenler.
Bilerek hakka şahitlik edenlerden kasdın, melekler, Hz. İsa ve Hz. Üzeyir olduğunu söyleyenler de vardır.[7][292] Ancak, Hz. Muhammed ve diğer peygamberleri dışta bırakması nedeniyle bu görüş, kabul edilebilir bir görüş değildir. Hz. İsa ve Üzeyir'in şefaat edeceğini söyleyip, diğer peygamberleri bunun dışında tutmak doğru bir görüş olamaz. Kur'an'da insanların şefaatinden hiç bahsedilmemektedir. Meleklerin şefaat edeceğini söyleyen Allah, dileseydi peygamberlerin de şefaat edeceğini söylerdi. [8][293]
Kur'an önce kimlerin şefaate nail olamayacağına açıklık getirerek, kimlerin şefaate nail olacağına işaret etmektedir.
Namaz kılmayanlar, yoksul doyurmayanlar. eğlenceye dalanlar, ceza gününe inanmayanlar, ahiretten korkmayanlar, kendisine kitap gönderilmesini isteyip sonra da Kur'an'dan yüz çevirenler [Müddessir/43-53], şefaate nail olamayacak kimselerdir. Bunlar için Yüce Allah, aynı surede şu ifadeyi kullanmaktadır:
(Artık şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez). [Müddessir/48]
Demek ki, ahirete inanmayan, namazı kılmayan, yoksulu doyurmayanlar, Kur'an'dan yüz çevirerek ilahî bilgiyi tanımazlıktan gelip ona değer vermeyenler ve nihayet dünya eğlencesine dalıp, seviyesiz bir hayat yaşayanlara şefaat fayda vermeyecektir.
Bu ayetlerde sayılanların tersini yapanlara şefaat edileceği gerçeği de ortaya çıkmaktadır. Namaz kılan, yoksulu doyuran, ahirete inanan, Kur'an'dan yüz çevirmeyenler şefaatten istifade edeceklerdir:
(Allah'ın rızasını kazananlardan başkasına şefaat etmezler). [Enbiya/28]
Allah'ın rızasını kazanacak kadar önemli ve yararlı işler üreten imanlı insanlar, meleklerin şefaatine nail olacaklardır. Allah'ın razı olduğu ameller ise şuhlardır: Sadakat [Maide/119]; iyilik, yani hayırda yarışmak [Tevbe/100]; Allah ve Rasûlü'ne düşman olanlarla dostluk etmemek, Allah tarafından gönüllerine iman yazılmış olmak ve bir ruh ile desteklenmiş olmak, cennete layık olmak, Allah'ın tarafını tutmak ve kurtuluşa layık olmak [Mücadele/22]; iman etmek, yararlı iş üretmek, Rabbinden korkmak [Meryem/7-8]; ehline namazı emretmek [Meryem/55] ve nihayet gönül itminanına ulaşmış olmak [Fecr/28].
Bütün bu amelleri yerine getirenlerden Allah'ın razı olacağı Kur'an'da beyan edilmektedir. İşte bu insanlara şefaat edilecektir. [9][294]
İnsanlar, "Nasıl olsa ahirette şefaat edilecektir" fikriyle günah işlemekten kendilerini uzak tutmayabilirler. Onun için şefaat müessesesinin yerini iyi belirlemek gerekiyor.
Şefaatin, pek çok amelinde başarılı olup da, bazı küçük hataları olanlar için söz konusu olduğunu bilmekte yarar vardır. Şefaat, iyi olan insana, alacağı ödülden, daha iyisini alması için yapılan bir yardımdır. Meleklerin, insanların küçük hatalarının affedilmesi için Allah'tan af dilemeleridir:
Arşı yüklenen ve bir de onun etrafında bulunan melekler, Rablerini hamd ile teşbih ederler, O'na iman ederler, mü'minlerin de bağışlanmasını isterler: "Ey Rabbimiz! Senin rahmet ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. O halde tevbe eden ve senin yoluna gidenleri bağışla, onları cehennem azabından koru". [Gâfir/7]
Melekler, iman edenlerin affedilmesi için Allah'a yalvarırken, Allah'ın yoluna girmeyi ve tevbe etmeyi zikretmektedirler. Tevbe ederek Allah yolıjna girmeyenler için, melekler Allah'tan af dilememektedirler. Meleklerin yaptığı şey, mü'minler için af dilemek ve onların cehennem azabından korunması için dua etmektir. İman, tevbe ve doğru yola girmek, meleklerin şefaat edebilmeleri için olmazsa olmazları teşkil etmektedir. Şefaat vardır diye insanlar bu ilkeleri ihmal edemez ve etmemelidirler.
Ayetten çıkaracağımız diğer bir ilke de. meleklerin insanlar için af dilemek ve cehennemden korunmalarını istemek suretiyle yaptıkları şefaatin, bu dünyadan başlayarak ahirete kadar uzanacak olduğudur. Adn cennetine girme hakkım elde eden kâmil insanların, iyi olan ana-babalannın, hanımlarının ve nesillerinin de o cennete girmeleri için meleklerin yalvarması [Gâfır/8], şefaatin bir çeşidini göstermektedir. Başka bir ifadeyle, adn cennetine girme hakkını elde edemeyenlerin çocuklarından biri, iyi olup da, adn cennetine girme hakkını elde etmiş ise, melekler onun ana babası, hanımı ve çocuklarının da onunla beraber o cennete girmesi için Allah'a yalvaracak, yani şefaat etmeye çalışacaklardır. Gâfir/8'deki (salaha) kavramı, şefaatte iyi olma şartının arandığını ifade etmektedir. Demek ki insan, en azından iyi olacak ki, şefaat ile daha iyi bir duruma ulaştırılsın. Onun içindir ki, şefaat var diye vazifeleri ihmal etmek, o şefaati de kaybetmeye sebep olabilir.
İnsan psikolojisindeki korku ve ümit ritmi, şefaat müessesesinin temelini oluşturmalıdır. Nasıl olsa şefaat edilecektir, şeklindeki aşın ümit, insanın yanlış davranışlara yönelmesine neden olduğu gibi, şefaatin çerçevesine giremeyeceği endişesi de istenmeyen karamsarlığa götürebilir. Buradaki ümit ve karamsardık ölçüsünü İbn Abbas'ın rivayet ettiği şu hadîste bulmaktayız:
Bir kadının veya kendi eşinin, vefat eden Osman b. Maz'ûn için 'Cennet sana kutlu olsun, ey Osman b. Maz'ûn' dediğini işiten Hz. Peygamber, 'Ne biliyorsun onun cennete gireceğini?' diye sorduğunda kadın, 'Ey Allah'ın elçisi! O senin askerin ve sahâbindir' diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, 'Vallahi ben Allah'ın elçisiyim; ama ben, bana ne yapılacağını bilmiyorum" buyurdu.[10][295]
Gâfir/8 ayeti, şefaatin cennet ile ödüllendirileceğine işaret etmektedir. An-;ak Peygamber'in dahi, cenneti kendisi için garanti görmemesi, bu hususta iyimserliğin yanlış olduğuna delalet etmektedir. Kimse cenneti garanti göremez ve görmemelidir. [11][296]
Bazı insanlar, ölülerin veya bu dünyada çok iyi zannettikleri insanların şefaatlerine nail olabilmek için dua etmektedirler. Türbelerden, ölülerden yardım dileyerek, şirk batağında yüzmekten kendilerini kurtaramamaktadırlar. Bunun bir şirk olduğunu ifade etmiştik. Günümüz müslümanlannm içinde bulundukları zilletin nedeni burada aranmalıdır. Böylesine bir şirk, Allah'ın lütfunu, ihsan ve yardımını müslümanlarm üzerinden uzaklaştırmaktadır.
Şu bir gerçektir ki, şefaate muhtaç olanlar, şefaat edemezler ve onlar için böyle bir iznin çıkması mümkün değildir. Geçmiş ve gelecek günahlarının affedilmiş [Fetih/2] olduğu Allah tarafından bildirilen Hz. Peygamber'in bile, şefaat edeceğine dair Kur'an'da açık, kesin ve net bir ifade bulamıyoruz. Allah'ın şefaat izni vereceği kimseler arasına Hz. Peygamber'i biz koyuyoruz ve inanıyoruz. Bu inancımız doğrudur; ama delilimiz yoktur.
Buna rağmen, hâlâ müslümanlar ölülerin ve üstün gördükleri bazı insanların şefaatine nail olacaklarına inanıyorlarsa, bunun yanlış bir inanç ve beklenti olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Böyle bir inanç, müslümanlığı geri götürmek ve müslümanlarm gönlünde şirk ateşini yakmak demektir. Bizler, Ancak Allah'ın izin verdikleri şefaat edecektir ayetinin içine, net olarak meleklerden başka kimin gireceğini tayin etme hakkına sahip değiliz. Onu ancak, şefaatin tümü kendisine ait olan Allah bilir ve tayin eder. Bize düşen şey, şefaate nail olmak için gayret göstermek, gerekli olan amelleri üretmektir. Başka bir ifadeyle, ölü veya dirilerden şefaat dileme yerine, Allah'ın şefaatine nail olma gayreti içinde olmalıyız.
Allah'ın izin verme yetkisini bizim kullanmamız mümkün değildir. Şefaat için Allah'ın vereceği izindeki belirsizlik, insanın yararlı iş üretmesi için itici bir kuvvet olmalıdır. [12][297]
3. (Kimseden fidye de alınmaz).
Ayette yer alan adl kavramı, insaf etmek, işi doğru olmak, dönmek, yoldan sapmak, eşit muamele etmek, düzeltmek, şirk koşmak, denkleştirmek, bir şeye eğilmek, iki hal arası olmak, bir şeyin mukabili olan karşılık, fidye manalarına gelmektedir. Kur'an'da yer alan manaları ise şunlardır: [13][298]
(Sonra inkar edenler, putları Rablerine denk tutuyorlar). [En'âm/1]
Allah yarattığı her şeyin karşılığında hamde layıktır. Zira onları, nimet olsun diye yaratmıştır. Ama, kâfirler Allah'ın yaratmış olduklarını O'na ortak koşmuşlardır, böylece O'nun nimetlerine karşı nankörlük etmişlerdir.[14][299]
De ki: "Allah şunu yasak etti" diye şehadet edecek şahitlerinizi getirin. Eğer onlar şahitlik ederlerse, sen onlarla beraber şahitlik etme: ayetlerimizi yalanlayanların ve ahiret gününe inanmayanların arzularına uyma. Onlar, Rablerine eş tutuyorlar. [En'âm/150]
Allah'ın haram kılmadığını haram kılan. Allah'ın ayetlerini yalanlayan, ahiret gününe inanmayan insanlar. Allah'a eş koşanlardır. Ayetteki eş koşma, adi kelimesi ile ifade edilmektedir. Başka bir ifadeyle, kendi fetvasını Allah'ın fetvasının önüne geçirenler. Allah'a eş koşmuş olmaktadırlar.
Başka varlıkları kutsallaştınp onlara tapanlar, Allah'a şirk koştukları gibi, kendi fetvalarını Allah'ın fetvası imiş gibi gösterenler ve Allah'ın demediğini demiş gibi konuşanlar da şirk koşmaktadırlar. Allah'ın yasak etmediği bir şeyi insanlara yasak etmek, şirkin temelini atmaktır. [15][300]
Kur'an'da fiil halinde Neml/60'da kullanılmaktadır; anlamı yoldan çıkmak, sapıtmak ve şirk koşmaktır
Onlar mı hayırlı, yoksa gökleri ve yeri yaratan, gökten size su indiren mi? O suyla, bir ağacını bile bitirmeye gücünüzün yetmediği güzel bahçeler yeşertir. Allah'tan başka bir tanrı mı var? Doğrusu onlar sapıklıkta devam eden bir güruhtur. [Neml/60]
Allah bu ayette, değerli ve üstün olanı farkedemeyip, tabiat olaylarının arkasındaki gücü göremeyerek Allah'tan başkasını tanrı edinenleri, yoldan çıkmış sapıklar olarak nitelendirmektedir. Onların yoldan çıkışlarını ifade için Jac (adi) kelimesi fiil olarak kullanılmaktadır. Tabiat olayları karşısında yaratıcının gücünü anlamayan ve acizliğinin bilincinde olmayanlar, Allah'a şirk koşacaklar, bu da onların sapık olduğuna dair değerlendirmeyi haklı çıkaracaktır. Ama ayetteki sapıklığın, şirk koşmak olduğunu söylemekte yarar vardır. [16][301]
İnfitâr/7 ayeti şöyledir:
(Seni yaratıp, düzgün ve dengeli kılan Allah'tır). Ayetteki t£li (fe-adaleke) fiili, "Seni dengeli kılan" manasına gelir.
Ayet, insanın biyolojik ve psikolojik yapısı ile dengeli yaratıldığını ifade etmektedir. Beynin güçleri, gönlün özellikleri ve nefsin vasıflan arasında muhteşem bir denge bulunmaktadır. Bu denge, biyolojik organların arasında da görülmektedir. Sinir ve sindirim sistemi, hücreler ve eklemler tamamen bir denge üzerine yaratılmıştır. İşte adi, bu dengeli yaratılışı ifade eden bir kavramdır. [17][302]
(Üzerine düşüp uğraşsanız da, kadınlar arasında eşit davranmaya güç yetiremezsiniz). [Nisa/129]
Ayetteki âdil davranmak, eşit derecede sevmek, eşit muamelede bulunmak demektir. Kur'an'ın pek çok ayetinde bu manada kullanılmaktadır. [18][303]
Ey iman edenler! Birinize ölüm gelip çatınca, vasiyet esnasında içinizden iki adalet sahibi kişi aranızda şahitlik etsin.
Doğruyu söyleyip, şahitlik eden kimse, hukukî manada, âdil sıfatım kazanmaktadır. Bu anlamıyla kavram, şehadetinde doğruyu söyleyen kişinin amelini ifade etmektedir. [19][304]
Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adaletsizliğe sevk etmesin. Adaletli olun; çünkü adalet takvaya en yakın olan ameldir. [Maide/8]
Bir topluluğa duyulan kinden dolayı haksızlık yapmayıp adaletle davranmak, takvaya götüren en önemli amellerden biridir. Demek ki, takvaya giden yol, adaletten geçmektedir. Bu manada, insanlara tarafsız davranmaktır adalet . Bu da, takvanın olmazsa olmazını oluşturmaktadır.
(İnsanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder). [Nisa/58]
Demek ki, müslüman sadece müslümanlara karşı değil tüm insanlara karşı âdil olmak ve hükmettiği zaman adalet üzere hükmetmek mecburiyetindedir. Kendi inancında olmayanlara karşı tarafgir hüküm verme hakkına sahip değildir; çünkü tarafsız ve adil davranması, Allah'ın emridir.
Tüm insanlara karşı âdil davranan fert ve toplumlar, kâmil insanlar ve erdemli toplum olmaya hak kazanacaklardır. Tarafsız hüküm verme manasına gelen adalet, yeryüzünde tatbikat bulamayınca, insanların takva ve erdemini alıp götürmektir. Eğitim ve takva, bu erdemi insanlara kazandırmakla yükümlüdür ve bu yükümlülüğü yerine getirmeyi amaç edinmelidir. [20][305]
Adl kavramı isim olarak kullanıldığında fidye, fiil olarak da "fidye vermek" manasına gelir. Bakara/48'de Fidye anlamını ifade etmektedir:
(İnsan bütün varını fidye olarak verse, yine de ondan kabul edilmez). [En'âm/70]
Dinini oyun ve eğlence edinen, dünyanın kendisini aldattığı kimse, ahiret azabından kurtulabilmek için bütün varlığını fidye olarak verse bile kabul edilmeyecektir.
Kur'an'da fidye anlamına gelen adl kavramından başka, doğrudan fidye kelimesinin de muhtelif ayetlerde kullanıldığını görüyoruz:
(Şüphe yok ki, kâfir olanlar, yeryüzündeki her şey ve bunun yanında da bir o kadarı kendilerinin olsa da, kıyamet gününün azabından kurtulmak için onu fidye verseler, onlardan asla kabul edilmez; onlar için acı bir azap vardır). [Maide/36]
(Şüphesiz, inkar edenler ve kâfir olarak ölenler, yeryüzü dolusu altını fidye olarak verseler bile, onların hiçbirinden kabul edilmeyecektir). [Âl-i İmran/91]
Demek ki fidye, azabı ortadan kaldırmak için verilecek olan maddî değer manasına gelmektedir. Böylece Kur'an'da, adi ye fidye kavramları bazen aynı manada kullanılmaktadır.
Bakara/48'de yer alan adi kavramı, bu manaları ifade etmektedir; ama bu ayette karşılık, fidye anlamına gelmektedir. Ahiret gününün en önemli özelliklerinden biri de, o günde kimseden fidye alınmamasıdır. Bu durum, insanı kötü davranıştan caydırıp iyiye yöneltmek için yapılan uyarının bir parçasıdır. Hesap gününde fidye kabul edilmemesi dünya ile ahireti ayıran önemli özelliklerden birini teşkil etmektedir. İnsanlar dünyada fidye ile birçok işi halledebiliyor; ama ahirette böyle birşey sözkonusu olmayacaktır. [21][306]
4. (Onlara asla yardım da yapılmaz). [Bakara/48]
İlahî yardımın dünya ve ahirette iyi insanlara yapılacağını müjdeleyen Allah, dünya ve ahirette peygamberine yardım edeceğini beyan etmekte [Hac/15]; böylece hem yardım almanın şartlarına, hem de yardım alamayacakların kimler olduğuna açıklık getirmektedir: [22][307]
(Zalimlerin hiç yardımcıları yoktur). [Âl-i İmran/192]
Dünyadayken haksızlık yapan, karanlık işler çeviren, baskı yapan ve haram lokma yiyenlerin ahirette yardımcısı olmayacaktır. [23][308]
İşte onlar, ahiret hayatına karşılık dünya hayatını satın alan kimselerdir. Bu yüzden ne azapları hafifleyecek ne de kendilerine yardım edilecektir). [Bakara/86]
İnsanları öldüren, yurtlarından çıkaran ve bu eylemlerinde birbirlerine yardım edenler, kitabın bir kısmına inanıp, bir kısmını inkar edenler [Bakara/85], dünya hayatını ahirete tercih edenlerdir. Bunlara Allah yardım etmeyeceği gibi, başka hiçbir varlık da edemeyecektir. [24][309]
Bazı toplumlarda kimi insanlar halkı ateşe çağırırlar. Bunlara da ahirette yardım olunmayacaktır. [Kasas/41]
Bazı düşünce ve felsefeler insanları güzele, doğruya, gerçek ve iyiye çağırma yerine, isyana, düşmanlık ve tefrikaya çağırır. Bu düşüncelerin sahipleri ahirette yardım görmeyecekler ve çağırdıkları ateşe kendileri düşeceklerdir. [25][310]
(Onlar yardım göreceklerini umarak Allah'tan başka ilahlar edinirler). [Yâsin/74]
Allah'a eş koşanlar, yani Allah'tan başkasını tanrı edinenler, taptıklarının kendilerine ahirette yardım edeceklerini sanırlar. Şirklerini bu yanlış kuruntu üzerine dayandırırlar. Bu ümit ve kuruntu onları şirk batağına itmektedir. Bu tip insanlara ahirette yardım edilmeyeceği vurgulanmaktadır. [26][311]
Şirk koşmak ve kutsal kitabı inkar etmek, kibretmek [Fussılet/14-15] gibi kötü amel sahiplerini bu dünyada zillet, öteki dünyada da azap beklemektedir. Onlar, orada yardım görmeyeceklerdir. [Fussılet/16]
Şirk Allah'a; inkar Allah'ın indirdiği kitaba; kibir ise insanlara karşı takınılan olumsuz tavırlardır. Bu olumsuz tavırlar, ahiretteki ilahî yardımı engellemektedirler. Şirk, inkar ve kibir psikolojisine göre davranan insanların, ilahî yardımı almalarının imkânsız olduğunu söyleyen bu ayetler, çok büyük caydırıcı güce sahiptirler. [27][312]
Dinin insanlara ulaşmasını engelleyen ve amaçlarını gerçekleştirmek için tuzak kuranlar da yardım görmeyeceklerdir:
(O gün planlan kendilerine hiçbir fayda vermez ve yardım da görmezler). [Tûr/46]
Hakikati engellemek ve tebliğini durdurmak için peygambere tuzaklar kurmak, insanlık tarihinin kirli ırmağının sulan olmuştur. Bu engel ve tuzaklar, insanlık tarihini kirletmiştir. Şeytanın akıtmaya başladığı bu kirli ırmağın sürekli akmasına yardım edenler, aynı zamanda, onun yanı başında akmakta olan nur ırmağının önüne barikatlar kurar, tuzaklar oluşturur ve engeller koyarlar. Bu insanlar daima kötülüğe yardım etmek için birbirleriyle yardımlaştıklanndan, ilahî yardım onlara gelmeyecektir. Onlar bu tuzaklanyla iyiye, güzele, doğruya ve hakikate zulmetmişlerdir. Bu zulümleri, onlan kurduklan tuzaklara düşürecektir.
Bakara/48 ayeti, takva denen sakınma duygusu ve bilinci ile, ahiretin özellikleri arasında ilişki kurmaktadır. Sözkonusu ayette ahiret hayatındaki sorumlulukların ferdî olduğu ve orada birbiriyle yardımlaşmanın imkânsız olacağı vurgulanarak, bu konuda nelere dikkat edilmesi gerektiği beyan edilmektedir. Kimsenin, kimse nâmına bir şey ödemeyeceğini, hiçbir alışverişin olmayacağını, şefaatin kabul edilmeyeceğini, şefaatin tamamının Allah'a ait olduğunu, ayrıca, kimlerin şefaat edeceğini, kimlere şefaat edilmeyeceğini açıklamakla Kur'an, insanların iyi davranışlara karşı ihmalkâr bir tavır takınmamaları ve şefaat konusunda şirke sapmamalan uyarısını yapmaktadır. Mahşerde kimseden fidye alınmayacağını, zalimlerin dünya ve ahiret tercihinde yanılanlann, ateşe çağıranlann, inkar ve kibredenlerin, ilahî nurun yayılmasını engellemek için tuzak kuranların asla yardım görmeyeceklerim söyleyen Kur'an, insana, ahiretteki hayatını ceheneme çevirecek olan davranışların âkibetini beyan etmektedir. Böylece bu uyanlar, ilahî eğitimin ana konusunu teşkil etmekte ve din eğitimcilerine üzerinde önemli durmaları gereken konulan hatırlatmaktadır. Ahiretteki tek basma kalma ve hiçbir yardım görememe ortamını, bu dünyada yap-tıklanmızla oluşturduğumuz bilincini kazandırmak, eğitimin ana amaçlanndandır.
Muhammed Esed açıklama :
Fidye almak” (‘adl), hem vekaleten kefaret (vicarious redemption) olarak adlandırılan Hristiyan doktrinine, hem de Yahudiler'in, “seçilmiş toplum”un -ki onlar kendilerini öyle görürler- Hesap Günü cezadan muaf olacağı şeklindeki saplantılarına açık bir işarettir. Bu her iki düşünce de Kur’an'da kesin olarak reddedilmektedir.