Bakara 6-7: Allah yokmuş gibi yaşayan ve kalpleri mühürlenenler


Diyanet tefsiri :
6. Küfür (küfr) kelimesinin lügat mânası "örtme"dir, kâfir de "örten" demektir. Ektiği tohumun üzerini toprakla örttüğünden dolayı çiftçi için de kâfir kelimesi kullanılmıştır. Din dilinde küfür, "hak dinin getirdiği gerçekleri kabul etmemek, onların üstünü örtmek, yok saymak"tır. Dilimizdeki "inkâr etmek" tabiri bu mânaya, diğer kelimelerden daha uygun düşmektedir. Ayrıca Türkçe'de küfür kelimesi terim anlamı yanında "sövme, hakaret etme" mânasına da geldiği için gerek burada gerekse meal ve tefsirin diğer yerlerinde çoğunlukla "küfür" yerine "inkâr", "kâfir" yerine de "İnkarcı" veya "inkâr eden" kelimeleri tercih edildi.

Fatiha sûresinde doğru yolda olanlar, doğru yoldan sapanlar ve Allah'ın gazabına uğrayanlardan söz edilmişti. Bakara sûresinin ilk âyetlerinde doğru yolda olanların (muttaki müminler) en önemli özellikleri dile getirildi. Bu âyetlerden itibaren de doğru yoldan sapanların, Allah'ın gazabına uğrayanların ahlâk ve tutumlarıyla akıbetleri anlatılıyor.

Âyetin niteliklerini verdiği "inkâr edenler", hak din karşısındaki olumsuz düşüncelerini ve tutumlarını gizlemeyen, tercihlerim açıkça inançsızlık ve red yönünde kullanan, zaman geçtikçe inkarcılıkla şartlanan, başka düşüncelere ve inançlara (bu arada hak dine) kulaklarını, göz ve gönüllerini kapayan kimselerdir. Kulakları, dikkat ve idrakleri ilâhî irşada kapalı olan inkarcılara nasihat ve uyarının fayda vermeyeceği, uyarıların ancak gerçeği arayan ve Allah kelâmını dinleyenler üzerinde etkili olacağı açıktır.
Hz. Peygamber inkarcılarla çok meşgul olmuş, onların İman ehline katılmalarım istemiş, gayretlerinin fayda vermediğini gördükçe de üzülmüştür. Bu sebeple Allah Teâlâ zaman zaman peygamberine iman-küfür gerçeğini anlatarak onu teselli ve teskin edip âdeta şöyle demiştir: "Habîbim! Bütün gayretlerine rağmen onların inkârdan vazgeçip imana gelmemelerinin kusuru sende ve tebliğ ettiğin dinde değildir, kusur kendi irade ve tercihleriyle inkârlarında ısrar eden, kulaklarını hak söze kapalı tutanlardadır. Sen ne kadar uğraşırsan uğraş böyle kâfirler iman etmeyeceklerdir."
7. Kur'ân-ı Kerîm'de insanların doğru yoldan sapmaları (dalâlet) veya doğru yolu bulmaları (hidayet), iyilik veya kötülük yapmaları, bunlardan birini tercih etmeleri (irade, meşîet); hakikate his, düşünce ve idrak kapılarını kapamaları (mühürleme, perdeleme) sonucunu doğuran fiiller birçok âyette Allah'a nispet edilmekte, Allah'ın onlara böyle yaptığı, yaptırdığı ifade edilmektedir.
Allah Teâlâ ilim, hikmet ve adalet sahibi olduğuna göre hem kullarına, onların irade ve etkileri olmadan günah isletmesi, onları doğru yoldan saptırması, kalplerini mühürlemesi hem de bunlardan dolayı kullarını ayıplaması, cezalandırması düşünülemez. Aynca pek çok âyet ve hadiste kulların iradelerinden, belli alanlarda hürriyete sahip olduklarından ve serbest tercihleriyle yapıp ettiklerinin iyi veya kötü sonucunu elde edeceklerinden söz edilmektedir.
Aklın hükmünü ve naklin (vahiy) rehberliğini birlikte değerlendiren Ehli sünnet âlimleri şöyle bir sonuç çıkarmışlardır: Kader Allah'ın ezeldeki bilgisi ve hükmü, kaza ise yaratılmışlar âleminde kaderin icrasıdır, yerini bulması ve uygulanmasıdır. Kulların hür ve serbest bulundukları alanda ne yapacaklarını, neyi tercih edeceklerini ezelde bilen Allah Teâlâ, o alanda kader ve kazâyı bu hür tercihe uygun kılmıştır. Bu düzeni kuran güç ve irade, varlıklara mahiyet ve özelliklerini veren yaratıcıdır.
Bu noktadan bakıldığında kulun serbest iradesiyle yaptığı fiiller de dahil olmak üzere her şey O'nun ilim ve iradesine uygun olarak oluşmakta ve gerçekleşmektedir. O istemeseydi kul irade ve tercih sahibi olamazdı; hayrı veya şerri, doğruyu veya yanlışı, küfrü veya İmanı tercih edemezdi; kulağını hak davetine açamaz veya tıkayamazdı. Bu anlamda "hidayete erdiren, saptıran, mühürleyen, hayrı veya şerri işleten Allah'tır." Bu makro düzeyden mikro düzeye inilerek kulun hayatı, idrak ve şuuru içinde olup biten davranışlara bakıldığında, kula ait hürriyet, irade ve tercih ortaya çıkmakta, etkili olmaktadır. Davranışları değerlendirmeye, aidiyeti tespite böyle yaklaşıldığında, doğru veya yanlış yola giren, hayır veya şer işleyen, mümin veya kâfir olan, idrakini sınırlayıp karartanın... kulun kendisi olduğu anlaşılmaktadır. Ayet ve hadisler farklı üslûplarla bu iki bakış açısını da dile getirmekte, gerçeğin her iki yönden de görünüşünü vermektedir. Nitekim Nisa sûresinin 155. âyetinde kâfirlerin kalplerinin kılıflanması veya mühürlenmesi, onların irade ve tercihlerini bu yönde kullanmış olmalarına bağlanmıştır. Yûsuf sûresinin 105. âyetinde de kâfirlerin yer ve göklerde mevcut olup Allah'ın varlık ve birliğini gösteren nice delili (âyet) görmemek için yüzlerini çevirip geçtikleri ifade edilmiş, böylece "kalplerin kılıflanması ve mühürlenmesi"nin mânasına, sebebine ve bu oluşta kulun tesirine ışık tutulmuştur. Şu hadîs-İ şerif de konuya bir başka yönden açıklık getirmektedir: "Mümin bir günah İşlediğinde onun kalbinde bir nokta oluşturur. Kul tövbe eder, günahı terkeder ve pişmanlık duyarsa kalbinden o lekeyi siler; aksine günaha devam eder ve arttınrsa leke de artar, sonunda bütün kalbini kaplar ve kilitler. Allah'ın "Hayır! Doğrusu şudur ki, yapıp ettikleri kalplerini kaplayıp karartmıştır" buyruğundaki "karartma"dan maksat budur.

