Prof. Seyid Kutub tefsiri:
Bu tablo, o günlerin Medine'sinde canlı bir realite olarak gerçekten vardı. Fakat zaman ve mekân sınırlarını aşınca; bu tablonun, insanlığın bütün kuşakları boyunca tekrarlanan, yeniden yaşanan bir örnek olduğunu görürüz. Bu tür münafıklara toplumların üst tabakasını oluşturan kesiminde rastlanır. Bunlar hakk karşısında ne onu açıkça kabul edecek cesareti ve ne de onu açıktan açığa inkar edecek cüreti gösterebilirler. Bunlar aynı zamanda kendilerini halk kitlelerinden üstün görürler ve her şeyi onlardan daha iyi bildiklerine inanırlar. Bundan dolayı biz bu ayetleri belirli bölge ve zaman sınırlamasından soyutlayarak algılama eğilimindeyiz. Onları her kuşaktan münafıklara ve insan nefsinin her kuşakta değişmez kalan özüne dönük olarak yorumlayacağız.
İnsanların bu kesimini oluşturan kimseler Allah'a ve Ahiret gününe inandıklarını ileri sürerler, ama aslında bu dediklerine inanmış değillerdir. Onlar inkârcı olduklarını söylemeye ve "müminlere karşı gerçekten ne düşündüklerini açıkça ortaya koymaya cesaret edemeyen ikiyüzlü münafıklardır.
Onlar kendilerini sıradan halk kitlelerini aldatabilen zeki, hatta dahi kimseler sanırlar. Oysa Kur'anı Kerim onların bu eylemlerinin mahiyetini tanımlıyor. Bu tanıma göre onlar müminleri değil, doğrudan doğruya Allah'ı aldatıyor, daha doğrusu aldatmaya yelteniyorlar.
Bu ve buna benzer ayetlerde önemli bir gerçekle, yüce Allah'ın onurlandırıcı büyük bir iltifatı ile karşılaşırız. Kur'anı Kerim'in sürekli biçimde vurguladığı, gözler önüne serdiği bu önemli gerçek; yüce Allah ile müminler arasında sıkı bir ilişki olduğu realitesidir. Bu realitenin ifadesi olarak yüce Allah müminlerin safını kendi safı, müminlerin işlerini kendi işi ve müminlerin durumunu kendi durumu sayıyor. Onları kendi zatına ekliyor, himayesi altına alıyor, düşmanlarını kendi düşmanı biliyor ve onlara yöneltilmiş olan hile ve tuzakları kendine dönük kabul ediyor.
Bu, yüce ve onur bağışlayıcı bir iltifattır. Müminlerin statülerini ve gerçek mahiyetlerini en yüksek düzeye yükselten, bu evrende iman realitesinden daha büyük ve daha onurlu bir realite olmadığını düşündüren bir iltifat... Ayrıca müminin kalbini sınırsız bir güvenle dolduran bir iltifat. Sebebine gelince mümin, bu ayetleri okurken yüce Allah'ın, onun problemini kendi problemi, onun kavgasını kendi kavgası, onun düşmanını kendi düşmanı saydığını, onu kendi safına aldığını ve kendi yakınına yücelttiğini görür. Bu durumda olan bir mümin için, düşmanların hileleri, aldatmaları, baskı ve eziyetlerinin ne anlamı olabilir, ne değer ifade edebilir ki!..
…….
Bu gerçek, bir yandan müminler tarafından değerlendirilip onların hiçbir hilekârın hilesini, hiçbir sahtekârın aldatmacasını ve hiçbir zorbanın eziyetini umursamadan, güvenle ve sebatla, yollarına devam etmelerini sağlayıcı bir nitelik taşırken öte yandan müminlerin düşmanları tarafından da değerlendirilip korkmalarına, ürkmelerine, kimle savaştıklarını öğrenmelerine ve müminlere sataşınca kimin sillesini yemeyi hak edeceklerini anlamalarına yolaçacak bir ağırlık taşır.
"Oysa sadece kendilerini aldatıyorlar, ama bunun farkında değildirler."
Onlar öyle ağır bir gaflet, bir sarhoşluk içindedirler ki, farkında olmadan sadece kendilerini aldatıyorlar. Çünkü yüce Allah onların aldatma girişimlerini biliyor. Bunun yanında müminler de yüce Allah'ın himayesi altında oldukları için O, onları bu aşağılık aldatma girişimi karşısında koruyor. Fakat o hilebazlar gaflet içinde yüzdükleri için kendi kendilerini aldatıyorlar, kendi kendilerine oyun oynuyorlar. Kendilerini aldatıyorlar; çünkü bu iki yüzlülükle kazançlı çıktıklarını, istedikleri kârı elde ettiklerini ve müminler arasında kâfirliklerini açıklamanın sakıncalarından korunduklarını sanıyorlar. Bunun yanında içlerinde kâfirlik gizlerken dışarda takındıkları münafıklık çehresi yüzünden kendilerini tehlikeye atmış, kendilerini kötü bir sonuca mahkûm etmiş oluyorlar. Fakat acaba münafıklar neden böyle çirkin bir yola başvuruyor, niçin böylesine bir hile yapmaya girişiyorlar? Sorunun cevabını yüce Allah veriyor:
"Onların kalplerinde hastalık vardır."
Yani karakterleri bozuktur, hasta ruhludurlar. Açık ve dosdoğru yoldan sapmalarına ve bu yüzden yüce Allah'ın bu anormalliklerini daha da arttırmasını hak etmelerine tek sebep ruhlarının hasta oluşudur.
"Allah da bu hastalıklarını arttırmıştır."
Sebebine gelince; hastalık, başka bir hastalık doğurur. Sapıklık, işin başında basit, önemsiz görünür. Fakat yanlışa doğru atılan her adım sonunda doğru çizgi ile aradaki açı genişler, böylece sapma büyür. Bu değişmez bir kanundur. Bütün nesnelerde, bütün şartlarda, bütün duygu ve davranışlarda geçerli olan ilâhî bir kanun.
Bu duruma göre onlar belli bir akıbete, yüce Allah'ı ve müminleri aldatmaya girişenlerin hak ettikleri kaçınılmaz akıbete doğru doludizgin ilerlemektedirler. Bu akıbet şudur:
"Bu yalancılıkları yüzünden onları acı bir azap beklemektedir"
Bu münafıkların, özellikle Hicret olayının başlarında kavimleri arasında sosyal mevkii, otoritesi, liderliği olan Abdullah b. Ubeyy b. Selul gibi ileri gelenlerin bir başka sıfatı daha var. Bu sıfat, toplumda yolaçtıkları bozgunculuğu ısrarla savunma ve yaptıklarının cezasını görmemenin verdiği şımarıklıkla tutumlarının doğru olduğunu inatla ileri sürme sıfatıdır. Yüce Allah onların bu niteliğini bize şöyle tanıtıyor:
"Onlara "yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayın" denildiği zaman "Biz yapıcı, düzeltici kimseleriz" derler. İyi bilesiniz ki, onlar bozguncuların ta kendileridirler, fakat bunun farkında değildirler."
Yani, bunlar sadece yalancılık ve aldatma ile yetinmiyorlar, bu kötü sıfatlarına küstahlığı ve kör inadı da ekliyorlar. Bunun sonucu olarak kendilerine "Yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayın" denilince bozguncu olmadıklarını söylemekle yetinmiyorlar, "Biz yapıcı, düzeltici kimseleriz" demekle daha da ileri giderek işi şımarıklığa ve yaptıklarını haklı göstermeye dökmektedirler
En iğrenç bozgunculuğu yaptıkları halde kendilerinin yapıcı ve düzeltici olduklarını ileri sürenlerin sayısı her devirde çoktur. Bunlar böyle derler, çünkü ellerindeki değer ölçüleri, kriterler bozuktur. Çünkü insanın vicdanındaki ihlâs ve sırf Allah'ı amaç bilme ölçüsü bozulunca diğer ölçülerinin ve değer yargılarının da bozulması kaçınılmaz olur. Başka bir deyimle yüce Allah'a ihlâsla bağlı olmayanların, kalplerinde böylesine kesin inanç barındırmayanların bozguncu davranışlarının farkına varmaları imkânsızdır. Sebebine gelince; böylelerinin vicdanlarındaki iyilikkötülük, yapıcılık ve bozgunculuk ölçüleri kişisel arzu ve ihtiraslarına göre sık sık değişir, hiçbir zaman ilâhî bir kaidenin üzerine oturamaz.
İşte bundan dolayı şu gerçekçi tanım ve kesin akibet bildirimi ile karşı karşıya geliyorlar:
"İyi bilesiniz ki, onlar bozguncuların ta kendileridirler, fakat bunun farkında değildirler"
Onların diğer bir özellikleri de halk kitleleri karşısında büyüklük taslamaları, kendilerini üstün görmeye kalkışmalarıdır. Onlar bu yolla halkın gözünde sahte bir mevki kazanmayı amaçlarlar
Prof. Bayraktar Bayraklı tefsiri :
8. İnsanlardan bazıları, inanmadıkları halde 'Allah'a ve ahiret gününe inandık' derler.
Bakara/8'den, 21. ayete kadar, bu büyük azaba duçar olanların ruh haleti ve davranışları çeşitli boyutlarıyla açıklanmaktadır.
İnanmadığı Halde İnandığını Söylemek:
Ayette ele almamız gereken kavramlardan biri 'insan' kavramıdır. Çünkü bütün davranışların arkasında insan tabiatı vardır. Bu yaratılışa dikkat çekmek için Yüce Allah ayette 'insan' kavramına yer vermiştir. Bu kavramın manasından, davranışlara gitmek ve davranışları tahlil etmek uygun olur.
İnsan kelimesinin kendisinden türediği ne siy e kelimesi 'unutmak' anlamına gelir. Kendisinden bir söz, ahid alındığı ve bu ahdini unuttuğu için ona bu ad verilmiştir. Bu manada insan kelimesinin fiil hali şu ayette yer almaktadır:
Andolsun biz, daha önce de Âdem'e ahid vermiştik. Ne var ki o, unuttu. Onda bir azim de bulmadık. [Taha/115]
Unutup yanlış harekette bulunmak, insan olmanın doğasında bulunan bir özelliktir. Gerçeğe karşı çıkmak, unutma zaafının ürünüdür. İnsanın bu yönünü vurgulamak için Yüce Allah, bu ayette 'insan' kavramını kullanmıştır.
"Allah'a ve ahirete inandım" dediği halde inanmamak, gönül ile dilin ayrı olduğunu, aralarında bir birliğin bulunmadığını gösterir. Dil ile gönlün bir bütün teşkil etmesi, tevhidi meydana getirir. Bu sebeple ilahî dinlerin temeli tevhid esasına dayanır. Bu durum aynı zamanda mü'min olmanın gereğidir. Dil ile gönül bir olmayınca insanın şahsiyeti ikiye bölünmektedir. İnsanın kendisini ikiye bölmesi, onu çifte şahsiyete götürür. Bu çifte şahsiyetli insanlara Allah 'münafık' demektedir. Münafıklık çok fena bir sıfat ve çok yaralayıcı bir eylemdir, ikili yani bölünmüş, ya da parçalanmış bir şahsiyet, yalancılığın üzerine oturur. Ayette bu durum, Allah, münafıkların kesinlikle yalancı olduklarına şehadet etmektedir Münafıkûn/1] şeklinde ifade edilmektedir.
Kalpte olmayanı dil ile söylemek, insanın kendisini yalanlamasıdır. Kendi kendisiyle çelişen bir psikolojik yapı, insan için rencide edici bir durumdur.
(Ağızlarıyla kalplerinde olmayanı söylüyorlardı. Halbuki Allah, onların içlerinde gizlediklerini daha iyi bilir). [Âl-i İmran/167]
(Onlar kalplerinde olmayanı dilleriyle söylerler). [Fetih/11]
Demek ki, dil ile gönlün birbiriyle tutarsız olması, şahsiyet bütünlüğünü bozmaktadır. İman ettiğini itiraf ettiği halde, imanın gönüllerinde yer etmediği insanlar da aynı gruba dâhildirler:
(Bedevî Araplar, 'İman ettik' dediler. Siz iman etmediniz, müslüman olduk deyin. Çünkü iman, henüz kalbinize girmedi). [Hucurât/14]
İmanın kalbe ulaşması ve oraya girmesinin kanıtı, orada meydana getireceği manevî gelişim ve değişimdir. Kalp, iman etmezden önceki katılığını muhafaza ediyorsa, iman oraya girmemiş demektir. İman kalbe girmediyse, dil de değişime uğramayacak, durmadan yalan konuşacaktır. O zaman insan, kendi içinde çifte standardı yaşayan bir varlık olacaktır. Böylesine bir tutarsızlık ve çifte standartlılık, insanın münafık damgasını yemesine sebep olmaktadır. Böylece münafıklık insana çok çirkin bir statü kazandırmakta, bu nedenle ahirette de en büyük azaba duçar olmaktadır:
(Kesinlikle münafıklar, ateşin en alt tabakasındadırlar). [Nisa/145]
Demek ki münafık, kâfirden daha aşağı bir statüde bulunacaktır. [53]
Münafığın Davranışı Aldatmaya Yöneliktir:
9. Allah'ı ve iman edenleri aldatıyorlar. Halbuki onlar kendilerini aldatıyorlar da, bunun bilincinde değillerdir.
Allah'a ve ahirete inanmadığı halde, inandım diyen insan, aslında Allah'ı ve inananları aldatma amacındadır. Yüce Allah, kalbi ile dilini ayıran insanın beşerî ilişkilerinin hangi temele oturduğuna işaret etmektedir. Aldatma gibi bütün insanlığın kötü kabul ettiği bir davranış biçimi ile Allah ve iman edenlerle iletişim kurmaya kalkışmak, münafığın önemli bir vasfıdır. İnsanlar niçin böylesine bir aldatma yoluna girerler? Ayetteki 'aldatma' fiilini Hz. Peygamber dönemi için ele alırsak, bunun sebeplerini şöyle sıralayabiliriz:
* Hz. Peygamber ve mü'minlerin yanında mü'min muamelesi görmek; inananların statüsüne sahip olmak,
* Mü'min görünerek mü'minlerin sırlarını öğrenmek ve kendi yandaşlarına casusluk yapmak,
* Öldürülme korkusundan uzak kalmak; çünkü, 'tevhid' kelimesini söyleyen insanlar öldürülmez.[54]
* Ganimetlerden istifade etmek.
Râzî'nin zikrettiği bu sebepler, o gün için doğrudur. Ama günümüzdeki münafıkların aldatmalarının boyutları ve sebepleri daha farklı olabilir. Ancak bu sebeplerden ilk ikisi evrensel sebepler arasında yer alır.
Allah, münafıkların bu özelliklerini anlatmakla neyi gerçekleştirmeyi amaç edinmektedir? Yüce Allah münafıkların bu özelliklerine dikkati çekerek, müslümanların dikkatli olmalarını istemektedir; münafıkların iç alemini ve onların çifte standartlı davranışlarını anlatmakla müslümanların bilincini geliştirip, eğitmeyi gaye edinmektedir. Müslüman, meselelere Allah'ın ışığı ile bakıp, bunu da aldanmamasıyla gösterir. Her insanın sözüne güvenmek, bağlanmak ve kapılmak, başarının elden gitmesine neden olur. Burada müslümanların da dikkat etmesi gereken bir husus mevcuttur. Ayet birbiriyle ikili oynayan müslümanların da münafık olacaklarının işaretini vermektedir. Onlar sadece kendilerini aldatıyorlar demekle Yüce Allah, aldatmanın, kendi kendini sokan akrep gibi, aldatan insana geri dönüp ona zarar verdiğine işaret etmektedir. Sosyal ilişkilerde, aldatma ile verilecek zarar ve kurulacak tuzak, geri teperek sahibine zarar verecektir.
İşte, bunun farkına varmak bir şuur işidir; bir olgunluk ve bir eğitilmişlik seviyesidir. Şuurunda değillerdir sözü ile Yüce Allah, münafıklann davranışları arkasındaki nedenlerden birini şuursuzluğa bağlamaktadır. Demek ki, çifte standartlı olmak, aldatmaya, aldatma da şuursuzluğa bağlı olarak çalışmaktadır. Böylece Yüce Allah, bir davranış psikolojisinin analizini yapmış olmaktadır. Bu analizde şunu görüyoruz: Gönül ile dilin arasındaki uyumsuzluk ve aldatma duygusu, bir şuur dağılması, bir bilinç bozukluğu ve farkına varamama gibi psikolojik bir hastalık meydana getirmektedir.
Münafıkların Kalpleri Hastadır:
10. Onların kalplerinde bir hastalık vardır. Allah da onların hastalığını artırmıştır. Yalan söylediklerinden dolayı, onlara acı veren bir azap vardır.
İnsanda maddî kalp bir tane olmasına rağmen manevî kalp türlü türlüdür. Bunlardan biri de "hasta kalp" ya da "içinde hastalık olan kalp"tir. Nefis tarafından işgal edilmiş kalp bu adı alır. İnsanın iç aleminde akıl ile nefis, kalp ülkesinde savaşmaktadır. Kalbin siyasî erki nefsin eline geçince, kalpteki bütün güçlerin hastalanması mukadder oluır. Nefisten, iki yüzlülük, aldatma ve yalan gibi hastalıklı davranış virüsleri kalbe sızınca, gönül hastalanır.
Hasta kalp hangi davranış bozukluklarına sebep olur?
1. Hastalık derecesinde insana korku getirir:
Kalplerinde hastalık bulunanların; 'Başımıza bir felaketin gelmesinden korkuyoruz' diyerek onların arasına koşuştuklarını görürsün. [Maide/52]
Hasta gönüle sahip olanlar korkaklık psikolojisine bürünürler; yapmamaları gereken davranışları sergilerler. İnkarcıların düşmanlıklarından korktukları için, onlarla dost olmanın çarelerini ararlar. Kendilerine, toplumlarına ve düşmanlarına karşı iki yüzlü bir tavır içinde olurlar.
2. Değerlendirmelerinde hata yaparlar:
O zaman münafıklarla, kalplerinde hastalık bulunanlar: 'Bunları, dinleri aldatmış' diyorlardı. Halbuki, kim Allah'a dayanırsa, bilsin ki Allah mutlak galiptir, hikmet sahibidir. [Enfal/49]
Müslümanlara bakıp, dinlerinin onları aldattığını söyleyecek kadar yanlış değerlendirme yapmak, münafıklık alâmetidir.
3. Haktan uzaktırlar:
Kalplerinde hastalık olanlar ve kalpleri katılaşanlar için, şeytanın attığı şeyi bir deneme yapsın. Zalimler, haktan uzak bir ayrılık içindedirler. [Hac/53]
Kalbi hasta olanlar, Rahmanî olan mesajla, şeytanın iğvasını (vesvesesini) ayıramaz ve bunun neticesinde haktan uzakta kalırlar. Hastalık, insanla hakikat arasında bir mesafe oluşturur. Hasta kalpli insanlar, haktan o kadar uzağa düşerler ki, ona uzanma imkanları kalmaz.
4. Cinsel sapıklıkları vardır.
Aklın nefis üzerindeki kontrolü ortadan kalkınca, cinsel arzular öne çıkmaktadır. Öne çıkan cinsel arzular, insan davranışlarını etki altına alır ve erkek kadını sadece bir seks aleti olarak görmeye başlar. Bu tip istismarın sınırı yoktur. Yüce Allah, bu sınırsızlığı anlatarak dikkat edilmesinin önemine işaret etmektedir:
Ey Peygamber hanımları! Eğer korunmak istiyorsanız çekici bir eda ile konuşmayın; sonra kalbinde hastalık bulunan kimse, size karşı niyetini bozar. Doğru söz söyleyin. [Ahzab/32]
Yüce Allah bu ayette, manevî kalp hastalığının tanımını yapmakta, insan davranışlarına olan etkisini belirtmekte ve kalbi hasta olan insandan korunmanın zorunluluğuna dikkat çekmektedir.
Yüce Allah hasta olan kalbin hastalığını depreştirecek hareketi tasvip etmemektedir. Ayeti başka bir açıdan ele alınca şu gerçeği de yakalamamız mümkündür: Kalp hastalığına dönüşen cinsel içgüdünün tedavisi çok zordur; bu hastalığın etkisinde kalanların ondan sakınması en doğru yoldur. Kalp hastalığı denecek kadar yozlaşmış bir cinsel içgüdü sınır tanımaz.
5. Yapılan bir işten netice çıkartamazlar.
Kalbinde hastalık olanların anlayış ve değerlendirme kapasiteleri kıttır. Bu hastalık, aklın meselelere sonuç çıkartacak bir şekilde yaklaşmasını önler. Meselelerin sadece zahirini görür, iç yüzünden haberi olmaz ve onlar dünyadaki olayların sadece zahiri ile ilgilenirler; bilgileri yüzeyseldir:
(Onlar dünya hayatının görünen yüzünü bilirler. Ahiretten ise, onlar tamamen gafildirler). [Rum/7]
Meselenin iç yüzüne inmek, özünü anlamak ve ondan neyin kastedildiğini bilmek, hastalıklardan uzak bir kalp ister:
Kalplerinde hastalık olanlarla kâfirler, 'Allah bu misalle ne demek istemiştir' desinler. [Müddessir/31]
Kalplerinde hastalık olanların anlayış kanalları gerçekten başka yönlere çevrilmiş olduğundan, anlamaları imkansızdır. Hasta olan kalp, ızdırap içinde olduğundan sağlıklı düşünemez, olumlu değerlendirme yapamaz ve kendisine sunulan bilgilerin neden ve niçinini anlayamaz.
Kalbi hasta olan insana bir şey öğretemez, onu herhangi bir konu üzerinde yoğun bir şekilde düşündüremezsiniz; zira o, hasta kalbinin meseleleri ile meşguldür. Kalbi hasta olan kişi, meselelerin özünü anlayamadığı gibi, küfrü de artar. Bunu şöyle açıklayabiliriz: İnkâr eden kalp, hastalanır; hastalanan kalp küfrünü daha da artırır. Böylece, inkar ile kalp hastalığı arasında derinden bir ilişki olduğu esası kendini göstermiş olur:
(Kalplerinde hastalık olanlara gelince, onların da inkarlarını kat kat artırır ve onlar artık kâfir olarak ölürler). [Tevbe/125]
Demek ki kalp hastalığı, inkarı, tükenmeyen bir süreç haline getirmektedir. Kur'an, kalp hastalığı ve inkar gibi üç önemli kavram bir araya gelince, ilginç bir tavır ve davranış biçimi ortaya çıkmaktadır. Hasta kalp Kur'an'la karşılaşınca, öylesine aşın bir tepki göstermektedir ki, inkarını kat kat artırarak, Kur'an'a karşı kendi etrafında bir çeşit duvar örmektedir. İşte o zaman, insan aklının Kur'an'a uzanan anlayış kanalları tıkanmakta; aşılması zor perdeler oluşmaktadır.
Tevbe/125'deki rics kelimesi, devenin kükremesi, bulutların şiddetli gürlemesi, çirkin iş, pislik, binanın sarsılması, murdar manalarına gelir. Fahruddîn Râzî rics kavramına batıl inançlar, yahut kötü huylar manasını vermektedir. Birinci mana ile, Kur'an'a karşı inkarlarına inkar eklemişlerdir. İkinci manaya göre ise, haset ve düşmanlıklarını ileri götürmüşlerdir.
Rics kavramının lügat manası ile Râzî'nin verdiği anlamları birleştirdiğimizde ilginç bir psikolojik analiz ortaya çıkacak, davranış psikolojisinin önemli bir boyutu tesbit edilmiş olacaktır. Hasta kalp cerahatlanmış bir çıban gibi depreşmektedir. Depreşen bu yaraya dışarıdan dokunulduğunda sancısı iyice artar ve kişi, çıbanlı organına dokunan şeyden ani bir refleksle uzaklaşır. Hasta gönüle, Kur'an tedavi etmek üzere dokununca, dokunanın doktor olup olmadığına bakmaksızın kükrercesine bir tepki gösterir. İşte bu tepkinin adı rics'dir. Bu tepki zamanla Râzî'nin dediği gibi huy halinden mizaç halini alır. Bu öylesine bir depremdir ki, şahsiyet binasını temelinden sarsar. İnsanı murdarlaştıran bu tepkinin şiddetini Yüce Allah şöyle anlatmaktadır:
(Böyle iken onlara ne oluyor ki, adeta arslandan ürküp kaçan yaban eşekleri gibi Kur'an'dan (öğütten) yüz çeviriyorlar?) [Müddessir/49-51]
Yüce Allah'ın Onlara ne oluyor ki? sorusunun cevabı, kalplerindeki hastalığın verdiği rahatsızlıktır. Kalp hastalığı, insanı "gerçek"ten uzaklaştırır. Hz. Nuh'un davet olayında da aynı gerçek yaşanmıştır:
(Nuh, 'Rabbim!' dedi, 'Doğrusu ben kavmimi gece gündüz davet ettim. Fakat benim davetim, ancak kaçmalarını arttırdı"). [Nuh/5-6]
Ayetteki Kaçmalarını artırdı ifadesi, gönül hastalığına tedavi için dokunan davetin, büyük bir tepkiyle karşılaşmasını anlatmaktadır. Bir davetin, öğretilen bir bilginin her zaman olumlu tepkiyle karşılanması mümkün değildir. Fakat tepkinin, insanın psikolojisine göre oluşan kısmıyla, olumlu veya olumsuz olması aynı derecede muhtemeldir. Bu ihtimali olumsuz yöne kaydıran şey, kalp hastalığıdır. Ayette şöyle buyurulmaktadır:
(Kendilerine bir uyarıcı gelirse, herhangi bir milletten daha çok doğru yolda olacaklarına dair bütün güçleriyle Allah'a yemin etmişlerdi. Fakat onlara uyarıcı gelince, bu, onların haktan uzaklaşmalarından başka bir şeyi artırmadı). [Fâtır/42]
"Haktan uzaklaşmayı artırmak" beklenenin ve verilen sözün aksine hareket etmektir. İnsan hakikate, uyarıcıya, Kur'an'a sırtını dönünce, Bakara/10 ayetinin ikinci bölümü olan "Allah da onların hastalığını artırmıştır" eylemi gerçekleşmektedir. Allah durup dururken, kulunun manevî hastalığını arttırır mı? O zaman kuluna zulmetmiş olmaz mı? İşte yukarıda verilen ayetlerin bütünü ele alınınca şu gerçek ortaya çıkmaktadır: Kul hakikat karşısında gösterdiği tepkilerini kat kat artırınca, Allah da bunu onaylamaktadır.
Allah'ı ve iman edenleri aldatmayı amaçlarken, şuursuzca kendilerini aldatan bu insanların kalplerindeki manevî hastalığı Yüce Allah daha da arttırmaktadır. Kalbi hasta olduğu halde doktordan kaçan insanın hastalığı nasıl artarsa, Allah'tan uzak kalan insanın da manevî hastalığı da öyle artar.
Kalp hastalığının Allah tarafından artırılışının ardından, bu insanlar yalan konuşmaları nedeniyle elem veren azaba uğrayacaklardır
(Yalan söylemeleri nedeniyle, onlar için elîm bir azap vardır). [Bakara/10]
Elîm azabın kula gelmesi, kendi yaptığı amelin neticesidir. Ayetin bu kısmında, yalan söylemenin karşılığının elim azap olduğu söylenmektedir. Kul kendi azabını, kendi elleriyle hazırlamakta, kendi amelleriyle tutuşturmaktadır:
Gerçekten 'Allah fakir, biz ise zenginiz' diyenlerin sözünü, yemin olsun Allah işitmiştir. Onların dediklerini, haksız yere peygamberleri öldürmeleri ile birlikte yazacağız ve diyeceğiz ki: 'Tadın o yakıcı azabı.' Bu, dünyadayken kendi ellerinizle yapmış olduğunuzun karşılığıdır. Yoksa Allah kullarına zulmetmez.
Bu ve benzeri ayetler, kulun azabını, kendi elleriyle hazırladığını göstermektedir.
Münafıklar Bozguncudur:
11-12. Onlara 'Yeryüzünde fesat çıkartmayın!' denildiğinde, 'Biz ancak ıslah edici kimseleriz' dediler. Onların fesatçı olduklarını iyi bilin. Lakin onlar bunun bilincinde değillerdir.
Çifte standartlı olan münafığın diğer bir özelliği de toplumda bozgunculuk yapmasıdır. Bu şekildeki davranışıyla o, münafıklığın şahsî olan boyutundan sosyal boyutuna geçmekte ve toplumu ifsat etmektedir:
(Onlara 'Yeryüzünde fesat çıkarmayın!' denildiğinde, 'Biz yalnızca ıslah ediyoruz' derler. İyi bilin ki onlar fesatçılardır, velakin şuurunda değiller). [Bakara/11-12]
Ayette ele alınması gereken kavramlar fesat ve ıslahattır. Fesat, bozulma, kuraklık, kıtlık, darlık, telef, kokuşmak manalarına gelir. Ahlâk ile beraber kullanılınca, ahlâk bozukluğu anlamını ifade eder.
Islah ise, iyileştirmek, düzeltmek, aralarını bulmak, barış yapmak manalarına gelmektedir. Münafıklara "Bozgunculuk yapmayın!" uyarısını kimler yapmaktadır! Ayette bulunan denildiği zaman ifadesindeki demek kelimesinin faili çoğul ve fiilin de meçhul olması, meseleye evrensel bir boyut kazandırmaktadır. Ayetin muhataplarını dönemin münafıkları ile sınırlandırmak yanlış olur. O zaman, ayetin evrenselliğini ortadan kaldırmış oluruz. Kıyamete kadar her toplumda bozguncular çıkacak, onları bu yanlış davranışlarından dolayı uyaracak insanlar da olacaktır. Ancak bu münafıklar her defasında ıslah edicilik iddiasında bulunacaklardır. Halbuki onların, ıslah edicilerin sıfatları ile sıfatlanmaları mümkün değildir. Âl-i İmran/104'de gerçek ıslah edicilerin özellikleri şöyle zikredilmektedir:
Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.
"Yeryüzünde fesat çıkartmak" ne manaya gelmektedir? İnanmadığı halde, inandım diyerek insanların din duygularını sömürmek, kendini ve insanları aldatmak, değerlendirmelerinde hatâ yapmak, haktan uzaklaşmak, cinsel ahlâkı bozmak, düşünme kapasitesini kaybetmek gibi tutumlar ve davranışlar önce kişiyi ve sonra da ilişkilerini bozgunculuğa götürmektedir.
Bu tip insanlar, insan ilişkilerini kirlettikleri için toplumsal hayatın bozulmasına ve çöküşüne sebep olmaktadırlar. Bozgunculuk yapmalarından daha kötüsü, bozduklarının farkında olmayıp, ıslah ettiklerini söyleyecek kadar pişkin davranmalarıdır. İnsan ilişkilerine zarar veren, insanları bölen ve düşmanlık tohumlarını eken bu iki yüzlü insanların, "Islah ediyoruz" demeleri dikkat edilecek bir husustur. Onun için Yüce Allah bunlara "dikkat edin" emrini vermektedir.
Elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir felaket gelince, hemen, 'Biz yalnızca iyili etmek ve arayı bulmak istedik' diye yemin ederek sana nasıl gelirler! [Nisa/62]
Münafık insanlar, kötü amelleri işlerler, başlarına bela gelince de iyilik yapmak istedikleri konusunda yemin ederler.
Bu tip insanlar toplumun siyasî erkini ele geçirmek suretiyle yeryüzünde fesat çıkarmaya başlarlar ve bu bozgunculuklarını akrabalık bağlarının koparılmasına kadar uzatırlar. Bunu Yüce Allah şöyle anlatır:
(Demek, iktidarı ele geçirince, hemen yeryüzünde fesat çıkaracak ve akrabalık bağlannı koparacaksınız?) [Muhammed/22]
Yüce Allah bu soruyu niçin soruyor? Münafıklar, sinsice takiyye yaparak iktidarı ele geçirmek isteyebilirler. İktidarı ele geçirince de gerçek niyetlerini ortaya koyar, toplumda fesat çıkarmaya başlar ve insanların sevgiden oluşan gönül bağlarını koparmaya çalışırlar. Ayetteki "akrabalık bağlannı koparma" durumu değerlendirildiğinde, soy birliğinin toplum bütünleşmesindeki rolünün ne derecede önemli olduğu ortaya çıkmaktadır. Yüce Allah akrabalık bağını kesenleri fesatçılıkla suçlamaktadır. Böyle bir faaliyet yapacak olanların niyetlerini ifade ederek, iyi insanları uyarmaktadır. "Akrabalık bağlannı kesme" kültürü helak edip gençliği manevî değerlerinden koparmak manasına da gelir:
(O, dönüp gitti mi, (yahut bir iş başına geçti mi) yeryüzünü fesada vermek, kültürü tahrip edip nesilleri bozmak için çalışır. Allah bozgunculuğu sevmez). [Bakara/205]
Toplumun kültürünü bozmak, gençliği helak etmek, beşerî ilişkileri çıkmaza sokmak, toplumun mutluluğa giden yolunu engellemek gibi fesat hareketleri, öldürmeye denktir. Başka bir ifadeyle insan öldürmekle, fesat çıkartmak aynı derecede günahtır. Allah bunu şöyle ifade etmektedir:
(îşte bu yüzdendir ki, İsrailoğulları'na şöyle yazmıştık: Kim bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın bir cana kıyarsa, bütün insanları öldürmüş gibi olur). [Maide/32]
İnsanlar arasında fesat çıkartma eylemi, bu ayette insan öldürmeye denk tutulmuştur. Ayette yer alan 'veya' kelimesi, öldürme ile fesadın aynı derecede kötü olduğunu ifade etmektedir. Toplumun düzenini bozmak, bütün insanlığı öldürmek kadar kötü olarak takdim edilmektedir.
Ekonomik yapıyı bozmak ve fakirlerin elinden tutup kaldırmamak da fesat kavramının içine girmektedir:
Allah'ın sana verdiğinde ahiret yurdunu iste; ama dünyadan da nasibini unutma. Allah sana iyilik (ihsan) ettiği gibi sen de iyilik et, yeryüzünde fesadı (bozgunculuğu] arama. Şüphesiz ki Allah bozguncuları sevmez. [Kasas/77]
Yüce Allah, kendisinin ihsan ettiği gibi, insanların da ihsan etmesini istemektedir. Bu ilahî amelin, yeryüzünde yansımasını ve yaşatılmasını istemektedir. İnsanlara iyilikte bulunmak, fakirlerin elinden tutup kaldırmak, bu ilahî fiilin yaşatılması demektir. İmkanı olduğu halde bunu yapmamak, fesat çıkartmaktan başka bir şey değildir. Fesatçılar, Allah'ın nefretini kazanmaktadırlar. Allah fesatçıları sevmez ifadesi, onlardan nefret eder demektir.
Fakirin elinden tutmak, ekonomik dengesizlikleri biraz olsun ortadan kaldırır. Bunu yapmayanlar, dengeleri büsbütün alt-üst etmektedirler. Fakirlik toplumsal hayatta bir urdur. İyilik, bu urun kansere dönüşmesini önleyecektir. Çare aranmayan fakirlik, kitlesel açlığa ve bu ur da kansere dönüşecektir. Kanserli organın vücutta meydana getireceği rahatsızlığı, açlık haline dönüşen fakirlik de toplum hayatında meydana getirir.
Karayı ve suyu kirletmek de fesat kavramının kapsamına girmektedir. Yüce Allah yeryüzünü insanlar için bir beşik, bir döşek olarak yaratmıştır. O döşeği kirletmek, orayı fesada vermektir. Çünkü insana faydalı olan ve insan hayatını kolaylaştıran şeylere zarar vermek bir fesattır.
İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde fesat çıktı (düzen bozuldu] ki Allah yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın. Belki de dönerler. [Rum/41]
Ayette geçen "kara ve deniz" ifadesi, maddî anlamda yeryüzündeki kara ve denizleri ifade etmekte ise de, 'kara' kavramını madde, 'deniz' kavramını da mana olarak tefsir etmek mümkündür. Bundan şu sonucu çıkarabiliriz: Münafıklar haram lokma ile maddî rızkı fesada uğratırlar; aklı ve namusu kirletmekle manayı bozarlar; aklı kullanmamak, gönüldeki iman ve sevgiyi tahrip etmekle de manevî alemi kirletirler. İşte bu kirletme işini Yüce Allah 'fesat' olarak nitelendirmektedir.
Tabii olarak, beyni ve gönlü kirlenmiş bir insan, kara ve suyu da kirletecektir. Fizikî çevrenin kirliliği insanın ruh kirliliğinden kaynaklanmaktadır. Öyleyse fizikî çevre mühendisliğinden önce, manevî çevre mühendisliğinin oluşturulması doğru bir hareket olacaktır.
Allah, insanlardan maddî ve manevî çevrelerini kirletmemelerini istemektedir. Bu, fesadı önleyecektir. Ayetin sonundaki Belki dönerler ifadesi, değişim konusunda ilahî bir beklentiyi ifade etmektedir. Maddî ve manevî çevreyi kirleten kimselerden, bu kirliliğe çare bulmaları istenmektedir.
Siyasî erk sahiplerinin zorba bir idare tarzı tutturmaları, büyüklük taslamaları, halka zulmetmeleri, halkı gruplara ayırıp tefrika çıkarmaları, ayırdıkları gruplardan bazılarını tutup, diğerlerini küçük görmeleri, onları zayıflatmak için ellerinden geleni yapmaları; bundan daha da ileri giderek, zayıf düşürmek istedikleri grubun erkek çocuklarını öldürtüp kızlarını sağ bırakmaları da, fesat kavramının manası içindedir:
(Hakikat, Firavun yeryüzünde büyüklük taslamaya kalktı, ora ahalisini fırkalar haline getirdi. Onlardan bir grubu zaafa uğratıyor, bunların oğullarını boğazlıyor, kızlarını diri bırakıyordu. Çünkü o fesatçılardandı. [Kasas/4]
Devlet bir şemsiyedir; toplumda mevcut bütün sosyal grup ve kurumların anlaşması ile vücut bulur. Bu nedenle devlet, farklı inanç ve kültürde olan alt gruplar arasında tarafsız ve bütünleştirici olmalıdır. Devletin vazifesi bu sosyal grup ve müesseselerden bir üst kültür meydana getirerek bunları kendine bağlaması ve topluma hayat vermesidir. Ama devleti idare edenler, bu gruplardan birini tutar da diğerini veya diğerlerini ezmeye kalkışırlarsa, bunun adına fesat denir. İstemedikleri grupların çocukları büyür de zamanla iktidarı elde eder endişesi Firavun'u zorbalaştırmış ve erkek çocukların öldürülmesi gibi korkunç bir zulme itmiştir
Ali Küçük Tefsiri:
:"İnsanlardan kimileri de derler ki, inandık Allah’a ve âhiret gününe! Ama onlar inanmamışlardır."
Ama insanlar! Ama kullarım! Ama muhataplarım! Beni dinleyenler! diyor sanki Rabbimiz. Şunu da iyice bilin ki, şunu da asla unutmayın ki, böyle kesin çizgilerle insanların ayrıldığını her zaman göremezsiniz! Her zaman böyle baktınız, birine takvalı damgası vuracaksınız. Veya baktınız, bir başkasına kâfir damgası vuracaksınız. Pek öyle her zaman kesin çizgilerle bunları ayırt edemezsiniz. Veya:
"Bunlar kitabın temelidir, ama bir de müteşabihler vardır. Onun tevilini Allah’tan başkaları bilemez"
(Âli İmrân: 7)
Yâni Kur’an’ın topluma indirgenmesini gerçek olarak herkes bilemez. Ama Allah kesin bilir.
"İlimde Râsihûn olanlar der ki, biz buna inandık."
(Âli İmrân:8)
Yâni âyetlerin anlatmak istediğini anlayabiliriz belki, ama o âyetin anlattığı ile toplumsal problemlerin çözümünü birleştirmek herkes için mümkün olmayabilir. Âyetin anlattıklarını toplumsal problemlerin çözümüne indirgeyip uyarlamak herkesin işi değildir. İşte bunun adına fıkıh diyoruz. Yâni; meselâ bu âyet şu problemi böyle çözer, ama şu âyet de vardır denilince, hayır o âyet şunu anlatır da bunu şu âyet çözer gibi âyetleri topluma yansıtma işinde kesinlikle herkes bilgi sahibi olamaz; hepimiz onu beceremeyiz. Herkes kapasitesi kadar becerir bunu.
İşte nitekim Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer Efendilerimiz bazen yanılıyorlardı. Meselâ Rasulullah Efendimizin vefat haberi Hz. Ömer Efendimize ulaşınca "Kim Rasûlullah’ın vefat ettiğini söylerse ona şöyle şöyle yapacağım!" diyen Hz. Ömer’e karşı Hz. Ebu Bekir Efendimiz Âli İmrân sûresindeki şu âyeti hatırlatır:
"Muhammed peygamberden başka bir şey değildir. Ondan önce de pek çok peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse siz ökçelerinizin üzerinde gerisin geriye mi döneceksiniz? (yâni tekrar küfre mi döneceksiniz) Her kim gerisin geriye dönerse bilsin ki Allah’a hiçbir zarar verecek değildir.”
(Âli İmrân:144)
Âyetin olayla bağlantısını veya âyetin o hadîseye intibakını öğrenen Hz. Ömer Efendimiz; "Hayret sanki bu âyeti yeni duymuş gibiyim"! diyordu. Halbuki belki de bu âyeti sürekli namazlarında da okuyordu Ömer Efendimiz. Ama âyetin bu olayla irtibatını bir anda kuramamıştır. Aslında Hz. Ebu Bekir Efendimiz de Hz. Ömer Efendimiz de bildiği vahiyle hareket ediyorlardı. Bakın âyet diyor ki:
"İnsanlardan kimileri de vardır ki."
E kim bunlar? Münâfıklar mı? Allah öyle dememiş. Ya ne? Kimileri de var ki. Demek ki Kur’an karşısında net iki tavır var. Kur’an karşısında iki uç tavır var, iki net tavır var. Birisi Kur’an’la yol bulanlar. Kur’an’la yol bulanların tavrı. İkincisi de Kur’an’a karşı ilgisiz kalanların tavrı. Bunlar Kur’an karşısında net ve belli tavırlardır. Ama işte bu âyetin anlattığına göre bir üçüncü grup, bir üçüncü tavır daha varmış. Bunlar da bu iki grup arasında, bu iki tavır arasında gider gelirlermiş. Hani Nisâ sûresi şöyle diyordu:
"Onlar imanla küfür arasında bocalayan tabansızlardır. Ne onlardandır ne bunlardandır..."
(Nisâ: 143)
Demek ki bunlar böyle tıpkı bir sarkaç gibi imanla küfür arasında gidip gelenlermiş. Onlar münâfıklar olunca ve âyetlerin sonunda da Allahu Teâlâ şöyle buyurunca:
"Şüphesiz ki münâfıklar cehennemin en aşağı tabakasında olacaklardır."
(Nisâ: 145)
…….
Yâni bu insanların kâfirlikleri beyan edilivermiş. Ama nedense ecdat bu bölümü görmemişler mi? Yoksa okumuşlar da demeye dilleri mi varmamış bilmem? Çünkü bu sayılacak işleri yapan, bu sıfatları üzerlerinde taşıyan insanlara kâfir demeye ecdadın, selef ulemânın pek cesareti olmamış. Bizim tekfirci kardeşlerin, ellerine geçirdikleri fırçayla Allah’tan muhasebe memurluğu görevini üstlenmiş gibi önüne gelen herkese kâfir ve müşrik damgası vurmayı kendilerine iş edinmiş, dert edinmiş, kardeşlerin kulakları çınlasın.
Evet ecdat bu konuda çok titiz ve edepli davranmış. Bunlara kâfir demeye dilleri varmamış. Öyleyse ukalâlığın gereği yoktur. Yâni öyleyse biz de edepli davranalım bu konuda ve onların kâfir demediğine biz de kâfir demeyelim. Yâni bu aşağıda sayılacak özellikleri üzerinde taşıyan insanlara kâfir demeyelim; ama bu özelliklerin küfür özellikleri olduğunu da bilelim yâni. Bu ikisi, ayrı ayrı şeylerdir. Yâni biz nifak nedir biliriz ama, bu adam münâfıktır! demeye dilimiz varmaz, cesaretimiz olmaz. Şirki biliriz, şirki tanırız. Adamda şirk özelliği görürüz, ama bu adam müşriktir demeye cesaretimiz olmaz.
Neden? Çünkü Peygamber Efendimiz kendisinde câhiliye alâmeti gördüğü Ebu Zer hazretlerine: "Ey Ebu Zer! Sende câhiliye özelliği görüyorum! Sende şirk özelliği görüyorum! Onu temizle!” demiştir, ama “sen kâfirsin! Sen müşriksin!” dememiştir. Demek ki bir adama sen müşriksin! Sen kâfirsin! Demek ayrı, sende şirk alâmetleri görüyorum! Demek ayrı ayrı şeylerdir.
Demek ki kişide bir an için bir özelliğin var oluvermesi, şirk özelliği veya nifak özelliğinin var oluvermesi onun müşrik veya münâfık olmasını gerektirmeyecektir. Ama adam onun şirk olduğunu, münâfıklık olduğunu anlamış, kavramış, kabullenmiş ve benimsemişse, varlığından razı olmuşsa, ondan rahatsız olmayacak biçimde onu kabullenmişse, işte artık o zaman o kişi müşrik veya kâfir olacaktır elbette.
……
Dikkat ederseniz sûrenin başında Rabbimiz beş âyetiyle mü’minleri, muttakileri anlattı. Sonra iki âyetiyle de kâfirleri anlattı. Şimdi burada da uzunca münâfıkları anlatmaya başlıyor. On üç âyetiyle bu münâfıkların durumunu, bu insanların karakterlerini anlatacak. Münâfıkların sıfatlarını anlatan âyetlerin kâfirlerden söz eden âyetlerden daha çok ve daha kapsamlı olduğunu görüyoruz.
Herhalde bunun sebebi şudur: Küfür meselesi de, iman meselesi gibidir. Bunların her ikisi de kesin ve net bir çizgi ifade ederler. Yâni bu iki kesim de; mü'min de, kâfir de akide ve hayat konusunda tavrını net ve açık ortaya koymaktadır. İnançları konusunda her iki tarafta da bir kompleks söz konusu değildir. Açık ve nettirler. Hareketlerinde, tavırlarında, amellerinde ve düşüncelerinde onları tanımak kolaydır. Mü’min de, kâfir de belirgindir.
Ama şimdi anlatılacak olan münâfıklar çifte standart uyguladıklarından onları tanımak ve ortaya çıkarmak kolay değildir. Çizgileri, tercihleri, safları belli değildir adamların. Mü’min ve kâfir gibi inancı, düşüncesi, tavrı net ve açık değildir. Onun içindir ki Allahu âlem Rabbimiz bu bölümde uzun uzun bu insanların özelliklerinden söz edecek. Bu çetin ve çetrefilli insanları uzun uzun örnekleriyle bize tanıtacak.
Bir de münâfıklar İslâm ve müslümanlar için kâfirden çok daha tehlikeli olduğu için uzunca anlatılmıştır diyoruz. Bir Ebu Cehil’in kâfir olarak İslâm’a ve müslümanlara verdiği zararın yanında bir münâfık olarak Abdullah İbni Übey’in verdiği zararın büyüklüğünü ve tehlikesinin boyutunu biliyoruz. İşte belki bu sebeplerden dolayı birkaç âyetle bize kâfiri tanıtan Rabbimiz bu bölümde uzun uzun münafığı anlatmaya başlayacak. Bakın derler ki bunlar:
"Derler ki; inandık Allah’a ve âhiret gününe! Ama onlar inanmamışlardır."
Bunu diyen Allah’tır. Değilse ben bilemem ki inanıp inanmadığını. Nitekim Allah’ın Rasûlü bir seferde kelimei şehâdeti söyleyen bir adamı öldüren bir sahabeye; “Neden yaptın bunu? Nasıl öldürdün onu? Demek şehâdet kelimesini söyleyen bir kimseyi öldürdün, öyle mi?” şeklindeki azarlamasına karşılık, o sahâbenin; “Ey Allah’ın Rasûlü, o aslında müslüman olmamıştır, ölümden korktuğu için kelime-i şehâdet söylemiştir” diyerek savunmasına son derece gazaplanan Allah’ın Rasûlü şöyle buyurmuştu:
“Kalbini yardın da baktın mı?"
Öyleyse inandım! Dediği halde, şu aşağıda sayılacak işleri yapan insana, veya inandım dediği halde şu özellikleri üzerinde taşıyan kişiye inanmayacağız. İnandım dese de, ben de mü'minim dese de onun bu sözüne inanmayacağız. Çünkü:
9: "Bunlar Allah’ı ve mü'minleri aldatmaya çalışırlar."
İnandım sözlerinin altında bu aldatmaca yatmaktadır. Demek ki o inandım diyen adamın hayatına bir bakacağız. Ya da inandım diyen benim hayatıma bir bakacağım ben önce. Çünkü Kur’an herkesten önce beni anlatır. Herkesten önce bana seslenir Kur’an. Hafazanallah eğer ben, benden önce karşımdakini anlamaya çalışır, benden önce karşımdakini anlatmaya çalışırsam, Allah korusun da o zaman ben, bir sonraki sayfada anlatıldığı gibi ateş yakıp; yaktığı bu ateşle çevresini aydınlatan, ama sonra kendisi karanlıklar içinde kalan insan gibi olurum. İşte eğer öyle olmak istemiyorsam, o duruma düşmek istemiyorsam, önce ben kendime bakmalıyım. Kendime bir bakıyorum: Allah’a inanıyorum diyorum. Âhirete inanıyorum diyorum. Söz olarak öyle diyorum ama, ya inanmayanlardansam! Ya kendi kendimi aldatıyorsam! Ya inanmadığım halde iman iddiasında bulunuyorsam! Peki neymiş bunun ölçüsü? Nasıl anlayacakmışız bunun aslını?
“Bunlar Allah’ı ve mü'minleri aldatmaya çalışırlar."
Allah’ı ve mü'minleri aldatırlarmış onlar. Allah’la ve mü'minlerle dalga geçerlermiş. Eh biraz serinledik değil mi öyle olunca? Çünkü elhamdülillah ki, böyle bir derdimiz yoktur. Allah’a şükür Allah ve mü’minleri aldatma yolunda değiliz. Ama Allah korusun da ya bizim durumumuz şöyleyse: Allah: Şöyle şöyle yapın! dedikçe, Allah: Böyle böyle yapmayın! diye emrettikçe, şöyle diyerek Allah’la dalga geçenlerdensek: Tamam Ya Rabbi! Anladım ya Rabbi! Dediğin gibi ya Rabbi! Doğru Ya Rabbi! Ama ne yapayım anam ya Rabbi! Ne yapayım babam ya Rabbi! Ne yapayım toplum ya Rabbi! Tamam, anladım da ya Rabbi, şu anda ortam müsait değil! Tamam, namaz, iyi, kılacağım da ama şu anda vaktim yok ya Rabbi! Tamam, anladım, örtüneceğim de okul bitmedi henüz! Tamam, kitabınla ilgi kurmam gerektiğini anladım da ya Rabbi, ama ne yapayım, işim, aşım elvermiyor! Amirim izin vermiyor! Yönetmelikler yolumu kesiyor! Âdetler ağır basıyor! Modaya karşı gelemiyorum! Toplum yadırgıyor! Çevrem müsaade etmiyor! diyerek Allah’la dalga geçenlerdensek.
Ya da kitap ve sünnete çağrıldığımız zaman. Her şeyden ve herkesten önce kitabı ve sünneti tanımadan müslüman olamayacağımız gerçeğini öğrendiğimiz zaman: Allah Kerîm be! Allah bekler yahu! Allah kusura bakmaz! diyerek Allah’la alay edenlerdensek, bekleyenlerdensek o zaman Allah korusun, bu âyetlerde anlatılacak insan biziz demektir.
Onlar Allah’ı ve mü'minleri aldatmak isterler. Allah ve mü'minlerle dalga geçmek isterler. İnanmadıkları halde iman gösterisinde bulunarak, mü’min olmadıkları halde mü’min maskesi takarak kullandıkları sloganlarla Allah’ı ve insanları aldatmak isterler. Daha önceki âyetlerde söylediğim gibi iman, sadece dil ile ben inandım demekten ibaret değildir. İman; dilin tasdiki, kalbin tasdiki ve fiilin tasdikidir. Yâni inandım dediği konunun fiille, amelle görüntülenmesidir. Eğer sadece dil ile ben inandım demek yeterli olsaydı, o zaman tüm münâfıkların da müslüman sayılmaları gerekecekti. Zira onlar da biz müslümanız diyorlardı. Halbuki:
“Onlar kalplerinde olmayan şeyi dilleriyle söyleyip duruyorlar!" (Âli İmrân: 167) buyurur âyeti kerîme.
Bakın bu tip insanlara diyor ki Allah :
"Oysa onlar sadece kendilerini aldatırlar da farkında değillerdir."
Allah buyurur ki: Sizler ey inanmadıkları halde iman iddiasında bulunan münâfıklar! Bu tür iddialarınızla ancak kendinizi kandırabilirsiniz! Ne Allah’ı, ne de müslümanları kandıramazsınız! Allah’ı zaten kandıramazsınız da, mü’minleri de kandıramazsınız. Çünkü bu aldatmacalarınızla mü'minin, ancak malını alabilirsiniz. Bu yalanlarla mü'minin en fazla canını alabilirsiniz. En fazla öldürürsünüz onu. Ama ne fark eder, gerekirse ben bir daha veririm ona! Ama ona can cennette lâzım zaten.
Evet bunlar, inanmadıkları halde iman gösterisinde bulunarak Allah’ı ve mü'minleri kandırdıklarını zannederler. Ama bakın, Allah kendini mü'minlerin safında kılıyor. Mü'minlere karşı tertiplenen komployu, kendisine yapılmış kabul ediyor. Bu mü'minler için hem en büyük bir şeref, hem de onlardan korkmamaları konusunda en büyük bir destektir. Aynı zamanda münâfıklar için de en büyük bir tehdittir.
Yâni onlar bu tür davranışlarıyla başkalarını değil, ancak kendi kendilerini aldatıyorlar. Bunu şöyle anlamaya çalışıyoruz:
1Bu zavallılar, tavırlarıyla gelecekleri konusunda, âhiretleri konusunda kendi kendilerini aldatmaktadırlar. Dünyada inanmış göründüklerinden dolayı kendilerine zahiren İslâm’ın hükümleri uygulanır. Ama Âhirette:
"Cehennemin en aşağısına gideceklerdir onlar." (Nisâ: 145)
2 Bunlar niyetlerini gizlemeye çalışırken Allah’ın kalplerden geçen niyetleri bildiğini hesaba katmamakla kendi kendilerini aldatmaktadırlar.
3 Bir de Allah’ın onlarla ilgili âyetler göndererek durumlarını açığa çıkaracağını bilmediklerinden durumlarının perde arkasında gizli kalacağını zannederek kendi kendilerini aldatmaktadırlar ama:
"Şuurları da yoktur bu konuda."
Peki bu kimseler neden böyle davranırlarmış ?
10:"Kalplerinde hastalık vardır onların. Allah da (Kur’an’ı indirmekle) hastalıklarını artırmıştır."
Demek ki bunların kalbi hastaymış. Kalplerinde hastalık varmış. Ama bunlar tedaviden yana da olmayınca, Allah onların hastalıklarını artırmıştır. Peki acaba kalbin hastalığını nasıl anlayacağız? Kalbi hasta olmak ne demektir?
İnsan kalbini öğreniyoruz. Bu sefer üç çeşit kalp sunuyor Allah bize:
1 Birincisi kâfirin kalbi: Sûrede daha ilerde gelecek:
"Bakara hadîsesinden sonra yine de inanmadılar da kalpleri kaskatı kesiliverdi! Hattâ taştan da katı kesildi!" (Bakara: 74)
Diyordu Rabbimiz. Kâfirin kalbi taş gibi kaskatıdır. Hattâ taştan bile katıdır. Çünkü:
"Zira öyle taşlar vardır ki içinden nehirler fışkırır. Öylesi de vardır ki yarılıp içinden sular akar. Kimi taşlar da Allah korkusundan baş aşağı yuvarlanır." (Bakara: 74)
Kâfirin kalbi taştan da katıdır. Âyeti kerîmede anlatıldığına göre taşlar Allah’ın yağmur, kar, güneş, oksijen, rüzgar gibi meşhûd âyetlerinden etkilenerek kimileri içinden su fışkırırken, kimileri yerinden kopup aşağıya doğru yuvarlanmaktadır. Yâni taşlar Allah’ın âyetlerine yol verip içinden sular fışkırtmaktadır. Allah’ın âyetleri taşların içine kadar nüfuz edebilmektedir. Taşlar bile Allah’ın âyetlerinden etkilenip onlarla türlü şekiller alırken, kâfirin kalbi o kadar katı ki, ne Allah’ın yağmur, kar, güneş, rüzgar, oksijen gibi meşhûd âyetlerinden, görsel âyetlerinden, ne de metluv âyetler dediğimiz şu elimizdeki Kur’an âyetlerinden etkilenmektedir. Âyetler bunların kalplerine nüfuz edememektedir. Âyetler bunların kalplerinde tesir icra edememektedir. İşte kâfirin kalbi böyledir. Taşlardan bile kaskatıdır.
2 Bir kalp türü daha vardır ki, o da mü'minin kalbi. Allah’ın âyetleriyle itminan bulan, yatışan kalp. Allah’ın iki tür âyeti vardır. Birisi metlûv âyetler, yâni kulağa hitap eden işitsel dediğimiz şu elimdeki okunan Kur’an âyetleri. Ötekisi de görsel dediğimiz göze hitap eden meşhûd âyetler. Güneş gibi, ay, yıldızlar, bulutlar, insanlar, bitkiler, hayvanlar gibi kâinatta Allah’ın yerleştirdiği müşahede edilen göze yönelik âyetlerdir. Mü'minin kalbi, Allah’ın bu iki tür âyetlerinden de etkilenen kalptir.
"Dikkat edin kalpler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur, doyuma ulaşır, sükûnete erer."(Ra’d: 28)
Âyeti bunu anlatır. Âyeti kerîmede anlatılan zikir, Kur’andır. Yâni kalpler ancak Kur’an’la mutmain olur. Ancak Kur’an’la itminan bulur, ancak onunla yatışır ve sükûnete kavuşur. Çünkü kalp, Allah’ın âyetlerini duydukça, tanıdıkça şüphe ve tereddütlerden kurtulup doyuma ve itminana ulaşacaktır.
"Mü'minler ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir. Karşılarında Allah’ın âyetleri okunduğu zaman da imanlarını artırır Ve yalnız Rablerine tevekkül ederler."
(Enfal: 2)
Demek ki Allah’ın âyetleri okundukça, âyetlerle karşı karşıya geldikçe mü'minlerin kalpleri coşar, taşar, sanki kabına sığmaz hale gelir. İşte bu da mü'minin kalbidir. Bu iki âyetin bize anlattığına göre kalplerin itminana kavuşmasının birinci yolu, elimizdeki şu Kur’an âyetleridir. Kalbin sükûnete ve doyuma ulaşmasının ikinci yolu da Bakara :260 âyetinin anlattığına göre meşhûd âyetlerdir. Hani İbrahim Aleyhisselâm: “Ya Rabbi ölüleri ölümünden sonra nasıl dirilttiğini görmek istiyorum!” demişti de Allah: “İnanmıyor musun ey İbrahim?” buyurunca: “İnanıyorum ya Rabbi! Ancak:
"Kalbim tatmin olsun için" (Bakara 260) istiyorum bunu!” Demişti. İşte kalplerin itminana kavuşmasının ikinci yolu da Allah’ın yeryüzündeki müşahede edilen, görülen âyetlerini bizzat görmektir. Müminin kalbi de böyledir.
3 Bir de bu ikisinin arasındakilerin kalbi var ki; işte hasta olan kalp bu kalptir.Bu kalbin hastalığı kalbin uyum sağlayamamasıdır. Biliyoruz ki, kişinin ruh ve bedenindeki uyumunun adına sıhhat denir. Ruh ve bedendeki uyumsuzluğun adı da hastalıktır. Ruhtaki dengesizlik bedende görülür. Çünkü ruhun morardığını kimse görmemiştir. Eğer biz sebepleri ve tezahürleriyle bedenin hastalığını anlayabilirsek, buna kıyasla ruhtaki hastalığı da tanıma imkânımız olacaktır.
Bedenin hastalığı, bedenin sıhhat ve selâmetinin aslî fonksiyonunun bozulmasıdır. Görme ve işitme duyularının bozulması gibi hasta olan bir bedende de idrak ve hareket bozulur. Yahut da beden hastalandığı zaman eşyayı tamamen farklı olarak idrak etmeye başlar. Meselâ acıyı tatlı, tatlıyı acı hissetmeye başlar ve hazım bozukluğu şeklinde tezahür edebilir. Meselâ bazı gıdalardan hoşlanmaz hale gelebilir. Beden hastalıklarının tezahürü böyledir.
Bir de bedendeki bu hastalık iki şeyden kaynaklanır:
1 Madde noksanlığındandır. Uzun bir süre hiçbir şey yenmemişse o zaman beden hastalanır. Ve gıda almaya mecburdur.
2 Madde fazlalığındandır. Beden çok fazla gıda alırsa yine hastalanır. O zaman da o gıda fazlalığını atmak zorundadır. Aynen bunun gibi kalp hastalığı da irade ve tasavvurun bozulmasına sebep olan bir hastalıktır. Kalp hastalığının tezahürü de kişide irade ve tasavvurun bozulması şeklinde gerçekleşir. Kalbi hasta olan kişide:
1 Tasavvur bozulur. Yâni hakikati göremeyecek, yahut da olduğundan farklı görecek şekilde birtakım şüphe ve tereddütlere maruz kalır.
2 İrade bozulur. Yâni insan o zaman, doğru olandan hoşlanmayıp zararlı olandan, bâtıl olandan hoşlanır hale gelecektir. Meselâ İslâm’dan hoşlanmayıp küfürden hoşlanır. Tesettürden nefret edip çıplaklığı sever. Sudan tiksinip içkiden hoşlanır hale gelecektir.
Nasıl ki beden hastalığı ya gıda eksikliğinden, ya da gıda fazlalığından kaynaklanıyorsa. Kalp hastalığının kaynağı da böyledir. Ya gıda eksikliğindendir, gıda alınmalıdır, ya da gıda fazlalığındandır fazlalık atılmalıdır. Kalbin gıdası bilgidir. Bundan dolayıdır ki:
"Onların kalplerinde maraz (hastalık) vardır."
Âyetindeki maraz kelimesi pek çok müfessirlerce bilgisizlik, yâni şüphe ve tereddüt olarak anlaşılmıştır. Biliyoruz ki bir şey hakkında şüphe, o konuda bilgi eksikliğinden kaynaklanır. O konudaki şüphe ve tereddütler kalbi istila eder ve o konuda tam bilgi gelinceye kadar bu durum kalbe elem verir. O konuda tam bir bilgi elde edilince kalpteki tüm şüphe bulutları dağılıverir. Onun içindir ki Allah’ın Rasûlü:
"Bilmediklerinden sorsalardı ya! Zira cahilliğin şifası sormaktır."
Buyurur. Kalbin sahibi ve doktoru olan Allah; yukarıdaki âyetlerde, onun doyuma ve sükûnete kavuşmasının iki yolundan bahsetmişti. Bunlardan birisinin Metluv âyetler dediğimiz şu Kur’an âyetleri, ikincisinin de meşhûd âyetler dediğimiz kâinatta serpiştirilmiş görsel âyetler olduğunu haber vermişti. Bu münâfıklar bu âyetlere yönelmediklerinden, tedaviden yana olmadıklarından Kalbin gıdasını almadıklarından dolayı kalpleri hastadır. Kalbin gıdası olan gerçek bilgiye, Allah bilgisine, vahiy bilgisine yönelmediklerinden dolayı kalpleri hastadır. Allah’tan gelen mutlak doğru bilgiler onların kalplerine girmediğinden kalpleri şüphe, tereddüt ve cehalet bulutları tarafından istila edilmiştir.
Bir de beden nasıl ki, ondan zararlı şeyleri atıp faydalı şeyleri almakla gelişip sıhhatli oluyorsa, kalp de ancak onun sıhhatini bozacak zararlı şeylerden onu koruyup, bilgisizlik, şüphe ve günahlar gibi zararlı şeyleri atıp, faydalı şeyleri almakla sıhhatine kavuşacaktır. Kalpte atılması gereken zararlı gıda fazlalığı vardır. Adam felsefe okumuştur, sosyoloji bilgileri almıştır, zararlı şeyler okumuştur ki, bunlar atılmalıdır. İşte bu insanların kalbi uyumsuzdur. Ama uyuma gitmediklerinden, uyumu aramadıklarından, tedaviyi istemediklerinden kâfir olamıyorlar, ama mü'min de olmuyorlar. Bu ikisi arasında kaldıklarından dolayı hastalıkları arttıkça artıyor.
Burada aslında Cenabı Hak, nifakın sebebini anlatıyor. Münâfıklığın nereden kaynaklandığını anlatıyor. Nifakın sebepleri tespit ediliyor. Âyetten anlıyoruz ki nifak, insanın kalbini, içini kemiren psikolojik bir komplekstir. Çünkü bir insan, bir şeye ya inanır ya da inkâr eder. Her iki halde de durum normaldir ve sağlıklıdır. Kişi iman ya da küfür tercihinin gereğini yapar ve rahat eder. Eğer iman etmişse, hayatında iman çizgisini sürdürür. Eğer kâfirse bu sefer küfür, onun hayatına birtakım programlar yerleştirir ve onu takip eder gider.
Ama bir adam düşünün ki ne iman adına, ne de küfür adına tercihini yapamamışsa, mü'min değilken mü'min gibi ameller işlemeye mecbur kalmışsa, işte bu normal bir şey değildir. Böyle inanmadığı bir hayatı yaşayan, ya da hayatı imandan kaynaklanmayan kişi, kalben hasta demektir.
Maraz aslında bir şeyin aslîyetini, aslî fonksiyonunu bozan illettir. Fıtratı aslîyesi gereği her kalp sıhhatlidir. Ama bunlar kalplerinin kendisiyle itminan bulacağı, yatışacağı kalbin gıdası olan Kur’an’la ilgi kurmadıklarından, ya da kalbi sükûnete ulaştıracak bilgiden mahrum olduklarından kalpleri hep şüphe içindedir. Bunlar:
Olan Kur’an’dan şüphe ederler. Allah’tan şüphe ederler, mü'minlerden şüphe ederler, her şeyden şüphe ederler. Hattâ kendilerinden bile şüphe ederler. Kendilerini merkez kabul ederler, bu konuda ve kendileri şüphede ise, herkesi ve her şeyi şüphede görürler. Yâni kıyası nefs ederler. Allah, peygamber, kitap, mü'minler, dağlar, taşlar, denizler, ağaçlar hep kendilerini aldatıyor zannederler. Ama zevklerine, keyiflerine o kadar düşkündürler ki, bu adamlar hiç onlardan şüphe etmezler. Acaba bunların aslı esası var mıdır? Acaba bu gidişimin sonu nereye varacaktır? Bundan hiç şüphe etmezler. Mümin değilken bile kendilerini mü'min zannederler. Mü'min yanında mü'min, kâfir yanında da kendilerini kâfir zannederler. Bütün bunları da ne için yaptıklarını hiç düşünmezler. Çünkü şuurları da yoktur bunların diyor Rabbimiz.
"Allah da onların hastalıklarını artırmaktadır."
Bunun bir kaç mânâsı vardır:
1 İkiyüzlülüklerinin bir müddet için başarılı sonuçlar verdiğini görünce onun iyi bir yol olduğuna inanırlar ve emin bir şekilde yollarına devam ederler. Böylece Allah onların nifaklarını artırmaktadır.
2 Ya da onların nefislerine ağır gelecek, yeni yeni âyetler göndererek, yeni yeni emirler, yeni yeni teklifler göndererek onların kalplerinin hastalığını daha da arttıracak Allah, demektir bunun mânâsı.
3 Bir de hastalık, hastalığı doğurur. Maraz, marazı davet eder demektir bu. Öyle bir zulmet ki; zulmet, zulmeti doğuracaktır. Bir hata yapacak, bir hatası başka bir hatayı çağıracaktır. Bir israf yapacak, ardından diğer bir israf onu takip edecektir. Bir yalan söyleyecek, ikinci, üçüncü bir yalan peşinden gelecektir. Gözle zina edecek, arkasından bir fırsatını bulacak elle zina edecek, daha ileride nihâyet bedenle bu işi yapmaya kalkacaktır. Bir kadeh alacak, sonra arkasından ikinci bir kadeh, üçüncü bir kadeh ve en sonunda sarhoş olup hanımını boşamaya kadar götürecektir işi. Bir video alacaktır evine, sonra çirkin bantlara uzanacaktır. Sosyalleşme diye başlayacaktır önce işe, sonra da şeytanın kucağında bulacaktır kendisini. Önce politik diyecek, sonra da politize olmak isterken dün çok sevdiği adamın yarın karşısına dikilecek ve onu yemeye çalışacaktır. Bir hastalık daha başka hastalıkları doğuracaktır.
İşte aynen bunun gibi münâfıkların kalpleri hastadır ve Allah bunların hastalıklarını artırmaktadır. Peki acaba bu eylemin Allah’a izâfesini nasıl anlayacağız? Yâni nifakı ve münâfıklığı lânetleyen Allah, acaba niçin onların nifakını artırıyor? Allah’ın, onların nifakını artırması, aslında Cenabı Hakkın yeryüzünde eşyanın tabiatı olarak belirlediği doğal yasalar açısındandır. Yâni ister iman olsun ister nifak olsun, tüm fiillerin gerçekleşmesi için gereken şartları ve imkânları hazırlayan Allah’tır. Lâkin bu eylemi bizzat kendi hür iradesiyle gerçekleştiren insanın kendisidir. Yâni onlar iradelerini bu yolda kullanmışlar, Allah da istedikleri şeyi yaratmıştır, diyoruz.
Zira bu adamlar böyle bir duruma gelmeyebilirlerdi. Dahası, hattâ şu anda bile bu durumdan kurtulma, nifaktan vazgeçme imkânlarını yitirmiş değillerdir. Her ân vazgeçebilirler, her ân dönebilirler bu durumdan. Her ân tevbe imkânına sahiptirler. Dönüş yaptıkları anda Allah onların dönüş kapılarını açık tutmaktadır.
"Yalan söyleye geldikleri için onlara acıklı bir azap vardır."
Yalan saymalarından ötürü onlar için elim bir azap, elem verici bir azap, dayanılmaz bir azap vardır. Yalan sayıyorlardı onlar.
Yalan sayıyordu onlar. Yalan saymak. İnkâr ediyorlardı değil bakın. Yalan sayıyorlar. Peki ne demekmiş yalan saymak? Yalan saymak, inkâr etmekten ayrıdır. Yalan saymanın ne demek olduğunu, yalan sayma işinin toplumda nasıl örneklenmesi gerektiğini bugüne kadar bilmiyordum. Bunu örnekleme konusunda gerçekten çok zorlanırdım. Ama Buhârî’yi okuyordum elhamdülillah, Buhârî’de Allah karşıma çıkarıverdi. Allah’ın Rasûlü buyurur ki:
"Çarşı pazarda insanlar dükkan ve tezgahlarıyla uğraşırken bir atlı koşarak gelse ve dese ki: "Savulun! Dağılın! Kaçın! Başınızın çaresine bakın! Bir ordu geliyor şuradan! Hepinizi kılıçtan geçirecek” Bu haberi tasdik edenler, saddaka yapanlar hemen hazırlanıp kaçarlar. Ama tekzip edenlerse, kezzebe yapanlarsa: “Yok ya! Bu adam yalan söylüyor! Bu adam benim ticaretimi kıskanıyor da ondan! Bana kini var, benim kazanmamı istemiyor da ondan! Bana oyun oynayıp pazarıma konmak istiyor da ondan!” diyerek habere ve haberciye aldırış etmezler. Hiçbir tedbir almadan böyle oyalanıp dururken başlarına nelerin geleceğini bilemezler” diyor.
Rasûlullah Efendimizin bu beyanına göre kezzebe; inkâr etmek değildir aslında. Adam sözü anlıyor, söz olarak kabulleniyor. Tamam, atlı gelmek nedir? Bunu biliyor, kılıçtan geçmek, geçirilmek nedir? Bunu biliyor, anlıyor, ama bunu eylem ile göstermiyor. Gereğini yapmıyor. İşte yalan saymak budur.
Meselâ diyorsunuz adama: Arkadaş dışarı mı çıkıyorsun? Aman dikkat et! Dışarıda çok şiddetli soğuk var, kar yağıyor! Aman pardösünü giymeden çıkma! diyorsunuz. Adam kar nedir? Soğuk nedir? Bunu biliyor, pardösüsünü giymesi gerektiğini biliyor, anlıyor; ama yine de giymeden çıkmaya kalkışıyorsa işte bu yalan saymaktır. Namazın farz olduğunu, kılınması gerektiğini biliyor adam, ama yine de kılmıyor gibi. Hani Müddessir sûresinin son bölümünde anlatılıyordu:
"Bizler din gününü yalan sayanlardandık."(Müddessir: 46)
Deniyordu. Dünyada mü'min görünen suçlular anlatılıyordu. Yâni dünyada mü'min zannedilen ama soluğu cehennemin kapısında alan bu insanlara müslümanlar, cennete girenler şaşkınlık içinde şöyle soruyorlardı:
"Hayrola ya! niye geldiniz buraya? Bir yanlışlık filan mı oldu?" (Müddessir 42 )
Siz mü'min değil miydiniz? Ne işiniz var sizin burada? Buyurulunca bunlar dört suç sayıyorlar: Bu suçlardan birisi de:
"Biz din gününü yalan sayardık." (Müddessir 46 )
Bakın din gününü inkâr ederdik değil, yalan sayardık. Meselâ adama soruyorsunuz: Arkadaş ölecek misin? Diyor ki, evet. Dirilecek misin? Evet. Hesap kitap var mı? Evet. Cennet, cehennem var mı? Evet. Peki Allah kâdir mi? Yapar mı bunu? Evet, evet, evet. Hepsine inanıyor adam. Ama bakıyoruz bu tamam saydığı, bu inandığı konulara aldırış etmeden yaşıyor. Yaşadığı hayatta bu inandığı şeylerin kokusunu bile görmek mümkün değil. Öyle bir hayat programı var ki adamın, bu inancının hiç mi hiç etkisi yok.
Yâni imanının, inandım dediği şeyin gereğini yapmıyor. Veya imanını amele dönüştürmüyor. Çok korkunç bir suç değil mi bu? Namaz kılması gerektiğine inanıyor, ama kılmıyor. Örtünmesi gerektiğine inanıyor, ama örtünmüyor. Kur’an’ı, sünneti tanımadan müslümanlık olmayacağına inanıyor, ama farklı yaşıyor. Çoluk çocuğunu eğitmesi gerektiğine inanıyor, ama yaklaşmıyor. İşte yalan saymak budur ve çok büyük bir suçtur. Öyleyse inandık dediğimiz şeyleri amele dönüştürmeye çalışalım inşallah. İnancımızı sadece söz planında, iddia planında bırakmayalım. İmanlarımızı hayatımızla, eylemlerimizle yalanlayanlardan olmayalım.
11:"Kendilerine yeryüzünde bozgunculuk yapmayın! Denildiği zaman."
Böyle yaşayanlara, bu tür insanlara denilse ki: Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın! Fesat çıkarmayın! Yâni yaşadığınız bölgede. Çünkü yeryüzü hem tüm arz anlamına kullanılır, hem de kişinin yaşadığı bölge demektir. Çünkü Firavun için öyle denmişti:
"Muhakkak ki Firavun yeryüzünde bozgunculuk yapıyordu."(Kasas: 4)
Yeryüzünün her yeri değil tabii. Sadece Mısır’da yapıyordu Firavun bunu. Ama âyeti kerîmede yeryüzünde denmiştir.
Onlara: Bölgenizde bozgunculuk yapmayın! Denildiğinde. Artık bölgeniz Meram mıdır? Selçuklu mudur? Karatay mıdır? Türkiye midir? Afganistan, Pakistan mıdır? Herkes kendi bölgesinde veya kendi evinde, kendi dükkanında bozgunculuk yapmasın! Denildiğinde derler ki:
"Bizler ancak ıslah edicileriz! Derler."
Hayır, biz bunları, bu yaptıklarımızı düzen için yapıyoruz! Düzenlemek için yapıyoruz derler. Allah diyor ki bakın:
12:"Dikkat edin! (Gözünüzü açın!) Onlar aslında gerçek bozguncular da farkında değiller!"
Ey mü'minler! Ey Kur’an’ın muhatapları! Ey Kur’an’la çevreyi tanıması gerekenler! Ey hadîselere Kur’an’ın gözlüğüyle bakması gerekenler! Ey Kur’an’la hem kendilerini, hem de çevrelerini tanıması gerekenler! Açın gözünüzü ve dikkatli olun! Dikkatli dinleyin ki:
"Onlar aslında gerçek bozguncular da farkında değiller!"
Sakın ha! Bu insanların kendi kendilerine düzenci kesilmelerine inanmayın! Aldanmayın! Onlar aslında düzen bozucudurlar.
Peki düzen bozmak ne demektir? Düzen ne demektir? Bu konuyu tek cümleyle özetlersek: Allah’ın düzen dediği şey düzendir, düzensizlik dediği de düzensizliktir. Düzen, ya da düzensizlik, fesat, ya da sulh, ifsat, ya da ıslah bunlardan biri mü'minin tavrı, diğeri de münafığın tavrıdır. Veya değişik söyleyelim: Bunlardan biri imanın sonucu, diğeri de küfrün sonucudur. İnancın gereği olan amel ameli salihtir. İmansızlığın gereği olan amel de ameli gayri salihtir.
Fesat; ıslahtan sonra yapılan şeydir. Yâni fesat bozmadır, düzeni bozmak demektir. Allah: Ben arzı ve ondakileri düzenledikten sonra sakın onu bozmayın diyor. Allah düzenlediği arzda bir vakte kadar bizim oturmamızı istemiş ve onun ıslahı ve fesadından bizi sorumlu tutmuştur.
Öyleyse işimiz küfür ve şirk değil imandır. İsyan değil itaattir. Bozmak değil yapmak, ihtilal değil intizam, zulüm değil adâlet, fesat değil ıslahtır. Allah arzı yarattı, düzene koydu, Adem’i ve soyunu gönderdi oraya. Adem Aleyhisselâm dünyaya geldiği zamanlar düzen devam ediyordu dünyada. Sonradan insanlar düzeni bozdular, ifsadı gerçekleştirdiler.
Meselâ bir eve yeni bir gelin gelir. Evin sahibi ona bir düzenden söz eder: Bu minder burada olmalı! Bu sürahi buraya konmalı! Buraya ekmek konmamalı! Sofra şuraya serilmeli! gibi. İşte gelin bu denenler konusunda öyle yapmalı ve düzeni bozmamalıdır. Ama bu gelin denmeyenler konusunda da serbesttir ya. İşte Cenabı Hak da Hz. Ademe Aleyhisselâm yeni getirdiği bu evde, bu dünyada bir kısım düzenlerden söz etti: Kan dökmeyin! Adam öldürmeyin! Zina etmeyin! Küfretmeyin! Münâfıklık etmeyin! Namaz kılın! Oruç tutun! Buyurmuş ve böylece yeni geldikleri bu evin düzenini bildirmişti. Adem ve soyu bu denenlere aynen riâyet etmek zorunda iken, denmeyenler, serbest bırakılanlar konusunda da serbest hareket edeceklerdi.
İşte bir süre yeryüzünde Allah’ın koyduğu bu düzene riâyet edildi. Ama Hz. Adem’in oğlu Kabil bu düzeni bozuverdi. Adam öldürdü. Sonra her düzen bozulduğu dönem Allah Peygamber gönderdi bu bozulanlara çeki düzen vermek için. Bir Nuh gönderdi düzeldi, ama arkasından yine bozuldu. Sonra bir Peygamber daha gönderdi düzeldi, arkasından yine bozuldu, yine peygamber gönderdi. Sonra Hz. İsa’yı ve en sonra da Hz. Muhammed’i, Aleyhisselâm gönderdi. İslâm’dan sonra özellikle bu iş geçerlidir. Çünkü artık başka peygamber gelmeyecektir.
Evet bozmak demek; Yeryüzünde Allah’ın koyduğu düzenini bozmak demektir. Allah’ın isteklerinin dışına çıkmak, Allah’ın istediklerinden farklı yaşamak demektir ve bu münâfıkların işidir.
Meselâ bir zamanlar Afganistan’a gidenler düzen için gidiyorlardı. Vietnam’a giderken de öyle gitmişlerdi. Irak’a gelenler de öyle gelmişlerdi. Somali’ye girerlerken de orada bir bozukluk gördüklerini ve düzeltmek için gittiklerini söylüyorlardı alçaklar. Ve nihâyet tüm dünyaya demokrasi ihraç ederlerken de hep düzen için yapıyorlardı bunları alçaklar. Ama bütün bu gidişler İslâm’a göre düzen değilse, düzensizlik, ya da düzen bozma, bozgunculuk diyorduk.
Ali Şeriatî’nin ifadesine göre Fransız Renault fabrikasının sahibi orta Afrika’da kabile reislerinden birinin altına son model altın kaplamalı bir araba hediye eder. Reislerinin altında bu arabayı gören kabile mensuplarının her biri de bu arabalardan birer tane almak zorunda kalırlar. Böylece tüm kabile attan inip arabaya binmek zorunda kalırlar ve birden bire hayatları değişiverir. Fabrikanın müdürü patronuna sorar: Mösyö, söyler misin, niye bu adamların düzenlerini bozduk? Neden bu insanları da kendimiz gibi huzursuz yaptık? Araba fabrikasının sahibi der ki: Müdürüm biz at imal etmiyoruz, biz araba imal ediyoruz ve bize de bu iş için para lâzım, pazar lâzım, der. Evet bütün mesele para ve pazar. Bunun için de gözlerine kestirdiklerine kalkınma, ilerleme, modernizm gibi hedefler gösterirler. Sonra da onları asimilasyona tabi tutarak kendi kültürlerini, kendi dinlerini yerleştirirler.
Bu değişim, ya da toplumların düzenlerini bozma her zaman böyle kolay ve kendiliğinden olmayabilir. Kimileri bu münâfıkların kendilerine empoze etmeye çalıştıkları değişime karşı ayak diretebilir. O zaman bu işin imkânsız görüldüğü yerlerde de silahlar konuşmaya başlar ve toplu imhâlâr devreye girer. Meselâ bu münâfıkların değişimini kabule yanaşmayan Brezilya’da virüslenmiş elbiselerle yüz binlerce Brezilyalı yok edilmiştir. Suçları batılılaşmamak, bâtılı münâfıkların kendilerine empoze ettikleri hayat tarzını kabul etmemek, ya da kendi düzenlerini değiştirmeye yanaşmamak. Tüm dünyada düzenleme adına düzensizliği ikâmeye soyunan bu münâfıklar, sundukları bu düzensizliğe karşı ayak direten Afrika’dan yüz milyon, Amerika’nın yerlilerinden ise doksan beş milyon insan katletmişlerdir. Bu iş için Ortadoğu ve Asya’da öldürdüklerinin adedi belli değildir. Milyonlarca insanın kanına girerlerken bu görevi de bir insanlık borcu olarak yaptıklarını söylüyorlardı. Zira beyaz Avrupalı’nın dışında herkes düzensiz, barbardı.
1942 yılında kendini dünyanın en medeni milleti kabul eden İngiltere, Çin'i top ateşine tuttu. Sebep neydi dersiniz? Sebep Çinliye afyon içirebilmekti. İngilizler afyon imal etmişler, bu afyonu da Çin’e Japonya’ya satmak, Çin ve Japon insanına içirmek istiyorlardı.
Japon halkı ayak diretmiş, bizim törelerimizde afyon içmek yoktur, biz bunu kullanmayacağız diyordu. İngilizlerin silahlarına hedef olan binlerce Japon bu yüzden hayatını kaybetti.
Ama işin acısı bu defa batılılar afyondan daha zehirleyici, eroinden daha fazla öldürücü olan demokrasiyi imal ettiler. Güzel güzel ambalajlar içinde tüm dünya insanlığına bunu sunmaya başladılar. Yeryüzünün düzeni adına yapıyorlardı bunu. Bu zehiri içmeyi kabul etmeyip diretenler oldu mu silahları konuşmaya başladı. Sadece Cezayir ve Tunus'ta iki milyon insan Fransızlar tarafından öldürüldü. Ateşli silahlarla Latin Amerika’da, Afrika’da ve Asya’daki milyonlarca insanı köleleştirdiler. İddiaları bu insanları medenileştirmekti. Güya bu insanlar bozuk yaşıyordu da bu bozukluğu düzeltmeyi hedefliyorlardı.
Eğer bir ülke insanı kendi değerlerine sahip çıkıp bunların empoze etmeye çalıştıkları düzeni reddetmeye kalkışırsa barış tehlikeye düşmüştür bunlar için. Hemen harekete geçerler. Bu barış sevdalısı münâfıklar Körfezde çıkarları söz konusu oldu mu hemen gemilerini yürütüverirler. Beş yüz milyon ton bomba atarak dört yüz bin Iraklı müslümanın kanını akıtıverirler. Yeter ki orada kendi düzenleri demokrasi hâkim olsun. Bunlar düzen bozucudurlar, bunlar halis münâfıktırlar.
Dönüyoruz şimdi kendimize: Elektrik kabloları, lavabo muslukları da dahil olmak üzere evimizdeki tüm eşyaları sokağa dökelim. Evi yeniden düzenlemek için yeniden yerleştirelim. Eğer İslâm o yerleştirmeye düzen demiyorsa bozgunculuk demektir bu. Yâni İslâm onlara ihtiyaç demiyorsa, tamam bu da olmalı! Bu da ihtiyaçtır! Evde bu da bulunmalı! demiyorsa, biz Allah’a ve Peygambere sorarak düzen yapmadığımız için bizimki de bozuk demektir ve biz de düzen bozucuyuz demektir.
Çocuğumuza aktardıklarımız, kendi kafamıza yerleştirdiklerimiz, eğer Allah ve Resûlüne sorulmadan yapılmışsa, biz de düzen bozuyoruz demektir. Biz de ifsat edenlerdeniz demektir. Kafamızı şöyle bir keselim; içindekileri bir masanın üzerine boşaltalım ve çağıralım kitap ve sünneti. Diyelim ki ya Rabbi, ya Rasûlallah! İşte ben bilir bilmez bütün bunları doldurmuşum kafamın içine! Ama anladım ki bunu size sormadan yapmışım! Şimdi pişman oldum. Bunlardan lâzım dediklerinizi, kalsın dediklerinizi tekrar koyacağım ve gereksiz bulduklarınızı atacağım! desek, acaba neler kalır oraya koyabileceğimiz, bir düşünün! Şimdi bu Allah’ın verdiği kafanın düzenini bozmak değil de nedir ya? Ama kendi arzumuzla kafamıza yerleştirdiklerimizi kastediyorum tabii. Yoksa biz istemeden gardiyanların okuduklarından öğrendiklerimiz değil tabii. Hani gardiyanlar sürekli bir şeyler okurlar, mahkûmlar da mecburen öğrenirler ya, o ayrı. Ben onları kastetmedim.
Soralım Rasulullah’a: Ya Rasûlallah bilir bilmez bir sürü şey yerleştirmişim ben bu kafaya, gel şunları yeniden bir yerleştirelim! diyelim. Nerede kullanacağımıza göre yerleştirmeliyiz ama. Meselâ adam Bakara öğreniyor para kazanmak için, Âli İmrân öğreniyor doçent olmak için, Nisâ öğreniyor kitap yazmak içinse bu da bozuk düzen olacaktır elbette. Mahza kulluk için öğrenilenlere, amele dönüştürmek ve hayatı onunla düzenlemek üzere öğrendiklerimize düzen diyor Rabbimiz.
Bunun dışında, meselâ şehri yeniden düzenlemek için başa geçirelim birini, veya adam işte okulda düzen için kurallar koyuyor, fabrikada kurallar koyuyor, evde kurallar koyuyor düzen için. Eğer Allah, onun koyduğu kurallara düzen demiyorsa, bizim koyduğumuz kurallara düzen demiyorsa, o zaman biz de düzen bozuculardanız demektir, Allah korusun. Meselâ hanımın şöyle davranması için bir kural koymuşuz. Eğer buna İslâm düzen demiyorsa, düzen bozmadır bu. Biz istediğimiz kadar düzen diyelim buna. Perdenin şeklini şöyle yaptın, döşemenin biçimini böyle yaptın, eğer İslâm buna izin veriyorsa tamam, değilse hepsi bozmadır, hepsi ifsattır bunların. Eğer şöyle diyorsanız: Efendim burada kastedilen itikadi düzensizlik değil mi yâni? Bu anlattıklarınızla ne ilgisi var? Bunlar itikadla alâkalı şeyler değildir. Bunlar sosyal ve ameli şeylerdir, filan diyorsanız. İyi de her amel bir imandan kaynaklanmıyor mu? Yâni yeryüzünde görüntülenen bir bozukluktan bahsediliyor burada. Amele dönüşmüş bir bozuk inançtan, bir bozuk imandan söz ediliyor âyeti kerîmede. Bakın:
"Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın."
denmiştir. Sonra da iman konusu gelecek:
Diye. Öyleyse fesat, kişinin hayatında görüntülenen bozukluğudur. Meselâ ikinci kat mesabesinde bir ev yapıyordu sahabe de Allah’ın Rasûlü razı olmuyordu buna. Çünkü imanın dışta görüntüsüydü, ve düzeni bozmaktı bu. Veya Hz. Ömer Efendimiz şehir planının kurallarını koyuyordu ve kim onu bozarsa bozguncu oluyordu tabii.
Demek ki biz, bulunduğumuz bölgenin düzenini Allah’a sorup yapacağız. En küçük biriminden en büyük birimine kadar hayatın düzenini Allah’a sormadan yapmayacağız. Meselâ kazanma ve harcama düzenimizi, cüzdan düzenimizi Allah’a sorup yapacağız. Aksi takdirde biz de bozguncuyuz demektir Allah korusun.
Meselâ insanın eğitiminde düzen, kesinlikle Allah’a sorulmadan yapılmamalıdır. Birileri bir düzen koymuş ortaya ve demişler ki, işte efendim önce şunlar şunlar öğretilmelidir. Eğitimde şunlar şunlar önceliklidir. Eğer bütün bunlar Allah’a ve Resûlüne sorulmadan yapılıyorsa, Allah’ın öncelik tanıdıklarını sonraya almak şöyle dursun, adına bile izin verilmiyorsa bozmadır bu. İfsattır bu. Düzen sahibi olan Allah’a sormadan, vahye müracaat etmeden hukuk yapmaya çalışanların yaptıklarının tümü ifsattır. Ekonomiye düzen vermeye çalışanların yaptıklarının tamamı ifsattır. Allah’ın düzeninden habersiz kılık kıyafet düzeni yapmaya kalkışanların tamamının yaptıkları ifsattır, bozmadır.
Mahmut Toptaş tefsiri:
İnsanlar içinden bir kısmı inanmadıkları halde "Allaha ve ahiret gününe iman ettik" derler.
Müslümanlar için en tehlikelisi bu münafıklardır. Çünkü bizim gibi giyinir, bizim gibi görünür. Kur'an'ı okumaz ama bizden fazla öper. Bizim toplantılarımıza katılır. Fikir beyan eder. Hacca gider. Cübbe giyer ama bizim gibi iman etmez. O kendi çıkarlarını ve kafir yandaşlarının çıkarlarını gözetir.
Durupdururken hiç gereği yokken Allah rasûlünün huzurunda şehadet kelimesini söyleyi verirler. Allah (c.c.) da onların yalancı olduğunu Rasûlüne bildirir.
Onları tanımak için konuşma üsluplarına dinlerken yüz hatlarına da dikkat edildiği takdirde Allah dileyince anlaşılabilir.
Münafıklar, müslümanlara zarar vermek, ayrılık tohumları ekmek, Allah ve Rasûlüne harp açanlara yardım etmek için müslümanların arasında kalırlar. Tanınmamak için de şehadet kelimesi getirirler.
Müslümanların yanında olmak onlara fayda veriyorsa onlara uyarlar.
Sanki Allah (c.c.) günümüz münafıklarını bize tanıtıyor. "Sankisi" fazladan. Allah her çağın münafıklarının ortak taraflarım açıklıyor.
(9) Allahı ve iman edenleri aldatmaya çalışırlar. Halbuki yalnız kendilerini aldatırlarda farkında olmazlar.
Münafık iki tarafada yaranamaz. Sonunda zararı kendisi görür. Allaha hile yapmaya kalkarlar.
Hud'a: Görüldüğünün zıddı hareketle karşı tarafa zarar verme planıdır. Hud'a: gizlenmedir.
Allah insanların gizlediklerini de açıkladıklarını da bildiği için Allaha hile yapmalarından kanıd, Rasûlüne yapılan hiledir. Rasûlüne Öylesine önem veriyor ki ona yapılan kötülüğü kendine yapılmış kabul ediyor. Ona yapılan biati, bağlılığıda yine kendine yapılmış kabul ediyor.
Müminleri aldatmaya çalışanlar da geçici bir zaman için bundan çıkar sağlayabilirler. Müminleri ihbar ederek belirli makam ve mevkiler elde edebilirler ama bu çıkarları karanlık gecedeki yıldırım ışığından faydalanmak kadar ani ve geçici olur.
Tarih boyunca bu iki tarafada yaranamayan münafıkların boynu giyotine, idam sehpasına, takılıp kalmıştır.
Rabbimiz onları şöyle tarif eder: "Bunların arasında çalkalanıp dururlar. Ne onlar taraf nidadırlar, ne bunlar tarafındadırlar." (Nisa 143) Yani cami ile kilise arasında kalmış insanlar.
Üstü açık kilisedeki heykelin üstüne bir kuş hergün pislermiş. Papaz bundan rahatsız olmuş. Birgün heykelin yanma şarap koymuş. Kuş gelmiş heykele pislemiş, şarapdan içmiş ve sarhoş olmuş, sızmış. Papaz kuşu eline almış ve şöyle söylemiş: "Madem müslümandın niçin şarap içtin. Madem Hıristiyan'dın niçin heykele pisledin. Senin hakkın ölüm" deyip başını koparıvermiş.
Allah rasûlü kendi devletindeki münafıkları öldürmemiş. Bildiğini onlara bildirmemiş. Yeminlerine ve şehadet kelimelerine inanır görünmüş ama onlara karşı dikkatli olmuş.
Kendisi vefat ederken münafıkların isimlerini Huzeyfe (r.a.)'ye bildirmiş. Böylece devletin bunlardan zarar görmesi önlenmiş.
Günümüzde kafirlerin localarında viski, votka içen cuma veya bayramlarda bizimle görünen çıkarcılar bilsinler ki, iki tarafda da bir köpek kadar değerleri yoktur.
Peki bunu, bu iki yüzlülüğü neden yaparlar? Kendinden önceki münafıkların kötü sonucunu gördüğü halde niye aynı nifak yolunda devam ederler?
(10) Onların kalblerinde hastalık vardır. Allahda onlann hastalığını artırmıştır ve yalan söyledikleri için onlara acıklı bir azap vardır.
Esrarkeşin, eroinmanın içtiği şeylerin kendisini Ölüme götürdüğünü gördüğü ve bildiği hâlde yine aynı kötülüğe devam ettiği gibi münafık da küçücük dünyevî çıkarları için ileride başına gelebilecek büyük zararları görmezlikten geliyor.
Bu bir hastalıktır. Tedavisi için Rasûlullaha ve onun yolunda olanlara müracaat etmedikleri için Allah onların hastalığını artırdı.
Yedinci âyette "Allah onların kalblerini ve kulaklarını mühürledi" buyuruyor.
Görünüşe göre cebrilik var gibidir. Yani Allah dilediğinin kalbini mühürlüyor. Dilediğinin münafıklığını artırıyor.
Ancak Allah (c.c.) bunların yapılmasına sebeb olarak yine kişilerin yaptıkları kötülükleri gösteriyor.
Yani kul kötülüğü istiyor, rabbimizde yaratıyor. Eski batıl dinlerden bir kısım iyi niyetli bilginler şerri, kötülüğü Allah yaratmaz, O'nun sanma . yakışmaz mantığından hareket ederek hayır tanrısı ve şer tanrısı diye ilahlar türetmeye gitmişlerdir. Biz hayrı da şerri de Allah yaratır diyerek tevhide inanırız.
Bugün müslümanlara en büyük zarar müslümanlığı tam atamamış, batı standartlarını tam tutamamış ikisi arasında bocalayan hasta tiplerden gelmektedir.
(11) Onlara "yeryüzünde fesad çıkarmayın" denildiğinde: "Biz ıslahatçılarız" derler.
İlk insanın imanı tabiatın ilk yaratıldığı günlerdeki gibi tertemizdi. Karalar, denizler ve havalar müminlerin imanı gibi pırıl pırüdı.
Önce imana şirki bulaştırdılar. Allanın kanunlarını hiçe sayarak kendilerini ilahlaştırdılar. Ondan sonra tabiata da müdahale ederek gönüllerindeki pisliği tabiata da akıtmaya başladılar. Rabbimiz: "Ey iman edenler! Müşrikler ancak pisliktir" buyurur. O tertemiz elbiselerinin içinde kara gözlüklerinin gerisinde tabiatı kirletmek, dünyanın her tarafında anarşi çıkartıp insanların kanını paraya çevirmek, kimyasal silahlar satarak midesini patlatmak için koşan bu hasta adamlar: "Yahu etmeğin, eylemeyin yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayın" deseniz, onlar "biz Yalta zırvasında, Malta zırvasında, Londra zirvesinde insanları ıslah için bir araya geliyoruz" diyorlar. Peki ama her zirvenizin sonunda Hamada, Halepçe'de, Afganistan'da İran'da, Grenada'da, Azerbaycan'da yüzbinlerce insan öldürülüyor.
Rabbimiz bizi bu ikibinli (bin dörtyüzlü) yıllarda bizi uyarıyor: