3. Gayba iman etmek, namaz kılmak ve Allah rızâsına uygun harcama yapmak; İslâm'ın fert ve topluluk olarak insana getirdiklerinin ve ondan istediklerinin güzel bir özetidir. Gayba iman, iman esaslarına; namaz kılmak, özel duygu ve davranışlarla Allah'a ibadet etmeye; Allah rızâsına uygun harcamada bulunmak (infak) ise dayanışmaya, düzen ve adalete, yani muamelâtın ruhuna ve amacına işaret etmektedir.
İman akıl ve vicdanın doğrulaması (tasdik), dilin bunu itiraf edip söylemesi (ikrar) ve davranışların da bunlara uygun olmasıyla gerçekleşip tamamlanmaktadır. Yalnızca tasdik bulunur, fakat söz ve davranış buna aykırı ve tutarsız olursa iman zayıf demektir. Böyle bir imanla gerçek manasıyla İslâm yaşanmış ve temsil edilmiş olmayacağı gibi, İslâm'ın insanlara vaad ettiği mutluluğa da erişilemez. Söz ve uygun davranış bulunur da kalbin tasdiki bulunmazsa ya şuursuz, rastgele bir dış uygunluk yada ikiyüzlülük (münafıklık), durumu gizleme (takıyye) söz konusudur. Her ne kadar âhirette zerre kadar İmanın bile insana fayda vereceği ve sonunda onu cehennemden çıkararak cennete sokacağı sahih hadislerde bildirilmişse de dinin vaad ettiği dünya ve âhiret saadeti ancak "tasdik, ikrar ve tutarlı amel" unsurlarının birlikte var oluşu halinde gerçekleşir.
Gayb "gözle görülmeyen; akıl, duyular vb. beşerî bilgi vasıtalarıyla bilinemeyen varlıklar, ilişkiler ve oluşlar"dır. Allah, vahiy, kader, yaratılış, ruh, kıyametin zamanı, kabirde olacaklar, yeniden dirilme, toplanma, sırat, terazi, cennet, cehennem,., hep gayb âlemine dahildir. Bunlar hakkında bilgi alınabilecek iki kaynak vardır: Vahiy ve ilham. Akıl, ancak bu iki kaynaktan alınacak bilgiler üzerine tefekkür yoluyla açıklamalar getirebilir. Keşif, kalp gözünün açılması, Allah tarafından haber verilmek (tahdîs) gibi çeşitleri veya isimleri bulunan ilham, ancak İslâm'a sağlam iman ve onun esaslarını samimiyetle (İhlâs) yaşama sonucu elde edilmiş bulunursa muteber olur. Yine de ilham objektif ve herkes için geçerli, üzerine genel hüküm bina edilebilecek bir bilgi kaynağı değildir, kime gelmişse onu ilgilendirir, umumi ve kesin delillere (vahiy) aykırı olmamak şartıyla onu bağlar.
"Namaz kılarlar" (yüsallûne) yerine "namazı ikame ederler" (yukîmûne'ssalâte) ifadesinin kullanılmış olması, namaza önem verilmesi, onun devamlı ve şartlarına uyularak eda edilmesi gerektiğini anlatmak içindir. Namaz dinin direği, ibadetlerin özü ve özetidir, Allah'ın Resulü, mutluluğu namazda bulduğunu, onunla yaşama sevinci kazandığım ifade buyurmuştur.
"Kendilerine verdiklerimizden harcayanlar" nitelemesi iki önemli konuya ışık tutmaktadır:
1. Allah Teâlâ'nın bütün verdikleri harcanmayacak, yeteri ve gereği kadarı harcanacak, geri kalanı yine iyi maksatlarla tasarruf edilecektir.
2. Harcama Allah'ın rızâsına uygun olacaktır. Bu da kişinin kendisi, ailesi, yakınları ve diğer ihtiyaç sahipleri için yapacağı harcamaları, vakıf, tesis, hayrat vb. yatırımları kapsamaktadır. Dünya nimetleri, yer altı ve yer üstü servetleri mülk olarak yaratıcısına aittir. İnsanlar meşru yollardan onlara sahip olduklarında bu sahiplik mecazidir ve sınırlanmıştır; asıl sahibinin izin verdiği kadar ve O'nun gösterdiği yerlere, belirlediği şekillerde sarfedilebilir. Bir zerresi yersiz, faydasız ve gereksiz sarfedildiğinde Allah'ın mülküne, O'nun halen yaşayan ve gelecekte yaratacağı kullarının haklarına tecavüz edilmiş olur. Bu tecavüzlerin yaptırımı dünyada sosyal ve ekonomik krizlerdir, tabiatın tahrip edilmesi, çevrenin içinde yaşanamaz hale gelmesidir; âhirette ise mutlak âdil olan hâkimin vereceği cezalardır.
4. Allah bir olduğuna, din de Allah'ın gönderdiği,kendisiyle kulları arasında bir bağ, kullan için bir irşad, bir hayat düzeni olduğuna göre gerçek bir peygamberin aracılığı ile Allah'ı tanıyan ve O'na iman edenlerin diğer peygamberlere ve hak dinlere de iman etmesi kaçınılmazdır. Ancak böyle bir imanla tevhide ulaşılır: Allah birdir ve bütün insanlar bir tek, eşi ve ortağı olmayan Allah'ın kullandır, bütün peygamberler bir Allah'ın elçileridir, bütün hak dinler bir Allah'tan gelmiş ve aynı esaslan getirmiştir. Kültür ve medeniyet geliştikçe insanlar bu bakımdan değiştikçe Allah Teâlâ yeni peygamberler ve dinler göndererek nihaî dini tamamlamış, eskiyen kısımlan (önceki ümmetlerin ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik amelî hükümleri, öğretileri) yenilemiştir.
Hak dinin adı İslâm'dır, bütün semavî dinler ard arda gelerek İslâm binasını tamamlamıştır. Son peygamber Hz. Muhammed'den sonra yeni bir peygamber ve din gelmeyeceği bildirilmiştir. Son kitabın ışığı altında işletilecek olan insan aklı, yeni ihtiyaçları karşılamak için yeterli hale gelmiştir. Müslümanlar tarihe ve dünyaya bu iman, düşünce ve duyguyla bakıp böyle değerlendirirler. İnsanları tek Allah'ın ve tek dinin sevgi, rahmet ve kardeşlik bayrağı altında toplayabilecek başka bir iman ve düşünce de mevcut değildir.
Bütün hak dinlerde âhirete seksiz ve şüphesiz inanma esası vardır. Âhirete iman unsuru bulunmadan ne din olur ne de sağlıklı bir dünya düzeni kurulabilir. Dünya gelip geçicidir, âhiret ise ezelî ve ebedîdir. Dünyada kesintisiz mutluluk ve ölümsüzlük arayanlar hüsrana uğramış, asıl mutluluk ve sonsuzluğu da kaybetmişlerdir. Bütün dinlerin âhiret inancı üzerinde ısrar etmesinin hikmeti bu ziyanı ve hüsranı önlemektir.
5. Allah Teâlâ'dan vahiy yoluyla geldiğinde ve takva sahipleri için doğru yolun kılavuzu olduğunda şüphe bulunmayan Kur'ânı Kerîm'i kendilerine rehber edinen müttakilerin doğru yolda olmaları mantık gereği ve tabiidir. "Rablerinden gelen doğru yol üzerinde olanlar ancak onlardır" cümlesi bu tabii ve mantıkî sonucu açıklamakta ve teyit etmektedir. Her yolun ulaştığı bir son, bir menzil, bir hedef vardır; burası yolu takip edenlerin ulaşmak istedikleri yerdir, yolu seçenler buraya ulaşmak için seçmişlerdir. …..
… İnsanın Allah, kâinat ve diğer insanlarla ilişkisinde tutacağı doğru yol dinin rehberliğinin dışlandığı durumların çoğunda bulunamamıştır, bulunamayacaktır. Yalnız takva sahiplerinin bu yolda olduklarını bildiren âyet işte bu gerçeği dile getirmektedir. Yol doğru seçilmişse ve insanlar o yolda usulünce yürüyorlarsa hedefe ulaşılacaklardır, bu hususta şüpheye yer yoktur. Dünya hayatı bir yolculuk olarak düşünülürse yolcunun amacı mutluluktur; korktuklarından kurtulup umduklarına nail olmaktır. İşte kurtuluş budur, zafer ve felah buna denir. İslâm, her gün beş kere ezanda "haydin felaha!" diyerek insanları kurtuluşa, iki cihan saadetine çağırmaktadır. Kur'ânı Kerîm'i rehber edinenlerin buna erişecekleri müjdesini ise birçok benzeri gibi konumuz olan âyet de en güçlü üslûpla açıklamaktadır: "Kurtuluşa erenler ancak onlardır."
Ali Küçük tefsiri:
3: "Onlar gayba inanırlar."
Onlar gayba iman eden kimselerdir. Veya gıyaben iman ederler onlar. gayb; Gâbe fiilinin mastarı olup, gözden ve duyulardan gizli olan, görülüp bilinmeyen anlamınadır. Gayb; Duyularla algılanamayan, insanın deney ve gözlemlerine konu olmayan, Allah, cennet, cehennem, melek, vahiy, öldükten sonra dirilmek, hesap, kitap gibi tadılıp koklanamayan, ölçülüp tartılamayan Allah’ın verdiği haberlerdir ki, işte bunlara iman gayba imandır. Veya gıyaben imandır.
Gayb, bilginin konusu değil imanın konusudur. Gaybı bilen kişi üstün değil, gayba inanan kişi üstündür. Çünkü gaybı bilme türünde bir kulluk istememiştir Allah bizden. Eğer gaybı bilme, gayptan haberdar olma gibi bir sorumluluğumuz olsaydı, şu anda hepimizin buna sa’yi gerekecekti.
“Onlar gayba iman ederler." Değil de “Onlar gaybı bilirler” denseydi, şu anda hepimiz gaybı bilmek için uğraşmak zorundaydık. Ama öyle demiyor Allah. Yâni bizim, şu anda gaybı bilmek türünde bir kulluğumuz veya bu tür bir sorumluluğumuz yoktur. O muttakiler gaybı bilirler, ya da bilmeye çalışırlar denmiyor da gaybe iman ederler deniyor. İman bilginin konusu değildir. Bilinen ve görülen bir şeye iman da istenmez zaten. Meselâ; “dünyaya inanın” denmez. Çünkü dünyayı zaten görüyor ve biliyoruz. Ama âhirete inanın denir. Çünkü âhireti görmüyoruz. Kimi insanlar şu anda gaybı bilmeleriyle, gaypdan haber vermeleriyle övülüyorlar değil mi?
Filan zat kalpten geçenleri biliyormuş. Falan kes duvarın arkasından haber veriyormuş, gibi insanlar gaybı bilmeleriyle methediliyorlar. Halbuki gayb bilginin konusu değil, imanın konusudur. Gayb bilinmez, ona iman edilir. Gaybı bilen kişi değil, ona iman eden kişi muttakidir. Bilinen bir şeye iman söz konusu olmayacağına göre, ne gariptir ki bilmeden övdükleri kimseleri imansızlıkla itham ettiklerinin farkında bile değildir adamlar.
Gaybın bir kaç çeşidi vardır:
1 Hiçbir delili olmayan gayblardır ki; bunları ancak Allâm’ul Guyûb olan Allah bilir. Ne melek, ne cin, ne de resûllerin bilmedikleri gayb. Allah’tan başka hiç kimsenin, hiçbir varlığın bilmediği gayb.
"Gaybın anahtarları O’nun katındadır. O’ndan başkası asla onu bilemez!" (En’âm 59)
Âyeti bunu anlatır. Bu konuda söz sahibi sadece Allah’tır. Kur’anı Kerîm’de Cenabı Hakkın mahiyetini açıklamadığı, sadece varlığını ve ismini bildirdiği bazı gaybî gerçekler vardır.
"Kıyametin saatini bilmek ancak Allah’a mahsustur. Yağmuru O indirir. Rahimlerde olanı O bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez ve hiç kimse nerede öleceğini bilemez. Şüphesiz ki bütün bunları bilen Allah’tır, Allah her şeyden haberdardır." ( Lokman: 34 )
Bunlar hiç kimsenin bilmediği gaybî konulardır. Hattâ bakın Allah’ın Rasûlü buyurur ki, Kur’an’ın diliyle:
"De ki; Ben kendime, Allah’ın dilediğinden başka ne bir fayda ne de bir zarar verme gücüne sahip değilim. Eğer ben gaybı bilseydim kendim için hayrı çoğaltır, bana hiçbir kötülük de dokunmazdı." (A’râf: 188)
Öyle değil mi? Allah’ın Rasûlü, başına gelecekleri bir saat öncesinden bilseydi tedbir almaz mıydı? Meselâ onu akrep sokmuştur. Bir kaç dakika önceden bunun başına geleceğini bilseydi, Allah’ın Rasûlü tedbir almaz mıydı? Savaşta kılıç darbesi almış ve mübârek yanakları yaralanmıştır. Attan düşmüş ve kendisine sihir yapılmıştır. Gaybı bilseydi bunlara tedbir almaz mıydı Allah’ın Resulü? Hanımının gerdanlığı kaybolmuş, çölde saatlerce aranmış, hattâ hanımı Hz. Ayşe hakkında bu konuda dedikodu çıkarılmış, durumu bilmeyen Allah’ın Rasûlü çok huzursuz olmuş; "Ya Ayşe doğru söyle, böyle bir şey oldu mu?" buyuracak kadar bunalmış ve Ayşe anamızın temiz olduğuna dair âyetler gelinceye kadar da huzursuz bir vaziyette beklemiştir. Eğer Allah’ın Rasûlü gaybı bilmiş bunlar asla olmazdı.
Sûrenin daha sonraki bölümlerinde gelecek ve Rabbimiz şöyle buyuracak:
"Sizin gizlediklerinizi de açıkladıklarınızı da bilirim."
Buna göre insanların kalplerinden geçirdikleri düşünce ve niyetler de ancak Allah’ın bilebildiği gaybî bilgilerdir. Hiçbir kimsenin bu gibi şeyleri bilmeye veya bu konularda fikir beyan etmeye hakkı ve selahiyeti yoktur. Her kim ki bu gaybî konuları bildiğini iddia ederse veya “falan zat kalpten geçenleri bilir” derse:
a Yalnız Allah’a ait olan bu gaybı bilme sıfatını kendisinde gördüğünden dolayı,
b Kendisine vahiy geldiğini iddia ederek Allah’ın, son elçisi aracılığı ile vahyin kesildiğine dair verdiği haberini yalanladığı için küfre girmiş olur. Yâni biraz önce de söylediğim gibi, kimileri “işte bu zat kalpten geçenleri bilmektedir” diye övülmeye çalışılıyor. Halbuki kalpten geçenleri bilmek bir üstünlük sebebi değil ki! Yâni birisi benim kalbimden geçenleri bildiği için üstünse, ben onları ondan önce bildiğim için, ondan daha üstünüm demektir. Sonra ne olacak benim kalbimden geçenleri bilmesi? Ne işi var benim mahremimde adamın? Allah’ın örttüğünü açmasının ne mânâsı var ki? Elhamdülillah ki Rabbim örtüvermiş onları. Değilse aynı yastığa baş koymuş karı koca bile bir anda kalplerinden geçenleri bilivermiş olsalardı belki yüz yüze bakamayacak hale gelirlerdi. Neden? Çünkü insanın kalbinden elinde olmadan çok acayip şeyler geçebilmektedir ve onların tümüne muttali olan Rabbimiz bile eyleme dönüştürmedikçe onlardan kişiyi sorumlu tutmamaktadır.
2 İkincisi; delili olan ve Allah’ın vahiy yoluyla sadece razı olduğu Resûllerine bildirdiği gayblardır ki, işte yukarıdaki âyet bunu anlatır. O muttaki mü'minler, Allah’ın vahiy yoluyla peygamberine bildirdiği gayba inanırlar, o gaybî bilgilere iman edip teslim olurlar.
ifadesindeki "lâm" ahd içindir. Yâni muttakilerin inandıkları gayb, delili bulunan bu gayblardır. Allah, peygamberler, âhiret ve ahvali, melekler, nübüvvet, peygamberler, kitaplar, bunlar delili olan gayblardır. Yâni Allah’ın, peygamberine vahiy yoluyla bildirdiği gaybî bilgilerdir.
Meselâ Rasûli Ekrem Efendimiz, önceden Yakup oğullarının Mısır’a gidiş hadîsesini, Hz. Yusuf’un kardeşleri tarafından kuyuya atılışını, Yusuf’un Mısır’da satılışını, sonra zindana atılışını, sonra Allah’ın izniyle devletin başına geçip babası ve kardeşlerinin yâni İsrâil oğullarının Mısır’a yerleşmesini bilmiyordu. Allah kitabında uzunca bunu anlattıktan sonra buyurdu ki:
"Ey Peygamberim! Bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Onlar elbirliği edip düzen kurdukları vakit sen yanlarında değildin" (Yusuf: 102)
İşte Peygamberimizin bildiği gaybî haberler de bu vahyedilen haberlerdir. Yâni Allah’ın şu kitabında haber verdiği gaybî bilgilerdir. Çünkü Allah’ın Rasûlü, kendisine bu kitap gelmeden önce bunların hiçbirisini bilmiyordu. Allah bu kitabı sayesinde ona bildirdi.
Allah’ın Rasûlü daha önce namaz nedir, abdest nedir, cennet nedir, cehennem nedir, kıyamet nedir, hesap kitap, haşır neşir nedir bilmiyordu. Allah tüm bunları kitabında bildirdi. Rasûli Ekrem de daha önce kendisi için gayb olan bu bilgileri biliverdi. İşte Allah’ın Resûlüne bildirdiği ve Rasulullah’ın da bildiği gayb birimleri bunlardır. Nitekim Cin sûresinde Rabbimiz bu hususu anlatırken şöyle buyurur:
"De ki; Rabbinizin sizi tehdit ettiği azap yakın mı, yoksa Rabbim ona uzak bir zaman mı tayin etti, bunu ben bilmiyorum. Çünkü gaybı bilen ancak O’dur. Fakat O Rabbim, hiç kimseyi gaybına müzahir kılmaz. (Hiç kimseye onu ezdirip bozdurmaz) Ancak seçtiği peygamberler müstesnadır. Çünkü onun önünden ve arkasından gözcüler koyar” (Cin: 25,26,27)
Bakın, bu âyeti kerîmede son derece açık bir şekilde Rabbimiz, gaybını ancak seçtiği peygamberlerine ulaştırdığını anlatıyor. Peygamberlerini gaybına muttali kıldığını haber veriyor. Ama dikkat ederseniz peygamberlerine bildirdiği bu gaybî bilgilerin de melek vasıtasıyla kendilerine ulaştırılan vahiy olduğunu haber veriyor.
…..
Öyleyse, bu âyetten anlıyoruz ki; Peygamberlere bildirilen gayb Cebrâil vasıtasıyla bildirilen gaybî bilgilerdir. Demek ki, peygamberimize bildirilen gaybî bilgiler, Kur’an’da Rabbimizin ona bildirdiği bilgilerdir. Peki o zaman Peygamber Efendimiz gaybı bilir mi? Hayır, peygamberler de gaybı bilemezler. Peki, Allah bildirirmiş ama, bakın burada bildirir diyor. Evet, peygamberler Allah’ın kendilerine bu kitapta bildirdiklerini bilir, diyeceğiz.
…..
Evet o mü'minler gayba inanırlar, hayat programlarını bu imana bina ederler. Sonra o muttakiler:
"Namazı ikâme ederler."
Kur’an’dan istifade edebilmenin üçüncü şartı da kişinin ondan öğrendiklerini hemen pratiğe aktarmaya hazır olmasıdır. Namaz, Kur’an’ın emrettiği ilk ve en önemli görevlerden biri olduğu için imandaki samimiyetin ölçüsü ve pratik bir delilidir. Ama bakıyoruz Kur’anı Kerîm’de hiçbir yerde:
“Elleziyne yusallune’s Salâte”
Onlar namazı sallâ yaparlar, yâni namazlarını kılarlar ifadesi kullanılmamıştır. Namazla alâkalı olarak sürekli ikâme kelimesi kullanılmıştır. İkâme lügatte ayağa kaldırıp dikmek demektir. Onun içindir ki:
"Namaz dinin direğidir"
buyurur Allah’ın Rasûlü. Öyleyse namazla dinimizin direğini dikmemiz emrediliyor bu âyeti kerîmede. Yâni öyle bir namaz kılacağız ki; kıldığımız bu namaz hayatımıza hâkim olan bir namaz olacak. Değilse başka âyetlerden öğreniyoruz ki; hayata etkili olmayan, hayatı düzenleme konusunda varlığından söz edilemeyen bir namaz, Allah’ın istediği bir namaz değildir.
Meselâ; fakiri doyurmaya teşvik etmediği halde, yetimi itip, kakıp, azarladığı halde, randevusuna riâyet etmeyip sözünü yerine getirmediği halde, emanete hıyanet edip, namus ve iffetine sahip çıkmadığı halde, başkalarının namus ve iffetine uzandığı halde, haram yiyip içtiği halde, hâsılı hayatını âhiret inancına bina etmediği halde sadece din kurtarmak için kılınan bir namaz, namaz değildir. Yâni namaz dışındaki tüm hayatımızı da kapsayacak bir namaz isteniyor bizden.
Bir de namaz, ancak cemaatle ayağa kaldırılabilecek büyük bir direğe benzetilmiştir. Yâni namazın sosyal hayatı düzenleme fonksiyonu vardır. Toplumda namaz ayağa kaldırıldığı zaman dinî hayat ayağa kaldırılmış demektir. Meselâ bir ülkede oturan insanların her biri, tek tek namazlarını kılsalar bile namaz ikâme edilmiş sayılmaz. Namaz, toplum olarak ikâme edilmesi gereken bir ibâdettir.
1 Ta'dili erkânına göre huşû ve huzû ile doğru dürüst namaz kılarlar onlar.
2 Namaz için mesai sarf ederler. Namaz ortamı hazırlarlar. Namazın önündeki engelleri kaldırmak, mü'minlerle namaz arasına dikilmiş tüm barikatları yok etmek için ciddi savaş verirler.
3 Namazla ilgili emri bil’marûf ve nehyi ani’l münker yaparlar. Çevrelerine, çocuklarına namaz eğitimi verirler. Namaz kılmayan kimseleri uyarıp onlara da namaz kıldırabilmenin mücâdelesini verirler. Bunu kendilerine en büyük dert edinirler.
4 Namazı ayağa kaldırırlar, namaz ortamı hazırlarlar. Namazı hayat programının odak noktası haline getirirler. Hayat programının içine sıkıştırılmış bir namaz değil, ya da namaza yer bırakmayacak bir hayat programı değil, namaza göre ayarlanmış bir hayat programını gerçekleştirmenin uğraşısı içine girerler.
5 Namazla Allah’tan mesaj alarak namaz sonrası hayatı bu mesajla düzenlemeye çalışırlar. Namazı ne dediğini, ne okuduğunu anlayamayacak biçimde kuru bir hareketler manzumesi değil, Allah’tan vahiy alma ameliyesi haline getirirler.
6 Namazlarını; namaz öncesi hayatlarının Allah’a tekmilini verme makamı bilirler. Namaz öncesi yapıp ettiklerinin raporunu sunmak ve namaz sonrası yapacaklarının taahhüdünde bulunmak üzere Rablerinin huzuruna çıkma makamı bilirler.
"Kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcarlar onlar."
Muttaki olmanın ve bunun tabii sonucu olarak Kur’an’dan istifade edebilmenin dördüncü şartı da kişinin Kur’an’da Allah’ın istediği biçimde malını başkalarıyla paylaşmaya hazır olmasıdır. Allah’ın kendisine tahsis buyurduğundan onlar infak ederler, harcamada bulunurlar. Allah onlara ne tahsis buyurmuşsa ondan infak ederler. Bu âyette Rabbimiz mallarından, kazandıklarından, sahip olduklarından infak ederler demiyor da, bizim kendilerine verdiklerimizden diyor.
Demek ki bu mallar, mülkler, servetler, imkânlar, fırsatlar bizim değildir. Biz kazanmadık bunları, Allah verdi bize. Allah’ındır bunlar. Mal sahibi Allah’tır. Her şeyin sahibi O’dur. Malın, mülkün, rızkın, hayatın sahibi O’dur. Bir başka yerde:
"Size ne oluyor ki Allah yolunda malları harcamıyorsunuz! Göklerin ve yerin mîrası zaten Allah’ın değil midir? Sonunda hepsi O’na kalmayacak mıdır?" (Hadîd: 10)
Ne zannediyorsunuz yâni? Sonunda semavat ve arzın mîrası Allah’a kalmayacak mı? Şu cebinizdekiler, şu kasalarınızdakiler, şu koynunuzdakiler, hepsi Allah’a kalmayacak mı? Bilesiniz ki hepiniz gideceksiniz ve her şeyiniz Allah’a kalacaktır. Ne kadar akıl erdirici bir ifade değil mi? Yâni sizler tuttunuz, öptünüz, sarıldınız, vermediniz. Peki sonunda kime kalacak da bunlar? Allah’a kalacaksa sonunda niye vermiyorsunuz? Niye bunu anlamaya yanaşmıyorsunuz? diyor Rabbimiz.
Biraz ilerideki âyette de şöyle buyurulur:
"Allah’a ve peygamberine iman edin! Ve sizi halef kıldığı mallardan Allah yolunda harcayın!" (Hadîd:7)
Allah’ın bizi halef kılması; birinin arkasından bir başkasının gelip sahip olması demektir. Bugün birinin cebindeki para, dün bir başkasının cebindeydi. Bugün birinin tohum attığın tarlaya, dün bir başkası tohum atıyordu. Bugün birinin bindiği araba, dün bir başkasına aitti, yarın da bir başkasına ait olacaktır. Bugün size yağmur gönderen bulut dün başkalarına hizmet ediyordu. Bugün size süt veren inek dün başkalarına hizmet ediyordu.
Veya bir vakitler bu mülk Âd’ındı, sonra Semûd’un oldu, sonra Medyen’in, sonra Tubba’nın, sonra Emevi’nin, sonra Selçuklu’nun oldu, sonra Osmanlı’nın oldu, sonra dedenin babasının, sonra ananın kocasının oldu, sonra da sana intikal etti. Unutmayasın ki; sende de kalmayacak, yarın bir başkasının mülküne intikal edecek. Öyleyse infak et! Çünkü sende de kalmayacak diyor Rabbimiz.
İstesek de istemesek de, versek de vermesek de bilelim ki; bir gün ya o mallar bizi terk edecek, ya da biz onları terk etmek zorunda kalacağız. Ya bir iflasla, bir felâketle o mallar bizi terk edecek, ya da bir ölümle biz onları bırakıp gideceğiz. Bu iki seçenekten başka bir imkânımız yoktur.
Zaten bu inançta olmayan insanlar, Allah’ı mülkün sahibi bilmeyen, kendilerini mülke sahip zanneden insanlar zırnık bile veremezler. Böyle inananların, böyle düşünenlerin vermeye, verebilmeye asla güçleri yetmez. İsteseler de veremezler böyleleri. Ama mülkün sahibi Allah’tır, bu elimdekiler, bu cebimdekiler benim değildir, bunlar Allah’ındır, ben zaten Allah’ın olanı Allah yolunda, Allah’ın kullarına veriyorum! diyebilen kişi infak edebilecektir. Mülkün Allah’a ait olduğuna iman eden kişi verebilecektir.
Bakın Yâsîn sûresinde anlatılır:
"Onlara Allah’ın size verdiği rızıklardan infak edin dendiği zaman kâfirler mü'minlere derler ki, dilediği zaman Allah’ın doyuracağı kimseyi biz mi doyuracağız? Siz ancak açık bir şaşkınlık içindesiniz! (Yâsîn: 47)
Allah bizden infak istiyor, olacak şey midir bu? Yâni Allah’ın doyurmaya güç yetirdiği halde doyurmadıklarını biz mi doyuracağız? dediler. Yâni Allah bu fakir kullarını doyurmaktan âciz de bizden onları doyurmamızı istiyor öyle mi? Yâni Allah fakir, biz zenginiz öyle mi? dediler. Kâfir mantığıdır bu. Aynen bunun gibi: Yâni Allah’ın öldürdüğü yenmiyor da bizim öldürdüğümüz, bizim kestiklerimiz mi yenecek? demişlerdi başka bir yerde. Hani vadesiyle, kendiliğinden ölen hayvanlar yenmiyor da, bizim kestiklerimiz yeniyor ya. Kâfirler öyle diyorlardı. Bu ne biçim iştir? Allah’ın öldürdüğü yenmiyor, bizim öldürdüklerimiz yeniyor. Kâfir mantığı, burada da öyle. Sanki kendi öldürdüklerini kendileri öldürdü de, Allah’ın öldürdükleri ayrıdır. Halbuki onların öldürdükleri, kestikleri de Allah’ın öldürdüğüdür, Allah’ın öldürdüğü de Allah’ın öldürdüğüdür. Veya sanki rızık kendilerinin! Sanki mal kendilerinin! Sanki Allah’ınkilerle kendilerininki farklı. Sanki kendi ellerindekiler kendilerinin de Allah’ın ayrıca malı mülkü var. Sanki kendi ellerindekiler, ceplerindekiler Allah’ın değil. Halbuki onların ellerindekiler de Allah’ın, Allah’ınkiler de Allah’ındır. Tüm mallarmülkler Allah’ındır. İşte bunu anlayamayanlar, kendilerini mülkün sahibi bilenler zırnık bile veremezler.
Allah korusun da bugün müslümanlar maalesef sanki bu âyetlerden habersiz bir hayat programı yaşamaktadırlar. Rabbimiz bütün bu âyetleriyle bize infak yasasına bağlı bir hayat programı tarif ederken, ekonomik hayatımızı infaka dayalı olarak ayarlamamızı ısrarla öğütlerken maalesef müslümanlar tüm bu âyetleri diskalifiye edercesine kâra dayalı, kazanma esasına dayalı, daha fazla büyüme, daha fazla şişme esasına dayalı bir hayat programı gerçekleştirmenin hesabı içine düşmektedirler.
Gerçekten hangi vahiy biriminin, hangi âyet grubunun, hangi peygamber modelinin müslümanlara bu hayat felsefesini empoze ettiğini anlamak mümkün değildir. Bakıyoruz bugün, hemen hemen müslümanların hepsi, hacısı; hocası da dahil olmak üzere geceli gündüzlü daha fazla kazanmak, daha fazla büyümek, daha büyük ekonomik güce erişmenin hesabı içinde çırpınmaktadırlar.
İşin garibi ve anlaşılmaz yönü de müslümanlar bunu din adına yaptıklarını söyleyebilmektedirler. Efendim müslüman zengin olmalıdır. Bugün bizlerin zengin olma hedefimiz, büyüme isteğimiz, daha fazla ekonomik güce ulaşma programımız daha iyi, daha faziletli müslüman olmak içindir. Daha müslümanca bir hayata ulaşmak içindir. Zenginleşirsek daha iyi müslüman olacağımıza inancımızdan ötürü bunu yapıyoruz diyerek Allah’a akıl vermeye, Allah’a yol göstermeye çalışıyorlar. Ya Rabbi biz bunu münâsip gördük, iyi bir müslümanlık için, herhalde sen de bundan başka bir şey demezsin! demeye çalışıyorlar.
Halbuki; Allah indirdiği âyetlerin hiçbirinde, kitabının hiçbir yerinde: Ey müslümanlar! Aman ha! Ne yapın yapın, daha fazla zengin olmaya çalışın! Bütün gücünüzü, bütün kafanızı, bütün kalbinizi, bütün imkânlarınızı, bütün mesainizi, bütün zamanlarınızı mal mülk toplamaya harcayın! Fark etmez, ben zaten lüks olsun diye indirdim kitabımı, onu tanımasanız da olur! Laf olsun diye gönderdim Peygamberi, onunla diyalog kurmasanız da olur. Siz bırakın şimdi bunları da aman para kazanmaya bakın! Zira zenginler benim katımda daha üstündür! diye bir âyet indirmedi Allah. Ben, bugüne kadar Kur’an’ın hiçbir yerinde böyle bir âyet görmedim. Yok ki böyle bir emir. O zaman Müslümanların kendilerine böyle bir yolu, böyle bir hayat programını, böyle bir hedefi nasıl çizdiklerini anlamak mümkün değildir.
İşin bir başka garip yönü de bugün müslümanlar, “Allah için kazanıyoruz” dedikleri halde kazandıklarını Allah için değil de, hep kendileri için harcıyorlar. Atlarını, arabalarını daha lüks hale getirmek için, ev eşyalarını değiştirmek için, kılık kıyafetlerini değiştirmek için, yeme içmelerini farklılaştırmak için, sofralarını zenginleştirmek için harcıyorlar.
Gelin öyleyse buna bir sınır getirip, biraz da Allah’ın âyetleri ne diyor? Bakara neden söz ediyor? Allah’ın kitabı bizden nasıl bir hayat istiyor? Nasıl bir amel istiyor? Nasıl bir iman istiyor? Peygamber ne diyor? Bize nasıl bir hayat programı gösteriyor? Biraz da bunları öğrenecek zamanımız olsun. Bu âyetlere de iman imkânımız olsun. Neredeyse ekonomik insan olup çıktık Allah korusun. Paradan başka, ekonomiden başka, ekonomik büyümeden başka hiçbir şey düşünmeyen ekonomik insan olup çıktık. Hakkımız yok buna. Bunun için gelmedik bu dünyaya. Allah bizi bunun için yaratmadı.
…..
“Verdiğimiz rızıklardan infak ederler” diyor Allah. Öyleyse rızık olarak ne vermişse Allah onu infak edeceğiz. İlim mi verdi Allah, rızık olarak? Akıl mı verdi? Sıhhat mı verdi? Basîret, zekâ mı verdi? El mi verdi? Dil mi verdi? Boş zaman mı verdi? Bunları infak edeceğiz. Meselâ hayat da bir rızıktır. Onu dünyaya verdiğimiz kadar, para kazanmaya verdiğimiz kadar biraz da Bakara’ya vermek ve infakta bulunmak zorunda değil miyiz? Aklı hep mühendisliğe vereceğimize biraz da Âli İmrân’a vermeli değil miyiz? Boş zamanlarımızı hep para kazanmanın peşinde kullanacağımıza biraz da vahyi tanımaya ayırmalı değil miyiz? İnfak budur işte. Sahip olduğumuz her şeyi, her türlü imkânı Allah yolunda seferber etmektir infak. Tüm hayatı Allah için yaşamaktır.
Ama, genel mânâsıyla bizzat malın verilmesidir infak. Biz de inşallah bugünden sonra Allah’ın bize verdiklerinden mutlaka infak edelim. Güç olarak, ilim olarak, imkân olarak, zaman olarak infak edelim. Bugünden önce yapıyor idiyseniz zaten yaptınız. Çünkü sahabe namaz kılıyordu da Allah, bir daha namaz kılın! dedi. Veya iman ediyorlardı da Allah, bir daha iman edin! dedi. Bu emirler karşısında sahabe şöyle demedi: Kılıyoruz ya Rabbi, hayrola! Biz zaten iman ediyorken bu iman emri de nereden çıktı? filan demediler. Bugünden öncenizi bilmem gerekmez, ama bugünden sonra Allah’ın size verdiklerinden mutlaka infak edin!
İnfakta ölçü, ileride Bakara sûresinin bir başka âyetinde gelecek:
"Derler ki neyi harcayalım? Neyi infak edelim? De ki ihtiyaçtan fazlasını."(Bakara 219)
Şunu çok iyi bilmek zorundayız ki; malı imtihan olarak bize veren Allah, onun iktisap ve sarf yollarını da bize göstermiştir. Nereden kazanacağız ve nerelerde harcayacağız? Bunu da göstermiştir Allah. Bunu bizim keyfimize bırakmamıştır yâni. Öyleyse kendi kendimize ihtiyaç kapıları açmamalıyız. İhtiyacın tespitinde Rasulullah ve sahabenin yaşantısını dikkate almak zorundayız. Bu konuda Rasulullah çok hoş bir örnek verir:
"Yarım hurmayla da olsa kendini cehennemden korumaya çalış "
Yarım hurma, ne kadar da az değil mi? Ama ne kadar da çok ki, cehennemden kurtarıyor. Ne kadar az, ama ne kadar çok. Meselâ on ton hurması var adamın, bir tonunu veremiyor, ne kadar fukara. Ama berikinin bir tek hurması var ve yarısını bölüp birine verebiliyor, ne kadar zengin değil mi? Yâni demek istiyorum ki, çoğalsın da öyle verelim, zenginleşelim de ondan sonra verelim diye beklemeyelim sakın, çünkü çoğaldıkça zorlanıyoruz. On ton da bir tonu vereni pek göremiyoruz ama, iki tane olup da birini vereni çok görüyoruz yâni. Yüz milyarda on milyarı vereni pek göremiyoruz, ama yüz milyonda bir milyonu vereni çok görüyoruz.
Bir de her zaman söylediğimiz gibi İslâm’da determinizm anlayışı yoktur. Yâni bin lira infak eden bin liralık sevap kazanır, bir milyar lira veren de bir milyarlık sevap kazanır diye bir şey yoktur İslâm’da. Meselâ düşünün ki bir adamın bir çuval hurması var, bir başka adamın da bir tek hurması var. Bir çuval hurması olan adam yüz hurmayı çıkarıp fakirlere veriyor, bir tek hurması olan da bölüp onun yarısını bir kardeşine infak ediyor. Şimdi hangisi üstündür bunların? Yarım hurma veren değil mi? Neden? Çünkü birinin bir çuval hurması vardı, bunlardan yüz tanesini infak etti, geri kalan hurmaları kendisine kaldı, ama berikisinin bir tek hurması vardı, bölüp onun yarısını infak etti. Ona ihtiyacı varken, kendisine ancak yetebilecekken yarısını veren bu ikinci kişi ötekisinden daha üstündür.
Evet, unutmayalım ki infakta azlık çokluk değil, oran önemlidir. Bir milyon lirası olup da onun beş yüz binini infak eden bir müslümanın ulaştığı sevaba ulaşabilmesi için, bir trilyonu olan mü’minin beş yüz milyarı infak etmesi gerekmektedir. Bakın buna delilim şu hadistir:
Hz Ali efendimizin rivayet ettikleri bir hadislerinde Allah’ın Resûlü bu hususu şöyle anlatır:
“Resulullaha üç grup geldi. Onlardan biri: “Benim yüz dinarım vardı, onunu tasadduk ettim” dedi. Öbürü: “Benim on dinarım vardı, birini tasadduk ettim” dedi. Diğeri de: “Benim benim tek bir dinarım vardı, onun on da birini tasadduk ettim” dedi. Bunun üzerine peygamber aleyhisselâm şöyle buyurdu: “Hepiniz sevapta eşitsiniz. Çünkü her bireriniz malının onda birini sadaka olarak vermiştir.”
Öyleyse evinize götürdüklerinizden başkalarının evlerine de gitmesini sağlayın! Giydiğinizden başkalarının da giymesini, yediğinizden başkalarının da yemesini sağlayın! Paylaşmadan yana olun. Başka kardeşlerinizi de düşünmeden yana olun! Yâni yaşama standardınıza birilerinin de çıkmasını sağlayın! Kardeşlerinizin yaşam standartlarını kendinizinkine doğru yükseltmeden yana olurken, kendinizinkini de onlarınkine doğru alçaltmadan yana olun, eğer muttaki olmak istiyorsanız.
Takvalılara, kitapla yol bulacak olanlara, yollarını kitapla bulmak isteyenlere bakın Allah şöyle bir yol gösteriyor. Veya bir başka ifadeyle muttakilerin bir başka özelliklerini de şöyle anlatıyor Rabbimiz:
4:”Onlar sana indirilen kitaba da senden önce indirilenlere de inanırlar."
…..
Dikkat ederseniz burada Kur’an’a imanla öteki kitaplara iman ayrı ayrı zikredilmiştir. Öyleyse Kur’an’a imanla öteki kitaplara iman ayrı ayrı olacaktır. Yâni bizim Kur’an’a imanımızla öteki kitaplara imanımız ayrı olacaktır. Kişinin Kur’an’a imanı aynı zamanda onunla amel ederek onu pratikte uygulamaya imandır. Ben Kur’an’a inandım diyen kişi, onunla amel etmem, onu pratik hayatımda uygulamam gerektiğine inandım demektedir. Fakat öteki kitaplara iman böyle değildir. Önceki kitaplara imanımız onlarla amel etmek üzere, onları pratikte uygulamak üzere değildir. Önceki kitaplara iman sadece Rabbimizin Hz. Adem’den bu yana insanlığı kesinlikle vahiysiz bırakmamış olduğuna imandır.
……
Meselâ şöyle bir iman caizdir: Allah Hz. Mûsâ'ya Tevrat diye bir kitap göndermiştir, ben bu kitaba inanıyorum, gönderildiği şekliyle içindekiler haktır, ama bilmiyorum, orijinali bana kadar ulaşmamıştır demek doğru bir iman modelidir.
Ama şöyle bir iman doğru bir iman değildir: Allah Muhammed’e Aleyhisselâm Kur’an diye bir kitap göndermiştir, içindekiler haktır, ama bilmiyorum, haberim yoktur; çünkü bozulmamış şekliyle bana kadar ulaşmamıştır dedi mi bir insan, bu sefer yanlıştır bu iman. Böyle bir iman Allah’ın kabul etmeyeceği bir imandır. Bakın şimdi müslümanların imanlarına, birinci tür bir iman mı? Yoksa ikinci tür bir iman mı? Allah korusun da Kur’an’a iman ederlerken Tevrat’a, ya da İncil’e iman ediyor gibi mi iman ediyorlar? Öyle gibi değil mi? Kitaplarına inandıklarını söyleyen Müslümanlar sanki bilmedikleri, tanımadıkları, hayatlarını onunla düzenleme derdi taşımadıkları bir kitaba iman ediyorlar. Sanki Kur’an’a değil de Tevrat yahut İncil’e inanıyorlar ki, bu iman Allah’ın kabul edeceği bir iman değildir.
Eğer bugün müslümanlar Tevrat’a veya İncil’e inanır gibi Kur’an’a inanıyorlarsa, Tevrat’a inananlar gibi, İncil’e inananlar gibi: “Demişlerdi, diyorlardı, galiba öyle diyorlardı önderlerimiz” şeklinde Hahamlar ve Papazlar aracılığıyla kitaplarıyla diyalog kuran hıristiyan ve yahudiler gibi Kur’an’la bozuk düzen bir diyalog kurmuşlarsa bu baştan bâtıl olacaktır elbette.
Böyle “gıyl ü gaale” dayanan bir iman Allah’ın kabul edeceği bir iman değildir. Allah’ın Rasûlü bir hadislerinde Allah’ın gıyl ü gali yasak kıldığını söylüyordu.
“Şüphesiz ki Allah gıyl u gali haram kılmıştır."
Gıyle; “denildi,” gale de “dedi” demektir. Yâni bu konuda şöyle denilmiş, böyle denilmiş, falan şöyle demiş, filan da böyle demiş şeklinde dedi ve denildilere dini havale etmek haramdır, caiz değildir. Peki nasıl olacak? Allah dedi, Peygamber dedi ve ben de inandım. Allah ve Peygamber dedi, ben de öylece inandım ve amele dönüştürdüm demek gerekir. Yâni ben bunu Allah’ın kitabında gördüm, peygamberin sünnetinde buldum, onun için yapıyorum demek gerekir. Yâni hem imanımızı, hem de amellerimizi Allah’ın kitabına ve Resûlünün sünnetine dayandırmak zorundayız. İman ve amelde hareket noktamız birilerinden duyduklarımız değil, kitap ve sünnet olmalıdır. Din bu yahu! Başka şeye benzemez ki! Oradan buradan devşirme bir din olur mu? Bu dinin temel kaynakları kitap ve sünnettir.
İşte Kur’an’ın istediği iman budur bizden. Yâni Kur’an’a iman budur. Allah ne dedi? Allah ne istedi? Bizzat Allah’la diyalog kurarak, Allah’ın kitabıyla ilgi kurarak, ama bunu da salt aklımızla anladığımız biçimde değil de Peygamberin örneklediği biçimde anlayarak tabii. Çünkü Allah öyle diyor. Kitabında bizden ne istemişse, ne tür bir emirde bulunmuşsa hep şekilde görüldüğü gibi! diyor ya Allah. Peygamberimin yaptığı gibi diyor ya, işte biz de Peygamberler örneğiyle Allah’ın istediği biçimde Kur’an’a inanacak ve bu imanımızı imtihan olunduğumuzdan dolayı amele dönüştürme çabası içine gireceğiz inşallah. İşte o zaman takvalı oluruz. İşte o zaman Kur’an’la beraber olur, Kur’an’la yol bulanlardan oluruz Allah’ın izniyle.
….
…..
Bir de o muttakiler, o Kur’an’la yol bulmaya hak kazananlar:
"Âhirete de yakînen inanırlar."
Âhiret konusunda yakîn sahibidir onlar. Gözleriyle görüyormuşçasına âhirete inanırlar. Aslında onu gözle göremiyoruz. Âhireti sonra yaşayacağız biz. Âhiret zaten son an, son gün, ahir zamandır. Âhiret, hayatın ve dünyanın bitmesidir. Dünya ve gökler âleminin solumasının bitmesi, canlılar âleminin varlıklarının bitmesiyle başlayan yeni bir hayatın adıdır. Bizden âhirete iman istenirken onun başlangıcı sayılan ölüme iman istenmiyor. Zira ölüm kişinin onu inkâr edemeyeceği biçimde her gün gözlerinin önünde cereyan edip durmaktadır. İnsanlar isterlerse onu inkâr etsinler. İsterlerse yok saysınlar ölümü. Gökyüzüne çıksınlar, yerin karnına insinler, bağırıp çağırıp isyan etsinler, netice değişmeyecektir. Sonunda herkes ölecektir. Üstelik attığımız her bir adım bizi ölüme doğru götürmektedir. Analarımızdan doğduğumuzdan beri hep ölüme doğru koşmaktayız. Yâni bugün kâfir de, müslüman da ölümü kabullenmektedir.
Yalnız bu konuda kâfirle müslümanın ayrıştığı nokta, ölümden sonraki hayattır. Mü'min inanıyor ki ölümden sonra da hayat var. Kâfir de diyor ki; hayır, hayat sadece dünya hayatıdır, işte bu kadardır, ölünce her şey bitecektir. Gerçekten bu şekilde inanan bir kâfirin hayatına birtakım kayıtlar koymasına da akıl erdirmek mümkün değildir. Yâni behey budala, madem ki hayat sadece dünya hayatıdır, madem ki öldükten sonra her şey bitecek ve yaptıklarından hiç sorumlu olmayacaksın, o halde hayatını niye kayıtlar altına alıyorsun? Hiçbir kayda küreğe tabi olmadan hayatını dilediğin gibi yaşasana!
Öyle değil mi? Sana göre nasıl olsa bir dirilme olmayacak, hesaba çekilme olmayacak. Zavallı mantığı da işlemiyor kâfirin. Zaten aklını kullansaydı müslüman olurdu. Bakın Mülk sûresinde anlatıldığına göre kâfirler cehennemi görünce şöyle diyecekler:
"Eyvah! Eğer işitsek ve akıllarımızı kullansaydık; bizler cehennem ashabından olmayacaktık." (Mülk: 10)
Demek ki kâfir, Allah’ın kendisine verdiği akıl ve duyu nîmetlerini kullanmamıştır. Demek ki kâfir akılsızdır. Hattâ şu anda yeryüzünün gözleri görmeyen, kulakları işitmeyen en akılsız, en budala, en zavallı varlıkları kâfirlerdir. Hani şimdi şu kimi zavallı müslümanların imrenip kendilerini örnek almak için çırpındıkları kâfirler.
" Onlar yakînen âhirete iman ederler."
Yakîn demek, yâni yüzde yüzden de öte kesin bilgi demektir. Kur’anı Kerîm kendisi için yakîn ifadesi kullanır. Yakîn; yüzde yüzden de kesindir. Tabi Allah dediği için öyledir diyoruz.
Bakın Ankebût sûresi kişinin Allah’la bildiği, Allah sayesinde bildiği bilginin, kendi kendisine bildiği bilgiden her zaman üstün olduğunu haber veriyor. Kişinin Allah’la öğrendiği bilgi kendi kendine öğrendiği, duyularıyla ulaştığı, tecrübeleriyle bildiği, ya da vahiy dışında başka kaynaklardan öğrendiği bilgiden her zaman üstündür. Birine bilgi, ötekisine de yakîn bilgi diyoruz. Bilgi yüzde yüz doğru olsa bile, yakîn bilgi yüzde yüzden de kesin doğrudur.
Meselâ, şu anda ben yüzde yüz inanıyorum ve biliyorum ki, varım. Düşünüyor, idrak ediyor ve duyularımla algılıyorum ki, ben varım. Kendi varlığımın gerçekliğine yüzde yüz inanıyorsam, Allah’ın varlığına yüzde yüzden de kesin inanıyorum. Neden? Çünkü ben kendi varlığımı kendi kendime, kendi tecrübelerimle öğrendim, ama Allah’ın varlığını Allah’la öğrendim, Allah sayesinde öğrendim.
Veya meselâ kendi tecrübelerim ve bilgi kaynaklarımla öğrendiğim bu dünyanın varlığına yüzde yüz inanıyorsam, âhiretin varlığına yüzde yüzden de kesin inanıyorum. Çünkü dünyanın varlığını duyularımla algılayıp öğrendim, ama âhiretin varlığını Allah’la öğrendim. Yâni kişinin kitap ve sünnetle öğrendiği bilgiye yakîn bilgi denir ki; öteki bilgiden her zaman üstün ve kesindir.
…. Kişinin Allah’la bildiği bilgi, yâni vahiyle, Kur’an ve sünnetle öğrendiği bilgi kendi kendine, kendi tecrübeleriyle bildiği bilgiden her zaman üstündür. Birine bilgi denirse, ötekisine yakîn bilgi denir. Meselâ şu anda ben biliyor ve inanıyorum ki varım. Yüzde yüz inanıyorum ki ben varım. Çünkü işte aklımla, duyularımla algılıyorum ki ben varım. Kendi varlığıma yüzde yüz inanıyorsam, Allah’ın varlığına yüzde milyar inanıyorum. Neden? Çünkü ben kendi varlığımı kendi tecrübelerimle, kendi duyularımla anladım, ama Allah’ın varlığını Allah’la, Allah bilgisiyle, Allah kitabıyla, yâni vahiyle öğrendim. Veya yüzde yüz biliyor ve inanıyorum ki, bu dünya vardır. Çünkü işte şu anda gözlerimle görüyor, aklımla idrak ediyor, duyularımla hissediyorum. Ama âhiretin varlığına yüzde milyar kesin inanıyorum. Çünkü dünyanın varlığını kendim anladım, bildim, ama âhiretin varlığını Allah’la öğrendim.
İşte kişinin kendi kendine öğrendiği, bildiği bilgi eğer yüzde yüz kesinse, vahiyle öğrendiği bilgi yüzde yüzden de kesin doğru bilgidir. İşte bu bilginin adına yakîn bilgi denir. Ve işte o muttakiler âhiretin varlığına yakînen inanırlar, gözle gördüklerinden daha kesin iman ederler buyuruluyor.
Ama burada bilimi, deneyi putlaştırıp onu Allah bilgisi yerine ikâme etmek isteyen, vahyi insan hayatından dışlamaya çalışan pozitif sistemin bilimci kâfirlerinin şöyle bir şüpheleri var. Veya şöyle bir iddiaları var:
….
Sanki âhireti yüzde yüzden de öte kesin bilirler ve iman ederler. Yâni insan kendi kendisini bilir ya, âhireti kendilerinden daha bir önde bilirler ve inanırlar. Yakîn, bu anlama gelecektir. İnsan kendi varlığını kendi kendine bildi; ama âhireti insana Allah bildirmiştir.
Çünkü âhiret inancı Allah’la beraber olmayı, Allah’la karşı karşıya gelmeyi gündeme getirecektir. Yâni âhiret elde bir, hesap, kitap elde bir diyecektir kişi. Alırken, verirken, severken, küserken, yatarken, kalkarken âhireti hep gözünün önünde tutacaktır. Ben bundan hesaba çekileceğim! Ben bunun hesabını vereceğim! Bu konuda yarın benim karşıma bir dosya çıkacaktır! diyen kişi sürekli kendisini kontrol altına almayı becerebilecektir. Gerek gayba imanı, gerekse âhirete imanı gerçekleştirebilmek için sürekli vahiyle, kitapla ilişkimizi sürdürmek zorundayız. Bundan başka çaremiz yoktur. Çünkü âhireti de, gaybı da ancak bu kaynaktan öğrenme imkânımız vardır. Bu konularda bilgilenebileceğimiz başka bir kaynak da yoktur.
İşte böyle yapanlar, böyle inananlar, böylece yollarını Allah ile, Allah’ın kitabı ve Rasûlünün sünneti ile bulacaklardır. Ya da şöyle söyleyelim: Allah, böyle yapanlara yol gösterecektir. Âyetle söyleyelim bunu:
5:"İşte Rablerinin yolunda olanlar bunlardır."
Onlar Allah’la yol bulan, yollarını Allah’ın buldurduğu insanlardır. Veya kendileri, kendi kendilerine, kendi başlarına yol bulmuşlar değil de Rableri onlara yol buldurmuştur. Halbuki kendileri aramışlardı yolu. Ama İslâm’ın edebidir bu. Güzellikler hep Allah’a izâfe edilir İslâm’da. Bunlar Allah’tan hidâyet istemişler, Allah’ın kendilerine gösterdiği hidâyet yolu olan kitabına müracaat etmişler, onu anlamaya, onu tanımaya, onunla yol bulmaya çalışmışlar, kitaba baş vurmuşlar, Rablerine yol sormuşlar ve böylece Rablerinden hidâyete ulaşmışlardır. Rableriyle hidâyete ulaşmış insanlardır onlar. Vahiyle yollarını bulmuş insanlardır onlar. Hayat programlarını vahiyden almış, vahiy kaynaklı bir hayat yaşamaya iletilmiş insanlardır onlar.
"Ve onlar felâha erenlerin ta kendileridir de”
Felâha ermenin ne demek olduğunu ileride Kur’an değişik yerlerde anlatacak. Meselâ Âli İmrân sûresinin sonunda:
"Ey iman edenler! Sabredin ve sabır yarışında düşmanlarınızı geçin! (Allah yolunda cihad için hazır) rabıtalı olun! Bir de Allah’la yol bulun ki; felâh bulasınız." (Âli İmrân: 200)
Evet, diyor ki Rabbimiz: "Ey iman edeler!" Peki neye iman edenler? Fâtiha’dan buraya kadar anlatılanlara iman edenler. Veya Bakara’da başlayan ve Âli İmrân’ın sonuna kadar anlatılanlara iman edenler!
"Sabredin! Sabırda yarışın!"
Yâni bu imanınızı gündemde tutma yarışında bulunun! Yâni imanınızı, teslimiyetinizi, hidâyetinizi gündemde tutma konusunda sabırlı olun! Hidâyet yolunda olma konusunda, hidâyetinizi hayatınızda görüntüleme konusunda, imanlarınızla hayatınızı düzenleme konusunda direnin! Dayanın! Şeytan ve dostlarının engellemelerine karşı sabır yarışına girin! Siz onların sapık yollarına sabırlarında onları geçin! Hidâyeti dalâletin önüne geçirin!
"Rabıtalı bulunun!"
Yâni Kur’an’la, vahiyle, bu mesajla ilginizi, irtibatınızı, rabıtanızı kesmeyin! Sürekli kitap ve peygamberle birlik yaşayın! Vahiyle diyalogunuzu bir an bile kesmeyin! Böylece yolunuzu hep Allah’la bulun! Yolunuzu hep peygamberle bulun! Hayatınızı hep vahiyle belirleyin! Yanılmayın! Şaşırmayın! Hep Allah desin, siz yapın! Allah tarif etsin kitabıyla, siz oradan alıp amele dönüştürün! İşte o zaman felâh bulursunuz. İşte o zaman dünyanızı da, âhiretinizi de kurtarmış olursunuz.
"Umulur ki o zaman felâha eresiniz."
Demek ki bundan sonra anlatılanlar hep bizim felâhımız içinmiş. Evliliğiniz şöyle olsun, boşanmanız böyle olsun. Fâizden kaçarsanız, orucunuzu şöyle yaparsanız, adam öldürmeyi böyle yaparsanız, kısası şöyle uygularsanız gibi bundan sonra gelecek olanlar, işte bunlar bizim için yol gösterileri veya işaret levhalarımızdır. Veya felâhımızdır, kurtuluşumuzdur. Yâni bunlara uyarsak felâha ereceğiz demektir.
Özetleyelim şimdi bu bölümü: Vahiy insanlar için "Hüden" dir. Vahiy insanlar için yol göstericidir. Vahiysiz insanlığın yol bulması kesinlikle mümkün değildir. İşte bu hidâyet rehberi olan kitabın karşısında, Kur’an’ın karşısında insanlar ikiye ayrılır.
1 Takvalılar (Muttakiler). Yâni kitapla yol bulanlar, yâni yollarını Allah’a sorarak bulanlar. Yaptıklarını Allah’ın kitabına ve peygamberin sünnetine sorarak yapanlar, yapmayıp terk ettiklerini de yine kitaba müracaat ederek yapmayanlar. Yâni pozitif ve negatif tüm eylemlerini vahiy kaynaklı gerçekleştirenler. İşte bunlar kitabın kendileri için yol gösterici olduğu muttakilerdir.
2 İkinci grup insan ise, kendilerine Kur’an arz edildikten sonra, kendilerine arz edilen Kur’an karşısında ikinci grup insan tavrı ise:
Prof. Seyid Kutub tefsiri :
Görülüyor ki, takva sahiplerinin ilk karakteristik özelliği, aktif ve yapıcı bir şuur birliğidir. Takva sahiplerinin vicdanlarında, görünmeyene (gaibe) inanmak ile farz ibadetleri yerine getirmenin, bunun yanında peygamberlerin tümüne inanmakla Ahiretten kuşku duymamanın birliği. İşte İslâm inanç sistemine üstünlük kazandıran, mümin vicdana seçkinlik sağlayan; bütün insanlar için ortak bir buluşma zemini olsun, böylece bütün insanlığa egemen olsun da kanatları altında insanlara hem düşünceyi hem pratiği hem inancı ve hem de toplumsal düzeni içeren eksiksiz bir hayat tarzı, hem duyguları ve hem de yaşama biçimleri ile bütünleşecekleri bir yaşama şekli yaşatsın diye gelen son inanç sistemine yakışan bütünlük ve çok yönlülük budur.
`Onlar ki görmediklerine inanırlar'
Buna göre takva sahiplerinin ruhları ile bu ruhların ve bütün varlık aleminin kaynağı olan yüce güç arasında varolan sıkı ilişkiye duygusal engeller mani olamaz. Yine bu takva sahiplerinin ruhları ile diğer fizik ötesi gerçekler, güçler, enerjiler, yaratıklar ve varlıklar arasına duyu organları engel olarak giremez.
Görünmeyene inanmak; insanın, sadece duyu organlarının algılama kapasitesi ile yetinen hayvanlık düzeyini aşarak insanlık mertebesine yükselmesini sağlayan ilk eşiktir. O insan ki, varlık aleminin, duyu organları ile ya da duyu organlarının uzantısı olarak görev yapan aygıtlar alemi ile algılayabildiği küçük ve sınırlı kesimden çok daha geniş çaplı olduğunun bilincindedir.
… Aynı zamanda yeryüzünde hayatını da derinliğine etkilemektedir. Çünkü sadece duyu organlarının algılayabildiği dar bir alanda yaşayan biriyle, sezgisi ve basireti sayesinde kavradığı büyük bir evrende yaşayan insan bir değildir. Zira basiretini kullanan bu insan, bu büyük alemin kıvrımlarında ve derinliklerinde barındırdığı yankıları ve gizli mesajları algılar. Yine bu insan kısacık ömrü ve kısır şuurunun yardımıyla algıladığı dünyanın geniş alem içinde bir hiç olduğunu, asıl evrenin ise hem zaman hem mekan bakımından çok daha geniş olduğunu anlar. Asıl alemin gözleriyle, duyu organlarıyla algıladığı fizikî alem değil, gizli sırlarla, dolu fizikötesi alem olduğuna inanır. Sadece fiziki alemle yetinen biri ile bir olur mu böyle bir insan. Zaten gözlerin algılayamadığı ve akılların kavrayamadığı ilâhî zat gerçeği işte bu fizikötesi alemden kaynaklanır, varlığı onun varlığına dayanır.
….
İnsan aklı, öncelikle tartışmasız (bedihi) kural olan, "sınırlının sınırsızı kavrayamayacağı" ilkesini kabul edince öz mantığına duyacağı saygının sonucu olarak kabul etmek zorunda kalır ki; sınırsızı, yani mutlak gerçeği kavraması imkânsızdır ve onun bilinmezi (meçhulü) idrak edememesi, bu bilinmezin, gaybın gizli alemindeki varlığı ile çelişmez. Bu durumda gayb alemini kavrama fonksiyonunun aklın dışında bir başka yeteneğe havale edilmesi gerekir ve bu konudaki bilginin, açığıgizliyi, görünenigörünmeyeni bilgisinin kapsamı içinde bulunduran ve her şeyden haberdar olan yüce Allah'dan alınması kaçınılmazdır. Aklın mantığına saygı gösterilmesi anlamına gelen bu tutum, müminler tarafından tam anlamı ile benimsenmiştir. Bu tutum, aynı zamanda takva sahiplerinin ilk niteliğidir.
Görünmeyene (gaybe) inanmak, insanın hayvanlar alemi düzeyinin üstüne yükselmesi konusunda yol ayrımı oluşturur. Fakat günümüzün materyalistleri, bütün zamanların materyalistleri gibi insanı, duyu organlarının algıladıkları dışında hiçbir varlığın onaylanmadığı hayvanlık düzeyine indirmek istiyor ve bu kavrama körlüğüne "ilericilik" adını veriyorlar. Oysa bu yaklaşım, yüce Allah'ın, müminleri içine düşmekten koruduğu bir tersine gidiştir. Allah, müminleri bu tersine gidişten koruyarak "görünmeyene inanmak" sıfatını onların ayırıcı niteliklerinden biri yapmıştır. Sayısız nimetlerine karşılık Allah'a hamdolsun. Ve yine tersine gidenler ile başaşağı dönenlere yazıklar olsun!
"Namazı kılarlar"
Yani o takva sahipleri, ibadeti tek olan Allah'a yöneltirler ve böylece kullara ya da nesnelere tapma düzeyinin üzerine yükselirler. Başka bir deyimle hiçbir sınırla sınırlı olmayan o yüce varlığa yönelirler, başlarını kulların önünde değil, Allah'ın önünde eğerler.
Gerçek anlamda Allah'a secde eden ve gecegündüz Allah'a bağlı olan kalp, varlığı gerekli olan (vacibul vücud) Allah'a sebep yolu ile bağlı olduğunun bilincinde olur, yeryüzüne bağımlı olmaktan, yeryüzü ihtiyaçları içinde kendini kaybetmekten daha yüce bir hayat gayesi benimser, yaratanla doğrudan ilişkide olduğu için diğer yaratıklar karşısında kendini daha güçlü hisseder. Bütün bunlar insan vicdanı için güç kaynağı olduğu kadar takva ve kötülüklerden kaçınmanın da kaynağıdır. Aynı zamanda kişiliği eğiterek onun düşüncelerine, bilincine ve davranışlarına "ilâhî"lik niteliği kazandıran son derece önemli bir faktördür.
"Onlar kendilerine verdiğimiz rızıktan başkalarına da verirler"
Onlar her şeyden önce ellerinde bulunan malların kendileri tarafından kazanılmış şeyler olmadığını, aksine bunların Allah tarafından kendilerine bağışlandığını kabul ederler. Allah'ın bağışlamış olduğu rızık nimetini tanımaktan ve bilmekten, düşkünlere iyilik etmenin, aynı yaratıcının aile fertleri demek olan tüm insanlar arasında dayanışma duygusu, bütün insanları insanlık bağı ile birbirine kaynaşmış kardeşler saymanın bilinci doğar. Bütün bu duyguların değeri insan nefsini cimrilik illetinden arındırarak ona iyilik yapma arzusu aşılamasında görülür. Bu duygular sayesinde hayat, acımasız bir kıyım alanı değil, bir yardımlaşma ve işbirliği plâtformu olur. Yine bu duygular sayesinde güçsüzler, zavallılar ve eli darda olanlar güvenliğe kavuşurlar; tırnaklar, pençeler ve azı dişleri arasında değil de; kalbler, yüzler ve vicdanlar arasında yaşadıkları bilincine varırlar.
"Yardım etmek (infak)" zekât ve sadaka ile birlikte diğer iyilik yapma türlerini de içeren bir kavramdır. Yardım etmek, zekât verme yükümlülüğünden daha önce yasallaşmış bir şeriat ilkesidir. Çünkü "infak" kavramı zekatı da içine alan ve yardımlaşmada sınır koymayan daha geniş bir kavramdır. Nitekim Fatıma binti Kays'ın bildirdiğine göre Peygamber efendimiz şöyle buyuruyor: "Malda zekâtın dışında daha başka haklar vardır."(Tirmizi)
Zekâtın farz oluşundan daha önce söylenmiş olan bu hadisin temel amacı, yardım etme ilkesinin geniş kapsamlılığını vurgulamaktır.
"Onlar gerek sana ve gerekse senden önce indirilen kitaplara inanırlar."
Bu sıfat; semavî inançların varisi, insanlığın başlangıcından günümüze kadar gelen peygamberlerin misyonlarının varisi, inanç ve peygamberlik mirasının koruyucusu, dünyanın son gününe kadarki iman kervanının şaşmaz yolcusu olan İslâm ümmetine yaraşan bir niteliktir...
Bu sıfatın değeri; insanlığın birliği, insanlığın dininin birliği, peygamberlerinin birliği ve Rabbinin birliği şuurunu aşılamasında görülür... Bu sıfatın değeri; ruhu, diğer dinlere ve bu dinlerin doğru yolundan sapmayan bağlılarına karşı besleyebileceği kör taassuptan arındırmasında meydana çıkar.. Bu sıfatın değeri; çağlar ve kuşaklar boyunca insanlığın, yüce Allah'ın gözetimi altında olduğuna dair beslenen güven duygusunda belirir... Aynı dine ve aynı hidayet kaynağına dayanan peygamberlerin ve peygamberlik misyonunun tarihin akışı içinde ardarda sıralanması olgusunda beliren bu ilâhi gözetimin değeri günlerin ve devirlerin değişmesine rağmen tıpkı karanlıklar ortasında yol gösteren kutup yıldızı gibi değişmezliğini ve sürekliliğini sürdüren ilâhî rehberlik ile onur duyma duygusunda kendisini gösterir.
"Onlar Ahiretten hiç kuşku duymazlar"
Bu sıfat, takva sahiplerinin sonuncu sıfatıdır. Dünyayı Ahirete, başlangıcı sona ve amelleri karşılıklarına bağlayan sonuncu sıfat. Bu sıfat insanı, başıboş bırakılmadığının, iş olsun diye yaratılmadığının, kendi keyfine bırakılmayacağının ve kendisini ilâhi adaletin beklediğinin bilincine erdirir. Bu bilinç sayesinde insanın kalbine güven dolar, iç dünyasının fırtınaları durulur, iyi amellere ve sonuç olarak yüce Allah'ın adalet ve rahmetine sığınır.
Ahirete kesin olarak inanmak, duyu organlarının kapalı duvarları arasında yaşayan kimse ile uçsuzbucaksız bir varlık bütünü içinde yaşayan kimse arasında; yeryüzündeki hayatını varlık alemindeki yegâne payı sayan kimse ile dünyadaki hâyatını Ahirette göreceği karşılığın türünü hazırlayan bir imtihan dönemi kabul eden, Ahiretteki hayatı şu dar ve sınırlı alanın ötesinde yaşanacak gerçek bir hayat olarak algılayan kimse arasında yol ayrımı ve ara kesit oluşturur.
Dediğimiz gibi bu sıfatların her birinin insan hayatında önemli yeri ve değeri vardır. Bunların takva sahiplerinin sıfatları olmaları bu yüzdendir. Bu sıfatların tümü arasında uyum ve koordinasyon vardır. Bu uyum ve koordinasyon sayesinde bu sıfatlar eksiksiz ve ahenkli bir birlik meydana getirirler.
“ İşte onlar Rabblerinden gelen hidayet yolundadırlar ve kurtuluşa erenlerdir.”