Sonuç olarak insanlara ceza ve azap görmelerini gerektiren günahları işleten, onları buna mecbur barakan Allah değildir. Onlara irade, tercih, güç gibi imkânları ve kabiliyetleri veren Allah'tır. Bunları O'nun rızâsı veya gazabı yönünde kullanan, sarfeden -ki, bu sarfa "kesb" denilmiştir- insandır. Dünyadan göçüp giderken insanın elinde ya cennetin anahtarı ya da cehennemin ateşi vardır. Bunları o kesbetmiştir. Dünya hayatı, sermayesi ömür olan bir ticarettir, bunlar da kulun elde ettiği kazanç veya uğradığı zarardır.

Prof. Bayraktar Bayraklı tefsiri:
Küfür Ve Peygambere Direnç:
Bakara/1-5, ayetleri muttakiyi (takva sahibi kimseyi), 6 ve 7. ayetleri de kâfiri anlatır. Bu ayetlerde kâfirin iman eğitiminden niçin nasip alamayacağı açıklanmaktadır.
(ke-fe-re), 'örtmek, gizlemek' manalarına gelir. Gecenin varlıkları gizlemesi, tohumun toprağın altına atılıp örtülmesi gibi durumlar da bu kavramla ifade edilmektedir.
Küfr, 'nankörlük' manasına da gelir. Küfrân-ı nimet, nankörlük demektir. Küfür kavramı, Enbiya/94'de nankörlük manasında kullanılmaktadır:
(Onun gayretine nankörlük olmaz).
Bu ayet "onun sarfettiği emek, görmezlikten gelinemez" şeklinde de anlaşılabilir.

Ayrıca (Yapacağını yaptın. Sen nankörün birisin) [Şuara/19] ayetindeki kafir kelimesi, nankör anlamında kullanılmıştır. Genelde kafir'in 'inkar' anlamı, (cehade) kavramı ile ifade edilmektedir.

Kalpleriyle yakînen bildikleri halde, kendi kendilerine zulüm yaparak, kibirlenerek bütün mucizeleri inkar ettiler [Neml/14] ayetindeki cehade kavratu bu manadadır.

Ankebut/47'de kâfir ile cahd kavramı yanyanadır:
 (İşte böylece sana bu kitabı indirdik. Onun için kendilerine kitap verdiklerimiz, ona iman ediyorlar. Şunlardan da, ona iman eden nice kimseler vardır. Ayetlerimizi ancak kâfirler bile bile inkar eder). [Ankebut/47]
Burada cehd fiil, kâfir de onun failidir.
Kâfirin eylemi, cahd kavramıyla ifade edildiğine göre; küfr, tevhidi, dini ve peygamberliği inkar etmektir. Böylece küfür fiili, Allah'ın ayetlerini ve mucizelerini kabullenmeyerek insanın küfre düşmesidir.
Yukarıdaki ayetleri biraz daha açtığımızda şu gerçekleri de görmemiz mümkündür:
a. İnkar psikolojisine bürünmüş insanların en önemli özelliklerinden biri, peygamberlerin uyarısına aşın bir tepki göstermeleridir.
Bu durum bütün peygamberler için böyle olmuştur. İşte Bakara/6'da Yüce Allah, Peygamberimiz'in uyarılarına aldırış etmeyen; uyarının yapılması ile yapılmamasının, onlar için denk olduğu söylenen bu insanların eğitileme-yeceği gerçeğini vurgulamaktadır.
Eğitimciler, herkesin eğitilebileceği ilkesinden hareket ederler. Ancak eği-alemeyecek insanların da varlığı bir gerçektir. İşte bu ayette, eğitimden etkilenmeyeceklerin olabileceğine işaret edilmekte, bir din eğitimcisi olarak peygamberlerin dikkati çekilmektedir.

b. Eğitimcinin faaliyeti bir sihirli değnek değildir. İnsanları yola getirmek isteyen peygamberlerin, her istediklerini gerçekleştirmeleri imkansızdır. Psikolojik bakımdan hazır olmayan insanların ilahî çağrıdan olumlu manada etkilenmeleri, imkan harici olmasa bile pek zordur. Herkesi doğru yola getireceğim düşüncesi, gerçekleşmesi muhal olan bir idealdir.
Konuyla ilgili olarak Yüce Allah, Hz. Peygamberi defalarca uyarmaktadır:
(Bu yeni kitaba inanmazlarsa, arkalarından üzüntüyle neredeyse kendini harap edeceksin). [Kehf/6]
(Onları doğru yola iletmek senin görevin değildir. Fakat Allah, dilediğini doğru yola iletir). [Bakara/272]
Din eğitimi bir akıl ve gönül işi olduğu kadar, aynı zamanda bir nefis eğitimidir. İnsanların beyninde, gönlünde ve nefsinde bir anda etkili olmak, onları yönlendirmek kolay iş değildir. Böylesine bir yük altına girmek, insana bir sıkıntı verebilir, onu ümitsizliğe ve karamsarlığa götürebilir. İnsanın, kendini hasta edecek kadar sıkıntıya sokmasının bir anlamı olmadığını ifade eden bu ayetler, din eğitimcilerini uyarmaktadır.
Diğer taraftan Bakara/272 ayeti, küfürden imana dönüş gibi önemli bir değişimin arkasında peygamberin değil, ilahî iradenin bulunduğu esasım vurgulamaktadır. Bu manadaki hidayetin, yani değişimin, peygamberin eğitim alanına girmediği ilkesini benimsemeleri gereken din eğitimcileri, kendi faaliyet alanlarını iyi belirlemelidirler.

c. Peygamberlerin faaliyet alanlarının nihaî ucunda/doruk noktasında inzar (uyarı) vardır, ama asla zorlama yoktur:
(Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi kesinlikle iman ederdi. O halde sen, inanmaları için insanları zorlayacak mısın?) [Yunus/99]
Yüce Allah, iman alanında zorlamanın olmaması gerektiğini açıklarken, iradî imanın önemine işaret etmektedir. Bu bakımdan, Hz. Peygamber'den, iman konusunda hiç kimseyi zorlamamasını istemektedir. Uyarının ötesine geçmek, din eğitiminin başarısını düşürür. Bu nedenle, insanların imana gelmesi konusunda, aşın sıkıntıya ve üzüntüye girmeyi ve bunda ısrarlı olmayı Kur'an cehaletle vasıflandırmaktadır.
İnsanlann imana/hidayete gelme konusunda aşın tepki göstermeleri evensel bir davranış şeklidir. En'âm suresinde bu kanuna dikkat çekilmektedir:

Onların söylediklerinin, gerçekten seni üzmekte olduğunu biliyoruz. Aslında onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o zalimler, Allah'ın ayetlerini inkar ediyorlar. Andolsun ki, senden önceki peygamberler de yalanlanmıştı. Onlar, yalanlanmalarına, eziyet edilmelerine rağmen sabrettiler, sonunda yardımımız onlara yetişti. Allah'ın kelimelerini değiştirebilecek hiçbir kimse yoktur. Muhakkak ki, peygamberlerin haberlerinden bazısı sana da geldi. Eğer onların yüz çevirmesi sana ağır geliyorsa, gücün yeterse yerin dibine bir tünel kaz, yahut göğe çıkabileceğin bir merdiven edin de onlara bir mucize getir! Allah dileseydi, elbette onları hidayet üzerine toplayıp birleştirirdi; o halde sakın câhillerden olma). [En'âm/33-35]
Peygamberlere gösterilen bu aşın tepkinin nedeni, peygamberlerin kendileri değil, Allah'ın ayetleridir. Bundan dolayı sabretmek gerekir. Halkın, tevhid inancına ilk anda tepki göstermesini büyütmemek lazımdır. İnkar psikolojisine girmiş bir insana, yerin dibinden veya gökten mucizeler getirsen de inanması mümkün değildir. Bu ilkeleri bilerek davranmak ve kendisinin hidayet verici olmadığını bilmek, tebliğci için zorunlu bir yoldur. Aksine davranmak, bir usûl hatasıdır ve Kur'an bunu cahillik olarak nitelendirmektedir.
Küfürden imana geçiş dediğimiz hidayet gibi bir değişimin, ilahî takdire âit olduğunun bilinmesi ve ona uyulması gereklidir. Din adamları, uyarı ile zorlamanın çizgisini iyi ayırmalıdırlar.

İnkara Götüren Sebepler:
Kişiyi inkara götüren sebepler pek çoktur. Bunlar arasında şunları sıralayabiliriz:

A) İnsanın İnkarı İradesinin Eseridir:
Kulun Allah'ı inkarı da ilahî iradenin hiçbir etkisi yoktur. Onun içindir ki, Bakara/6'da "küfredenler" ifadesi yer almaktadır. Aynı şekilde Zümer/7 ayeti şöyledir:
Eğer inkar ederseniz, kesinlikle Allah sizden uzaktır. Allah kullarının küfrüne razı olmaz. Eğer inanırsanız (şükrederseniz] sizden razı olur.
Allah, kulunun inkannda ona müdahele etmediğini, Kendi nzasının imandan yana olduğunu beyan etmek suretiyle, insanı tercihinde serbest bıraktığına işaret etmektedir. Demek ki inkann arkasında, insanın kendi iradesi ve tercihi yer almaktadır.

B) Kültür Mirası
Her toplumun kendine has bir kültürü vardır. Kültür meydana getiremeyen varlıklar, yaşama hakkına sahip değildirler. Din de kendisine âit bir kültür meydana getirir ve bununla hayat bulur. Ancak bu dinî kültür, din halini alıp ilahî iradeye dayanan kültürü ortadan kaldırarak inkar kültürü haline dönüşürse, ilahî kültüre karşı bir direnç meydana getirir. Nesilden nesile aktarılan inkar kültürü, insanların irade ve düşüncesini elinden almakta, nasıl ve neye inanacaklarını belirlemektedir. Bazan geçmişin sünneti, kimi insanlar için Tanrı sıfatına bürünebilir.
Böyle bir tanrı, hidayetin önünde en büyük engeli oluşturur:
 (Kendilerine hidayet geldiğinde, insanları iman etmekten ve Rabblerinden af istemekten alıkoyan, sadece ve sadece öncekilerin sünnetinin veya azabın kendilerine göz göre göre gelmelerini beklemeleridir). [Kehf/55]

Kültürün benimsenmesi genellikle taklitle olmaktadır. Eğer bu kültür, küfür kültürü ise, ferdî manada insanın manevî aleminde köklü değişimi temin edecek olan tevhid inancını kabule mani olacaktır. Bu tarz kötü sünnetin birçok ayette taklit olarak yerildiğini görmekteyiz. Mesela Bakara/170 ayeti bu manadadır:
Onlara Allah'ın indirdiğine uyun, denildiği zaman onlar, "Hayır! Atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız" dediler. Ya ataları akıllarını kullanmamış ve doğruyu bulamamış idiyseler?

Taklit, sorgulama melekesinin kaybolmasıdır. Geçmişin taklit edilmesi, onun zincirinden kurtulunamaması ve değer ölçülerinin sorgulanamaması, nesillerin gelişmesini, büyümesini ve zenginleşmesini önler, geleceklerini de cehenneme çevirir. Babalarından devraldıkları inanç ve bilgi yolunu sorgulamak, bir beyin işidir. Değişme ve gelişmeyi sağlayan, var olanı sorgulamaktır.

Ayet, aynı manaya gelen benzer ayetlerle beraber şu gerçeği seslendiriyor: Aklını kullanamayan, doğruyu bulamayan ve onu bilmeyen insanların yoluna uyulamaz ve onlar taklit edilemez. Aklın, bilginin ve doğrunun yer almadığı bir yol şeytanın yolu, götüreceği yer de cehennem ateşidir.
Lokman/21 'de, taklitçilerin şeytanın çağrısına uyduklarına, şeytanın da onları cehenneme götüreceğine işaret edilmektedir. İşte, geçmişin sünnetini aklını kullanıp da sorgulamayanlar, önce beyinlerini, sonra da anketlerini cehenneme çevirmektedirler. Sorgulanmayan bilgiler, sünnetler ve yollar, fitili ateşlenmiş dinamiti andırırlar. Tevhid inancını bir anda dinamitleyebilirler. Yüce Allah, geçmişin sünnetine uyan insanların, tevhid inancını nasıl engellediklerini Kehf/55'de açıklamaktadır. 

C) Dinlememek Ve Akletmemek:
Anlatılanları dinlemek, eğitim ve öğretimin başarısını temin eden yöntemlerden biridir. İnsanlar birbirlerini dinlerlerse kolayca anlaşabilirler. Zira dinlemek bir erdemdir. Kur'an-ı Kerîm, dinlememenin ve düşünmemenin nelere mal olduğunu anlatmakta ve bu durumun insanın küfre gidişinin ana sebebi olduğuna dikkat çekmektedir:
Fakat onların çoğu yüz çevirdi, artık dinlemiyorlar. Ve dediler ki: "Bizi, çağırdığın şeye karşı kalplerimiz kapalıdır. Kulaklarımızda da bir ağırlık vardır. Bizimle senin aranda bir perde bulunmaktadır". [Fussılet/45]

Ayetteki kalplerimiz kapalıdır ifadesi, düşünmemeyi, kulaklarımızda bir ağırlık vardır cümlesi de dinlememeyi ifade etmektedir. Dinlemeyen insan, düşünmek için malzeme bulamaz. Dinlememek, düşünmemek, yani aklını kullanmamak, gerçekle insan arasında bir perde oluşturmaktadır. Perde arkasında kalan insanların inkar psikolojisi kabarmakta ve onlar, şeytanın oyuncağı olmaktadırlar. İnkâr insanı cehenneme götürdüğü gibi, dinlememek ve aklını kullanmamak da, hem dünya hem de ahiret cehenneminin kendisi olmaktadır:
 (Şayet dinlemiş veya aklımızı kullanmış olsaydık, şimdi şu alevli cehennem halkından olmazdık). [Mülk/10]
Kendi fikirlerine taparcasına, beynini dış alemden saklayan, düşüncesini tanrılaştıran, başkalarına kulak vermeyen, aklını kullanmaktan kaçan ve korkan insanlar, kendi gönül ve kafalarını cehenneme çevirmektedirler. Onların ahiret hayatı da cehennem olacaktır. Şöyle bir formül oluşturmak mümkündür: Dinlememek ve akletmemek, inkara; inkar da cehenneme götürür.
…..
(Onların çoğu yüz çevirir ve dinlemezler). [Fussılet/4]
(Kulaklarımızda bir ağırlık vardır). [Fussılet/5]

Allah'ın gönderdiği hidayet kitabına kulak vermemek ve onu dinlememek, insanla Allah arasında bir perde oluşturmakta ve neticede inkara götürmektedir.
Bakara/6 ayeti, başka bir hususa daha dikkatlerimizi çekmektedir ki, o da şudur: Bu özelliklere sahip insanlara eğitim hiçbir fayda vermeyeceğinden, genelde insan hayatında, özelde ise eğitimde, emeğin boşa gitmemesi gerekir. Eğer eğitimci bir emek sarfedecekse, bu emeğinin karşılığı bir şekilde alınmalıdır. Eğer eğitimci, eğitim faaliyetindeki emeğinin karşılığı olmadığını hissetmişse, faydasız işten ve faydasız ilimden Allah'a sığınıp, kendini daha faydalı olabileceği başka bir faaliyete yönlendirmelidir.

D) Kalplerin Mühürlenmesi:
Şu ayette, Allah'ın inkarcılara uyguladığı psikolojik muamele ele alınmaktadır:

(Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Onların gözlerinde de bir perde vardır. Onlar için büyük bir azap vardır).
Bu ayet, Bakara/6 ayeti ile ilişkilendirildiğinde, şu gerçek ortaya çıkacaktır: Yüce Allah durup dururken kulunun kalbini ve kulaklarını mühürlemez. Bunu yaparsa, zalim olur ki, Allah bundan münezzehtir. Bu sebeple kalbin mühürlenmesi, yine kulun yaptıklarından kaynaklanmaktadır. Peygamberin uyarısına kulak asmayan, ilahî vahyi dinlemeyen ve nihayet Allah'a iman etmeyen insanın kalbi ve kulakları mühürlenmeyi haketmiştir. Konuyla ilgili ayetleri şu şekilde sıralayabiliriz:

1.  Mü'min/35'de Yüce Allah, kimlerin kalbini mühürlediğini şöyle ifade buyurmaktadır:
(Allah büyüklük taslayan her zorbanın kalbini işte böyle mühürler).
Demek ki, zorbalık ve kibir kalbin Allah tarafından mühürlenmesine neden olmaktadır.

2. İnsan kendi nefsini tanrı edinirse kalbi mühürlenir:
Hevasını tanrı edinen ve Allah'ın bir bilgiye dayanarak saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözüne perde çektiği kimseyi gördün mü?[Casiye/23]
Demek ki Allah, kendi benliğini tanrı edinip, kendi kendine tapan müşriğin kalbini mühürlemektedir.

3. Dinde yanlış fetva verip Allah'a iftira etmek, kalbin mühürlenmesine sebep olmaktadır:
(Yoksa onlar senin için 'Allah'a karşı yalan uydurdu mu' derler? Allah dilerse senin kalbini de mühürler). [Şura/24]

Kur'an'da, Allah'a iftira edenlerin kalplerinin mühürleneceğine işaret edilmektedir. Yanlış fetva verip Allah'a iftira edenlerin gönülleri, meşru olmayan bir faaliyet içindedir. Meşru olmayan işlerle uğraşan ticarethanelerin kapatıldığı gibi, meşru olmayan işlerle uğraşan gönül de -doğal olarak- kapatılır. Şura/24 ayeti, bu mühürlenişten peygamberin bile müstesna olmadığını vurgulamaktadır.

Aynı şekilde En'âm/93'de Allah'a iftira edenlerin, en zalim kişiler oldukları belirtilmektedir. Böylece zalimlerin kalbi, ilahî mühürlenmeyi haketmektedir.

4. Allah, haddi aşanların kalbini mühürlemektedir [Yunus/74]. Yalanlayıp iman etmeyenlerin haddi aştıklarını, bu yüzden de kalplerinin mühürlendiğini ifade eden bu ayet, mühürlenmenin, kulun iradesine göre gerçekleştiğini bildirmektedir.

5. Bilgisizlik kalbin mühürlenmesine sebep olmaktadır:
 (İşte, bilmeyenlerin kalplerini Allah böylece mühürler). [Rum/59]
Bilgi gönlün gıdası, cehalet ise karanlıktır. Cahil insanların kalbi açtır. Gönlün doymadığı yer doğal olarak ıssız kalacaktır. Issız olan yer de kilitlenir. Onun için, bilgisiz kalan gönüller zamanla mühürlenecektir. Demek ki eğitimin amacı, gönülleri açık tutmak ve onların mühürlenmesini engellemektir.

6. İnkar etmeleri sebebiyle, Yüce Allah insanların kalplerini mühürler
 (Tam aksine küfürleri sebebiyle, Allah o kalpler üzerine mühür vurmuştur). [Nisa/155]
Uyarıları dinlemeyecek kadar inkar psikolojisine saplanmış insanların kalpleri mühürlenmektedir.

İnkar, kibir, zorbalık, hevasını tanrı edinmek, dinde yanlış fetva vermek, haddi aşmak ve cehalet batağına saplanmak gibi davranışlar, kalbin Allah tarafından mühürlenmesine sebep olmaktadır. Yoksa, Allah kimsenin kalbini durup dururken mühürlemez.
Öyleyse hiç kimse "Allah benim kalbimi mühürlediği için inanmıyorum, hakikati anlamıyorum" diyemez. Bu iddianın batıllığı şu ayette vurgulanmaktadır:
Sözlerinden dönmeleri, Allah'ın ayetlerini inkar etmeleri, haksız yere peygamberleri öldürmeleri ve 'Kalplerimiz kılıflanmıştır' demeleri sebebiyle (gazaba uğradılar). Hayır, tam aksine küfürleri sebebiyle, Allah onların kalplerini mühürlemiştir. [Nisa/155]

"Kalplerimiz kılıflandığından doğruyu göremiyoruz" şeklinde bir mazeret geçerli değildir. Çünkü Allah, küfredenlerin kalbini mühürlemektedir. Önce kulun iradesi tecelli ediyor, sonra Allah'ın takdiri gerçekleşiyor.

Bakara/7'de geçen hateme, bir şeyi mühürlemek, sonuçlandırmak, yüz çevirmek, yüzük takmak, bir şeyi gizlemek, saklamak manalarını ifade etmektedir.
Hateme kavramının Kur'an'daki eş anlamlısı tabağa kelimesidir. Tabağa kalbin paslanması, kulaklarda bir ağırlık bulunması ve gözlerde bir perde olmasıdır.
Bakara/7'de Yüce Allah kulakları da mühürlediğini (hatemlediğini] söylemektedir. Gözden sonra en önemli algı organlarından birisi de kulaktır. Kulak, işitme organıdır. İşitme organı, insan beynine duyumlar taşır. Ancak, ayette mühürlenen duyu organı, fizikî anlamdaki kulak değildir. İnsanın algı akıdandır. Algı aktı, duyu organlarının birlikte görev yapması sonucunda ortaya çıkan anlama ve algılama yeteneğidir. Bu manada Yüce Allah bu anlama ve algılama yeteneğini mühürlemektedir.

Duymayan ya da dinlemeyen insanlar, Kur'an'da yaşayan ölüler olarak takdîm edilmektedir:
(Elbette sen ölülere duyuramazsın; arkalarını dönüp giderlerken sağırlara daveti işittiremezsin). [Rum/52]
Ölü ile diriyi birbirinden ayıran temel fark, insanın anlatılana kulak vermesi, dinlemesi ve değerlendirmesidir. Aksi manada, ölü ile dirinin birleştikleri nokta, dinlememek, çağrıya kulak vermemektir:
(Dirilerle ölüler bir olmaz. Şüphesiz Allah dilediğine işittirir, sen kabirlerdekine işittiremezsin). [Fâtır/22]
Hz. Muhammed bile ölülere duyuramazken, bazı insanlar ölülere duyurmaya çalışmaktadır.
İlahî mesaja kulak vermeyenler, ona alaka göstermeyenler ve onu dinleme zahmetinde bulunmayanlar, yaşasalar bile kabirdedirler. Onların beyni, gönlü ve nefsi kabre dönüşmüştür. Dışarıdan ne kadar bağırılırsa bağırılsın, kabirdeki ölüye işittirilemez.
Bu durumu şu şekilde genelleyebiliriz: Hayat dinlemek, kulak vermek ve beyne giden kanalları açık tutmaktır. Bunu beceremeyenler mezardaki ölü gibidirler. Böylece Allah, Hz. Peygamber'e kimleri eğitemeyeceğini bildirmektedir.

Kur'an, dinlemekle  akletmeye aynı değeri vermektedir.
Keşke dinleseydik, ya da akletseydik, şu alevli cehennemin halkı arasında bulunmazdık. [Mülk/10]

Ayetin ince bir analizi yapıldığında, dinleme ile akletmenin aynı ayarda olduğu görülecektir. Demek ki, dinlemeyen insanlar cehenneme gidecek ölülerdir. Gerçeğe kulak vermemek insanı cehenneme götürür.

Kalbin mühürlenmesine neden olan şeyler, kulakların mühürlenmesi için de geçerlidir:
(Onların gözlerine de perde çekilmiştir). [Bakara/7]
Bakara/7’de kalp ve kulağın mühürlendiği, gözlere ise perde çekildiği ifade edilmektedir. Gözlere perde çekmekle, mühürlemenin aynı manaya geldiği söylenebilir.

Heva ve heveslerini tanrı edinen ve Allah'ın bir bilgiye dayalı olarak saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözüne bir perde çektiği kimseyi gördün mü? [Casiye/23]

Baktığı halde görememek, gözün perdeli olduğunu ifade eder:
(Onları doğru yola çağırmış olsanız işitmezler. Onları sana bakar görürsün, oysa onlar görmezler). [A'raf/198]
Ayette 'bakma' ile 'görme' aynlmaktadır. Manen gözleri perdeli olanlar, bakarlar da göremezler. Kendilerini İslâm'a davet eden Hz. Peygamber'e baktıkları halde -davetini kabul etmediklerinden dolayı- onu görmemektedirler. Gözün perdeli olması, ilgi göstermemek, alaka duymamak, söylenene tepki göstermek ve anlamamak manalarını ifade eder.
Meseleleri derinlemesine görmek ve onların özüne inmek dediğimiz basiret, gönül gözünün işidir. Sorunların çözümü için kafa yormak ve onlar üzerinde düşünmek gibi önemli beyin jimnastiğini yapamayanlar, basiret sahibi olamazlar. Demek ki basîret sahibi olmanın yolu, düşünmekten geçmektedir. İçinde kopan fırtınaların üzerinde düşünüp, o fırtınaların Rahmani mi, şeytanî mi olduğunu anlayan insan basîret sahibidir. [A'raf/201]
….
İnkar eden, uyarıdan anlamayan ve iman etmeyen insanların gönül ve kulakları mühürlenmekte, gözlerine perde çekilmekte ve onlara büyük bir azap hazırlanmaktadır. Böylece Bakara/7'deki Onlar için büyük bir azap vardır ifadesi, bu psikolojik tavır ve davranışların hangi karşılığı hakettiğini göstermektedir. İmansızlık, uyandan etkilenmemek, kalbini ve kulaklarını gerçeğe karşı kapamak, gönül gözüne perde çekmek, insanın azabı olmaktadır. Demek ki, insan kendi azabını kendi elleriyle oluşturmaktadır.

Ali Küçük tefsiri:
Kitap kendilerine ha ulaşmış ha ulaşmamış, Kur’an diye bir kitap evlerinde ha var ha yok, yeryüzüne böyle bir kitap ha gelmiş ha gelmemiş fark etmez yaşayanlar, kitaplarına karşı nötr davrananlar, ilgisiz ve kayıtsız yaşayanlar, kitaplarından habersiz hayat programı yapanlar. Kitabın kendilerini uyarmasıyla uyarmaması müsavi olanlar.



Bu konuya münâsip kitabımızdan bir örnek verelim: Şuarâ sûresinde Hûd Aleyhisselâm’ın kavmi Âd toplumu elçilerinin kendilerine sunduğu mesaj karşısında şöyle söylüyorlardı:

"Onlar dediler ki sen öğüt versen de vaaz edenlerden olmasan da bizce müsavidir." (Şuarâ: 136)
Yâni; “Ey Hûd! İster vaaz et, ister vaaz etme! İster anlat, ister anlatma! İster uyar, ister uyarma! Bizim için fark etmez; çünkü biz, kesinlikle seni dinlemeyecek ve sana inanmayacağız” diyorlardı. Yâni peygamberlerinin vaazının, uyarısının varlığıyla yokluğunu müsavi kabul ediyorlardı. Peygamberin varlığıyla yokluğu müsaviydi onlar için. Kitabın varlığıyla yokluğu müsaviydi onlar için. Kitap ha var, ha yok, fark etmezdi. Peygamber kendilerini ha uyarmış, ha uyarmamış, kendilerine kitap ha bir şeyler demiş, ha dememiş fark etmezdi onlar için.

Buna göre kitap karşısında insanların ikinci bir grubunun varlığını anlıyoruz buradan. Ama bunu demeden önce burada bir yanlışımızı söyleyelim: Maalesef müslümanların şöyle bir yanlışı olmuş: Sanki Kur’an’da anlatılan mü'min, muttaki, muvahhid, sabırlı, mücahid, cihad edici, namaz kılıcı insanlar sanki biziz. Garanti biziz. Bunlardan söz ederken Kur’an garanti bizi anlatıyor. İyi özelliklerin hep bize ait olduğunu, kötü sıfatların, istenmeyen özelliklerin de hep başkalarına ait olduğunu düşünmüşüz.

Halbuki yıllar yılı şunu da öğretmişlerdi müslümanlara. Şunu da öğrenmişti müslümanlar: Cennetlik olmayı kim garanti görürse dinden çıkar. Kimse kendisinin kesin cennetlik olduğunu iddia edemez. Bu konuda kimse mutmain olamaz. E, sen nereden bildin onun sen olduğunu? Nereden bildin kesinlikle oraya lâyık olduğunu? Dememiz gerektiğini biliyoruz. Bunu da bildiğimiz halde yine de Kur’an’da anlatılan her güzel sıfatın sahibinin kendimiz olduğunu zannetmişiz. Ondan sonra da Kur’an’da nerede kâfir, putperest, fâsık, fâcir, münâfık, müşrik anlatıldı mı da hep başkaları zannedilmiş, hep karşıdakiler zannedilmiş, hep başkalarının üzerine atılmış. Oysa, acaba bu anlatılanlar ben miyim ki? Bu sıfatlar bende mi ki acaba? Acaba bu âyet beni mi anlatıyor ki?  Demek zorundaydık. Bunu da biliyorduk.
Çünkü Hz. Ömer Efendimiz de Aşere-i Mübeşşere’den olduğu halde: “Acaba burada anlatılan münâfık ben miyim?” diyor ve uykularını kaybediyordu. Acaba Rasulullah’ın haber verdiği münâfıkların içinde ben de var mıyım? Diye, için için muhasebesini yapıyordu. Elbette bir insan olarak, bir mü'min olarak öyle düşünecekti ve zorlanacaktı, zorlayacaktı kendini.



Şimdi bu mânâda kendimize bir bakalım: Kur’an karşısında, kendisine Kur’an arzedilince, Kur’an’la karşı karşıya gelince, Kur’an’ın uyarısı kendisine ulaşınca bu uyarıya karşı iki grup insan varmış. Bu uyarıya karşı takınılan iki insan tavrı varmış:
1- Bir Muttakiler. Yâni Kur’an’la uyarılanlar. Kuran’ın uyarısı karşısında uyarılanlar. Kur’an’ın uyarısına müspet tepki verenler. Kur’an’ın uyarısıyla etkilenenler. Kur’an’la yol bulanlar, yollarını Kur’an’la bulanlar.
2- İkinci grup insan ise, kendilerine Kur’an arzedilince, Kur’an’la karşı karşıya gelince, Kur’an’ı duydukları zaman, Kur’an karşısında ikinci grup insan da:

"Küfredenlere (hakkı örtbas edenlere) gelince uyarsan da uyarmasan da müsavidir onlar için. Onlar iman etmezler."
Bu ikinci grup insan, Kur’an ha var, ha yok fark etmez olanlar. Kur’an’ın uyarısı karşısında nötr davrananlar. Kur’an’la diyalog kurma gereği duymayan, onu anlama, tanıma, onunla yol bulma, onun rehberliğinde, onun yol göstericiliğinde bir hayat yaşama lüzumu duymayan, Kur’an’sız yaşayan insanlar. Kitaplarından habersiz yaşayan insanlar.
…..
Eğer iman boyutunda denk değil de amel boyutunda denkse bu iş, o zaman Ankebût sûresi imdadımıza yetişiyor ve diyor ki: Sakın ha aldanmayın! Şeytan sizi Allah’la aldatır bazen! Allah sanki sizi müslüman kabul etti zannettirir. Çünkü Allah  buyurur ki:
"İnsanlar öyle mi zannediyorlar ki sadece iman ettik demeleriyle bırakılacaklar da imtihana çekilmeyecek-ler?" (Ankebût: 2)
Öyle mi hesap ediyorlar? Öyle mi umuyorlar ki, onlar sadece dilleriyle “amenna”! deyiverecekler, inandık deyiverecekler de salınıverecekler, öyle mi? Sadece biz inandık demeleri kâfi gelecek öyle mi? Hesaplarını, kitaplarını buna göre mi yapıyorlar? Böyle mi zannediyorlar? diyordu.
Öyleyse kişi, Kur’an’ın bir konudaki uyarısına iman ettim dese de, sonra o konuda Allah imkân verip de imtihan edince, deneyince sanki kâfirler gibi o konuda herhangi bir uyarı yokmuş gibi davranıyorsa, Kur’an’dan habersiz yaşıyorsa, ya da kitabının o âyetinden haberi yok gibi davranıyorsa, o zaman kesinlikle o da onlardan olacaktır, Allah  korusun.

Peki o zaman, küfrü ikiye mi ayırdık?
1- Hani şu Ebu Cehil gibi cehennemi boylayacak olan kâfirin küfrü. Küfr-i inâdî. Eh bakıyoruz ki adam bazen müslüman gibi söz ediyor, mü'min gibi söz söylüyor. Ben de inanmışım, ben de müslümanım diyor. Dahası bir adım daha öte atıyoruz ve şeytana bakıyoruz. Şeytanın bizzat Allah’a inandığını, Allah’tan korktuğunu veya âhirete iman ettiğini görüyoruz. Kur’an’da bu mânâda sözlerini görüyoruz şeytanın. Ama sadece iddiadan ve sözden ibaret bir imana Allah asla iman demiyor.
……
Meselâ diyor ki adam: Ben Kur’an’ın okunması gerektiğine, Kur’an’ın yaşanması gerektiğine inanıyorum! Peki kim okuyacak? Kim yaşayacak? Birileri yaşasın efendim, boş kalmasın. Böyle bir iman, iman değildir.
Ben müslümanların cihad etmesine inanıyorum. Ben müslümanların örtünmesi gerektiğine inanıyorum. Ben Kuran’ın anlatılma-sı gerektiğine inanıyorum. Peki kim yapacak bunları? Birileri yapsın efendim! Bizden söylemesi, biz bunun edebiyatına görevliyiz, birileri de yapsın, yaşasın. Böyle bir iman lüks bir imandır.
Dönelim, hicri ikinci asra kadar yaşayan mü'minler Peygamber ne demişse Allah’tan, aynen kabul ettiler, aynen iman ettiler, ama bu imanlarını sadece söz planında bırakmadılar, hemen bu imanlarını amele dönüştürdüler ve toplum birden bire değişiverdi. Peki ya şimdi? Şimdi neden, müslümanlar hem Kur’an okuyorlar, hem öğreniyorlar, hem iman ediyorlar, hem imanları artıyor da neden bu toplum değişmiyor? Galiba inzar kendi hayatlarında uyarıcı özelliğini kaybettiği için.
Biraz sivri bir iş, güç bir durum çıktı karşımıza. Ama ne yapayım öyle olmasa da bu insanlar hepten müslümanlar işte. Herkes müslüman bu toplumda. Herkes kendini böyle iyi müslüman kabul ederken okuyun, anlayın, kavrayın diyerek ne kazandıracağız biz bu insanlara?
…..
…..
Kalplerini düşünüp değerlendirmek için, muhakeme ve münakaşa ederek bir kanaate varabilmek için Kur’an’a açmayan insanlar. Yahu ne diyor? Nedir bu Kur’an? Neden bahsediyor Bakara? Ne anlatıyor Âl-i İmrân? Bir kere okuyalım da bir karar verelim diye merak edip onunla pratik bir diyaloga girmeyen insanlar. Kur’an diye bir kitap var mı, yok mu? Fark etmez yaşayan insanlar. İşte uyarının fayda vermeyeceği insanlar bunlardır.
Sanki gözlerini yeryüzündeki milyonlarca Allah’ın meşhût âyetlerine kapamış, kulaklarının şu elimdeki metluv âyetleri duymasına müsaade etmeyen, kalplerinin düşünmesine, muhakeme ve münâkaşa etmesine izin vermeyen insanlardır burada anlatılanlar.
Bir bakıma bu ve benzeri âyetler, toplum karşısında Peygamberin konumunu belirleyen âyetlerdir.
1- Birincisi; Kur’an’a karşı, Kur’an’ın uyarısına karşı böyle bir tavır takınan insanlar karşısında Peygamber üzülmemeli, ümitlerini yitirmemelidir. Kendilerini Allah mesajıyla uyaran, kendilerine Allah âyetlerini duyuran bir peygamber karşısında böyle vurdumduymaz, böyle kör ve sağır insanlar da olabilecektir.
2- İkincisi; Peygamber bu tür çorak arazilerle uğraşmak yerine mesaisini daha mümbit arazilere aktarmasını bilmelidir. Peygambere ve onun yolunun yolcusu biz müslümanlara bu gerçeğin uyarısında bulunan âyetlerdir bu âyetler. Ama şurası unutulmamalıdır ki, bu uyarılanlar açısından böyledir. Uyaranlar açısından böyle değildir. Yâni şöyle bir sonuca gitmemiz caiz değildir: Efendim madem ki uyarsak da, uyarmasak da fark etmezmiş. Uyarsak da, uyarmasak da müsaviymiş. Madem ki bu insanlar iman etmeyeceklermiş. Madem ki uyar-ma ve uyarmama konusunda muhayyer bırakılmışız. Öyleyse biz de bırakıverelim! Biz de uyarmayalım onları! Bırakıverelim bu işi diyeme-yiz. Çünkü uyarılanlar açısından böyledir, ama uyaranlar açısından böyle değildir bu. Bakın dikkat ederseniz burada:
 “Peygamberim, senin için müsavidir” denmemiş. Peygamberim, sen onları uyarsan da uyarmasan da senin için fark etmez! Onları ister uyar, ister uyarma! Senin için müsâvidir! denseydi o zaman bu konuda Rasûlullah Efendimiz uyarıp uyarmama konusunda serbest olacaktı. Tabi onun şahsında bizler de bu konuda serbest olacaktık. Yâni gerek Allah’ın Rasûlü, gerekse onu yolunun yolcusu olan bizler dilediklerimizi uyaracak, dilemediklerimizi de uyarmaktan vazgeçecebilecektir. Bu iş bizim arzumuza bırakılmış olacaktı. Ama bakın öyle denmiyor da:
 “Onlar için müsâvidir” denmiş. Yâni peygamberim uyarsan da, uyarmasan da senin için fark etmez denmemiş de, onlar için fark etmez denmiş. O halde sen uyaracaksın Peygamberim! Sen onları uyarmak zorundasın! Bu, meselenin sana yönelik veçhesidir. Ama bu işin bir de uyarılanlara yönelik yönü vardır. O da: Sen uyarsan da, uyarmasan da fark etmeyecek insanlar da olabilecektir.

Öyleyse biz uyaracağız insanları, uyarmak zorundayız. Bu işin bize yönelik veçhesi. Bir de bu uyarı işinin uyarılanlara yönelik veçhesi vardır ki kimileri bu uyarıya müspet cevap vermeyecektir. Ama bu bizim problemimiz değildir. Biz her hal ü kârda insanları uyarmak, insanlara Allah’ın kitabının uyarısını ulaştırmak zorundayız. Çünkü kim uyarılacak, kim uyarılmayacak? Kim uyarıya müspet tavır takınacak, kim vurdumduymaz davranacak? Kim adam olacak kim olmayacak? bunu bilmiyoruz. Bu konuda şunlar şunlar iman edecek, ama bunlar bunlar iman etmeyecek, şunlar şunlar uyarılacak, uyarıyı kabul edecek, ama bunlar bunlar etmeyecek, diye elimizde bir liste yoktur. Onun için bunu kendimize problem edinmeden herkesi uyarmak zorundayız.
Peki niçin iman etmezmiş bunlar? Niçin uyarıya karşı nötr davranırmış bunlar? Uyarının varlığıyla yokluğu niçin müsaviymiş bunlar için? Bakın bunların iman etmeyiş sebebini Rabbimiz bundan sonraki âyetinde şöyle anlatıyor:

7: ”Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinin önünde de perdeler vardır. Ve onlar için büyük bir azap vardır."
Allah onların kalplerini mühürlemiştir. Mühürleyecek de olabilir mânâ. Çünkü yarın olacak şeyler olmuş gibi kesin kesin anlatılır Kur’an-ı Kerîm’de. Kur’an’ın anlatımı budur.
Allah onların kalplerini mühürler. Kulaklarına mühür basar. Duyma ve dinleme özelliklerini de alıverir. Gözlerinin önüne de görmelerine engel bir perde çekiverir. Duymaz, duygulanmaz, anlamaz, işitmez bir hale getiriverir onları Allah.
" Gözleri üzerinde de perde vardır."
" Önlerinde de mutlak bir azap onları bekliyor."
Yâni kalpleri mühürlenir, dinleme, anlama istidatları alınıverir. Gözleri vardır, görürler ama sanki görmezler. Kulakları vardır, duyarlar ama sanki işitmezler. Kalpleri vardır, ama sanki bir şey duyup anlamazlar. Tıpkı hayvanlar gibidir onlar.

"Onların kalpleri vardır onunla anlamazlar. Gözleri vardır onunla görmezler. Kulakları vardır onunla işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibidir. Hattâ hayvanlardan daha da şaşkındırlar." (A'raf: 179)
Gaybî konulara tüm kapıları, pencereleri kapanmıştır onların. Mü'minlerin ruhlarına açık olan tüm pencereler bunlar için kapalıdır. Çünkü onlar hidâyetle, hidâyet kaynağı olan Kur’an’la ilgilenmemiş-lerdir. Hidâyet kaynağı olan Kur’an’a karşı nötr davranmışlardır. Karanlıkta kalmayı tercih etmişler, düğmeye basma gereği duymamışlardır. Acaba şimdi kalbin mühürlenmesini nasıl anlayacağız? Allah’ın Rasûlü:
"Günahlar insan kalbini bir kılıf gibi öyle bir sarar ki, sonunda o kişi artık bir şey duymaz oluverir."
Buyurur. İşte kalbin mühürlenmesinin mânâsı budur. Rabbimiz Mutaffifin sûresinde bu hususu şöyle anlatır:
"Hayır hayır! Doğrusu onların kazandıkları günahlar kalplerinin üzerine pas bağlamıştır." (Mutaffifin: 14)

İşte böyle kalp günahlarla, işledikleri nanelerle örtülünce, Allah da onun üzerine mührünü basıverir. Bir kabın üzerine mühür vurulmuşsa, artık o kabın içine ulaşmak ancak o mührü, o damgayı çıkarmaya, kırmaya bağlıdır. Bu kalbe iman, ancak o zaman girebilir. Peki acaba bu işin Allah’a izâfesini nasıl anlayacağız. Yâni eğer bu kâfirlerin kalplerini Allah mühürlediği için bunlar kâfir olmuşlarsa, o zaman suçu ne bunların? Acaba bir cebir söz konusu değil midir yâni burada? gibi bir soru hatırımıza gelmiştir. Halbuki Gâf sûresinde Rabbimiz bakın şöyle buyurur:
" Ben kullarıma zulmedici değilim” (Gâf: 29)
 Yine A'râf sûresinde bir başka âyet-i kerîmesinde de şöyle buyurmaktadır Rabbimiz:
"De ki Allah  kötülükleri emretmez " (A'râf: 28)
Bütün bu âyetlerle bunu nasıl telif edeceğiz? Âyetlerden ve hadislerden anladığıma göre Allah herkese bir kalp vermiş ve bir de her insan kalbi için bir kilit yaratmış, bir  kilit vermiştir. Bu kalbin kilitleyici, mühürleyici veya açıcı anahtarı Allah’tandır. Ama bu kilidin, bu mühürün Allah’tan oluşu bir cebir anlamına gelmemektedir. İnsanlar kendi öz iradeleri, hür iradeleriyle ya bu kilidin kapatılmasını Allah’a arzederler, Allah da kapatır onu. Ya da açılmasını isterler Allah’tan, Allah da açıverir onu.
Yâni kul bizzat kendi özgür iradesiyle mü’min iken kâfir olmayı tercih ederek Allah’a şöyle der: Ya Rabbi, ben bu kalbimin kapanmasını istiyorum. Ben artık bu kalbimi kullanmak istemiyorum. Ben bu kalbimle artık ne seni, ne senin peygamberini, ne de senin âyetlerini duymak istemiyorum. Benim tercihim budur. Ben kalbimdeki kilidin kapanmasını istiyorum, diyerek kapattırır onu. Kalplerin kilidinin açıcısı ve kapatıcısı olan Allah, bu konuda tek yetkili olan Allah da onun bu tercihini onaylayarak kapatıverir onun kalbini. Aksi de geçerlidir tabii. Bir Ömer gelir, kırk yıllık bir kalp kapalılığı tercihinden vazgeçerek: “Aman ya Rabbi! Ben ne kötü bir tercihte bulunmuşum? Ben önceki tercihimden vazgeçip bu kalbimin açılmasını istiyorum! Ben müslüman olmak istiyorum!” der ve onun bu yeni tercihini onaylayan Rabbimiz de onun için kalbini açıverir.
O halde isteyen kuldur, ama açan ve kapatan da din sahibi olan Allah’tır her zaman. Demek ki bu açma ve kapatma işinde yine de insana irade vermiştir Allah. Yâni tekrar müracaat hakkınız vardır demiştir Rabbimiz.
Yâni insan kâfirken kalbi mühürlüyken, kapalıyken Allah’a tekrar müracaat edip açtırabilir kalbini ve müslüman olabilir. Müslümanken de müracaat edip kapattırabilir mürtet olabilir. Bu durumda kalbini açıkken kapattıran ve mürted olan bu adama ne yapılır? Eğer bu kişi yakalanmışsa öldürülür zaten. Ama yakalanmamışsa, kaçıp kurtulmuş veya insanlardan gizlemişse bunu kişi, o zaman  oyuncak  oynar gibi aç kapat, aç kapat olmaz. Yâni kâfir oldu, müslüman oldu, kâfir oldu, müslüman oldu, artık bir daha kâfir olursa, o zaman da Rabbi-mizin şu âyeti gündeme gelecektir:
"Onlar ki iman ettiler. Sonra küfrettiler. Sonra iman ettiler, sonra küfrettiler. Artık Allah onları mağfiret edecek değildir." (Nisâ: 137)
Yâni adam önce inandı, sonra inkâr etti. Sonra tekrar inandı, tekrar inkâr etti. Kalbini açtırdı, sonra kapattırdı. Sonra tekrar bir daha açtırdı, sonra tekrar kapattırdı. Artık bu dinle alay, Allah’la alay anlamına geliyor ki, Allah sonunda onun tevbesini kabul etmiyor.
Buna göre bu özeti sunulan küfrün temel felsefesi neymiş? Vahye karşı ilgisiz kalmak, kitaba karşı kayıtsız kalmakmış. Yâni Allah’ın insan hayatına karışmasına nötr davranmakmış. Kitapla ilgi kur-madan yaşamakmış. Çünkü kitap neydi? Kitap; kitâbe, yazgı demekti. Yâni insan yazgısının habercisi. Allah’ın insan hayatına karışmasının habercisi. Yâni insanın hayat programıydı kitap. İnsanın alın yazısının değişmez kitâbesiydi kitap. İşte bu kitap karşısında, bu kitabın uyarısı karşısında anlıyoruz ki; insanlar ikiye ayrılıyorlar. Kitap karşısında ama. Değilse benim o kitaptan anlayışım karşısında değil tabii. Bunu biraz daha düzgün bir şekilde söyleyelim inşallah: Benim bu kitaptan anlayışımı birisi reddetti mi beni reddetmiş olur, bu kitabı değil. Delilim ne bu konuda?
Rasulullah Efendimizle Hz. Ali Efendimiz giderlerken bir adam uykudadır. Onun uyandırılmasını emreder Allah’ın Rasûlü. Buyurur ki; “Kaldırın! Namazını kılsın!” Hz. Ali Efendimiz onu uyandırdıktan sonra der ki: “Ey Allah’ın Rasûlü, onu siz uyandırsaydınız olmaz mıydı? Zira o kişi mekân olarak size bizden daha yakındı” Bunun üzerine Ra-sûlullah buyurur ki; “O adam eğer uyku sersemliğiyle bana kafa tut-saydı dinden çıkardı. Ama sana kafa tutunca sen, sensin, dinden çık-maz!” Yâni bir peygamberin uyarısına değil, senin uyarına kafa tutuyor demektir buyurmuştur.



Böyle olunca biz birilerine din anlattıktan sonra onlar bunu reddettiler mi hemen onlara kâfir damgası vurmayalım. Bizim anlayışımızı reddediyorlar diyelim. Ama o kişi ben dinimi Kur’an’a dayandırmam! Ben Kur’an’a güvenmem! Ben hayat programımı Kur’an’dan almam! Ben Peygamberi örnek almam! Şeklinde bir reddin içine giriyorsa, yâni dinin aslını ve sistematiğini reddediyorsa o zaman o kesin kâfirdir. Ama benim bu âyetten anladığım budur! diyorsam ve adam da bunu reddediyorsa, ona da hemen kâfir damgasını vurmayalım. Çünkü o, İslâm’ı, Kur’an’ı değil de, benim ondan anladığımı reddetmiştir.
Demek ki Kur’an karşısında insanları ikiye ayırdık:
Olanlar. Yâni kitapla yol bulanlar, kitabın yol gösterisine tabi olan mü'minler. Sürekli kitapla beraber olup hayatlarını onunla düzenleyen muttakiler. Yâni yaptıklarını ve yapmadıklarını kitaptan delillendirerek kitap rehberliğinde yürüyenler. Eylemlerini, düşüncelerini, bakışlarını, inançlarını kitapla özdeşleştirenler. Ben bunu kitabın şu âyetine göre yaptım! Bunu peygamberimin şu hadisine göre terk ettim diyebilenler. Vahyi tanıyanlar ve o vahiy eşliğinde hayatlarını yaşayanlar.
Olanlar. Kitabın uyarısının varlığıyla yokluğu kendileri için müsâvi olanlar. Kitap kendilerini ha uyarmış, ha uyarmamış fark etmez yaşayanlar. Kur’an diye bir kitap var mı, yok mu? Bundan habersiz yaşa-yanlar. Kitap ayrı bir vadide, kendileri ayrı bir vadide yaşayanlar.
Evet buraya kadar kitap karşısında, vahiy karşısında bu iki tavrı, bu iki insan tipini, vahiyle yolunu bulan mü’minleri ve vahiyden habersiz yaşayan kâfirleri anlattıktan sonra bakın Rabbimiz bunlardan farklı bir grup insanı daha tanıtacak:

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder